Elinde bıçaklı birisi galiba İngilizce denen dili konuşarak başka bir İngiliz’i Allahu Ekber diyerek kesiyor; nasıl yani! İslam korkunç bir şey olmalı o halde!!! Peki ya bu çocuk Danimarka, İrlanda veya New York’ta yaşasaydı neler düşünecekti. Tarih nereye akıyordu. Kadın pazarlarında satılan kadınlara dair haberleri duyan bir genç kız İslam adına neler düşünmeye başlar. Ya kol kesme tiyatrosunu izleyenler. İşlevsel iyi ile ahlaki iyinin hercümerç olduğu bir propaganda kaosu. İşte o zaman İşlevsel iyi olan bıçak, kesmeye yarar ve eğer doğru şeyi keserse ahlakî iyiye dönüşür. Tefekkür burada tedebbürü destekliyor. Doğru düşünce ve doğru eylem. Peki ya İngilizce konuşan birisi İslam adına başka bir İngilizce konuşanı keserse. Bıçak, mekân ve insan nereye savrulur. Bir medeniyetin idam sahnesi.
Tarih varoluşumuzu düşündüğümüz en önemli laboratuvarımızdır. Nasıl canlı bir organizmayı mikroskop altında gözler ve ona dair ampirik bilgiye ulaşırsak insanın sosyal canlılığı ve sürekliliğini de tarih üzerinden gözler ve anlarız. Bu yolla şahsiyetimizin hücrelerine kadar temas eder varoluşumuzun gerçekliğini kavrarız. Kanser olup bünyeyi tehdit edenlerle hayatiyeti sağlayan esas meseleleri hep bu yolla idrak ederiz. Türklerin tarihi macerası bu bakımdan çok coğrafyalı ve çok renklidir. Tarihin çok eski zamanlarından beri çok değişik bölgelerde birlikte yaşama ve yaşatma ideali devletimizin en önemli hareket planlarından oldu. Türkistan’dan Balkanlara uzanan çizgide Türkler geniş bir coğrafyada farklılıkların nasıl bir arada yaşatılabileceğinin pratiğini tarihin önemli miraslarından birisi olarak tarihe not düşmüşlerdir. Tarihi süreçleri kültürel birliktelikler ve yakınlaşmalarla birlikte dünü, âna yani bugüne taşırlar. Geçmişin hatıraları ve önemli hususları tarih ile hatırlanarak güne ulaşır.
Türkler, Ortadoğu denilen bölgeye Selçuklular vasıtasıyla 11. asırda ulaştıklarında burada çok uzun sürecek bir hâkimiyet ve hizmet devresini de açmış oldular. Nihayet Osmanlılar ile tamamlanan bu süreçte bu bölgede farklı milli bünyeler, diller, dinler ve mezhepler Türk adalet dairesi içinde birlikte yaşamışlardır. 20. asrın başlarında kırılan Türk kalkanı sonrasında bölge parçalanmalar, savaşlar ve çatışmalarla dolu bir asrı geride bıraktı. Bölge bir türlü kendi tarihsel misyonuna ve vizyonuna kavuşacak siyasi ve sosyal alt yapıları yeniden hatırlayamadı. Bu talihsiz coğrafyanın tarihsiz kalması adeta hafızasını kaybeden bir insanın hali gibi onu bilinçsiz ve şuursuz o vadiden bir diğerine sürüklenmek talihiyle baş başa bıraktı.
Ortadoğu denilen coğrafya büyük acıların yaşandığı bir bölge olarak kanayan bir yara durumundadır. Hem kendi halkları hem de bölge için ciddi bir sorunlar yumağı olan bu bölge İsrail’in uzlaşmaz politikalarıyla her dönem acılar ve katliamların öksüz evladı oldu. Bu noktada son zamanlarda bölge Gazze’de yaşanan katliam gibi dur denilmesi gereken bir vahşet tabloları meşheri haline geldi. Bu noktada tarihin adil hafızasına zamanı geldiğinde hatırlanmak üzere not düşmek vazifesi herkesten önce Türk milletine düştü.
