Geçmişte büyük imparatorluklar kuran Çin ve Hindistan, 20. asırda boyunduruktan kurtularak bağımsızlıklarına kavuşmuş ve ulus inşa sorunlarını aştıkça geçmişteki altın çağ imgelerinin cazibesine kapılmıştır.
Geçmişte büyük imparatorluklar kuran Çin ve Hindistan, 20. asırda boyunduruktan kurtularak bağımsızlıklarına kavuşmuş ve ulus inşa sorunlarını aştıkça geçmişteki altın çağ imgelerinin cazibesine kapılmıştır. İki kadim kültürün temsilcilerinin 20. asrın son çeyreğinden itibaren küresel arenada yükselişe geçmesiyle birlikte milliyetçilik rüzgârının bu ülkelerin yelkenlerini doldurduğu dikkat çekmiştir. Bu arada aralarındaki kronik sınır sorunu da milliyetçilik duygularını beslemiştir. Milenyuma güçlenerek giren iki ülke de temkinli dış politikalarını terk ederek güç politikalarına eğilim göstermiş ve bölgesel ölçekten küresel ölçeğe geçmeye yönelik adımlar atmaya başlamıştır. Bu iki ülkenin yükselişinin Asya’nın diğer yükselen güçleriyle birleşmesiyle yarattığı sinerji dikkat çekerken, dünyanın küresel güç mücadelesinin ağırlık merkezi de Asya-Pasifik coğrafyasına kaymaya başlamıştır. Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC)’nin gelişme potansiyelinin küresel hegemonyasını tehdit edeceğini değerlendiren ABD, bu bağlamda yeni bir atılım başlatmıştır. “Pivot Asya“ olarak adlandırılan bu strateji, ÇHC’nin yükselişini dengeleme noktasında, Hint-Amerikan işbirliği zemininde hayata geçirilirken, ÇHC‘yi de Pakistan ve Rusya ile denge arayışına itmiştir.