Tarihi ve kültürel bağlarımız nedeniyle kendi kültür ve gönül coğrafyamızın bir mekânı olan Gazze özelinde ifade ettiğimiz bölge şüphesiz siyasi ve sosyal bakımından büyük bir kriz yaşamaktadır. Masum bebekler ve çocuklar vahşice katledilmekte ve Gazze tarihin dışına itilmek istenmektedir. Bu noktada tarihe karınca kadrince de olsa bir not düşüp bu acılara sahip çıkmak ve müstakbele dair daha akılcı ve gerçekçi politikaların üretilmesini sağlayacak bilgi alt yapısına katkıda bulunmak ve bunu yapacak personeli harekete geçirmek ve mümkünse yenilerini yetiştirmek tarihe düşülecek en önemli notlardan biri olacaktır diye değerlendiriyoruz.
Tarihi süreçte coğrafyamız çok işlevsiz kaldı ve ahlakî iyilerimiz çok berheva oldu. İslamofobya denilen soğuk savaş sonrası stratejisi oryantalist yönetme aklının yeni bir evresi olarak ortaya çıktı. İslam denilen özne hep negatif yüklemlerle anılmalıydı. Bu kavramın için olumsuzlukla inşa edileceği gibi ona dair önermelerde sancılı içerikler taşımalıydı. Böylece bir yeni nazariye oluşacak ve bu tefekkür İslamofobya denilen ahlaki boşlukla İslam’ı umut vaat edemeyen, tarihe söyleyecek sözü olmayan, insana yaraşmayan ve insanlığa dairleri olamayan bir mücadele unsuru olmalıydı. Müslüman denilen aktüalite zaten düşünmeyi bırakalı çok olmuştu. Kendine dairleri tarihi avuntulara emanet edeli çok olmuştu. Bölgenin tarihsel ihtilafları ve boşlukları da zaman ve mekanı yok etmek için uygun fırsatlar veriyordu. Vermese de gam değil nasılsa üretmek mümkün. Paranın önünde eğilecek bir güruh her zaman bulunurdu nasıla.
Kültürel öz itibariyle Müslümanlar medeniyet var edemezlerdi. Bu onların içeriğinde, muhtevasında yoktu. Bu özcü ötekileştirme oryantalizmin uzun zamanlardır ektiği bir tohumdu ve istenen zihinlerde yeşermiş, meyveler vermişti. Bu bakımdan İslamofobya’yı üretmek zihinsel olarak çok da sorun oluşturmayacaktı. Yeter ki İslam öznesi olumsuz negatif retoriklerle yan yana getirilebilsindi. Tarihi süreçte beklenen gelişme bir türlü yaşanamamıştı! bu coğrafyada. Akl edemeyen hayallerin meleklerini kovalayan çöllerde dağılmış bir insan güruhuydu Müslümanlar. Kültürel açıdan gelişememiş ve eksikliklerle madun bu coğrafya oryantalizmin bile ne olduğunu bilmediği irfanını unutalı ise birkaç asır olmuştu.
1990’lardan başlayan süreç 11 Eylül kuleleri ile kuvveden fiile çıkacaktı. Sovyetlerin Afganistan işgali, başlamış olan tarihi sürecin fikri temeli ise İngilizlerin Hicaz’ı işgali sırasında Vehhabi / Selefi tohumunun bu coğrafyaya saçılması ile atılmış bulunuyordu. Üçüncü aşamada ABD Irak’ı işgal etti ve artık İslamofobya İslamı devreye girebilirdi. Nasıl Selçuklu-Osmanlı çizgisinin bir Hanefi-Maturidi İslamı varsa sömürge döneminin de Oryantalist İslamı ve nihayet İslamofobya İslamı olacaktı. İşte tam bu noktada oryantalizmin kültürel açıdan geri kalmış ve eksiklerle dolu çerçevesinin taktiklerinin oynanma zamanı gelmişti.
Televizyondan elinde kola ile bıçaklı adamı seyreden çocuk var edilen İslamobya İslamı’nın coğrafi fiziksel gerçeğini ortaya koyacaktır. Bu uzun zamandır egzotik, erotik ve ekonomik okumalara tabi tutulan ve muhtelif oryantalist fizikselleştirmelerin yapıldığı coğrafyanın son görüntüsü olarak küreselleşen çağda hükümetler ve halklara boca edilmeliydi. Bu gerçekliğin içinde kan, silah, kadın pazarları, kol kesmelere ve cihadist naralar vardı. Allahu Ekber sözü artık bir negatif retoriği idi. Elinde bıçak olan bir şahıs İngilizce başka bir İngiliz’i kesiyordu. Selefi olduğunu iddia eden bu şahıs bu duruşuyla yani Kuran ve sünneti harfiyen uygulayan bu kişi dünyaya İslam denilen şeyin asr-ı saadetinin vaad ettiği şeyin ne olduğunu gösteriyordu. Zihni cihatçı Müslüman imajı ile alt üst yığınların salim kafayla düşünecek halleri de yoktu mekan tasavvuru ile negatif üretilmiş Müslüman kişiliği üst üste gelince buyurun size İslamofobya İslamı’nın anayurdundan Müslüman manzaraları. Bütün bunlar geçmişte kurgulanan ve kayıtlara geçirilen binlerce referansı doğruluyordu. Doğrulamanın ötesinde küresel ağ üzerinden çoğalan bu referanslar var olan İslam ve Müslüman öznelerine yepyeni gıcır gıcır negatif yüklemler ekliyordu. Otoriterleşme eğilimi Müslümanın temel özelliği idi. Demokrasi denilen kavram onların dünyasında sadece bir geçiş idi bir ideal değil. Özünde bu hukuka saygı ve insana sevgi yoktu. Otoriteryen her tezahür kurgulanan ve yayımlanan fiziksel gerçekliğin “Batı“lı zihinde ( bu zihne Japon, Hind ve Çin gibi doğulu zihinler de dahil) bir kez daha onanması demekti. 90larda soğuk savaş sonrası medeniyet arayışları ve incelemeleri yapan zihinler İslam coğrafyasına bakınca ulus-devlet, mezheb ve etnik ayrışmalar gibi ayrımcı vakaları görüyordu!!! Bunlar İslam’ın 21. asırda umut olmaması için yeter sebepti. Sadece bu kadar olsa iyiydi; yeni kurgulanacak küresel mekân gerçekliği için ve İslamofobik İslam için uygun siyaset geliştirme potansiyellerine de işaret ediyordu. İslamofobya İslamı Oryantalist aklın ve yöntemlerin son üretim bir olgusudur. Şiddetin ve hukuksuzluğun hüküm sürdüğü bir bin bir gece masalları ülkesidir bu. Başrolünde Müslüman denilen tarih dışı bir nesne rol alırken senaryo İslam denilen umutsuz masaldan alınmıştır. Negatifler retoriği ile dünyaya küresel yeni bir masal anlatılmaya başlanmıştır. Bu süreçte fiziksel gerçeklik zihinlerde yeni kodlarıyla kurgulanmakta ve referanslar da buna dairlerle çoğaltılmaya devam etmektedir. Oryantalizmin babalarının kimisi merak kimisi ise süreçte yönetme ihtirasıyla girdikleri doğu bilimi yolunda torunlar yeni bir doğu imajı inşa etmektedirler.
9. asırda Abbâsi baskılarıyla sıkıntılara duçar olan Ahmet b. Hanbel’in görüşleri İbn Haldun’un Nevzuhur Hanbeliler denilen yaklaşımla yorumlanmasının ardından süreçte 14. asırda İbn Teymiyye’nin Moğol istilasına dönemine dair cihat fikirlerinin retorize edilmesi nihayet 19. asırda Muhammed b. Abdulvvahab’ın güncellemesi ile yeni bir mekan ve toplum bulan düşünce zemini İngilizler’in bölgeyi işgali ve Suud devletinin ortaya çıkarılması akabinde 1979’de Sovyetlerin Afganistan işgali ve 2003’te Irak işgali sürecinde Suriye bataklığında Nevzuhur Haşhaşiler Paris’te bir karikatür dergisine yapılan saldırı ile kurgulanan İslamofobya İslam’ını her türlü müdahaleye ve düşmanlığa açık hale getirdiler. Avrupa’da zemin bulan Türk / İslamofobya süreci Brevik’in saldırısı ile ilk yangın alarmlarından birini vermişti. İslamofobya İslamı tabiri bu süreçte Arap baharı eyyamında oluşan mümbit zemindeki mezhepsel ve etnik çatışmaların da yardımıyla bugünkü düzeye geldi. Bu tabir bir fikri firar suçu dış güçlere indirgemek kolaylığından ziyade bir imdat sirenidir. Mutlak saplantılı bir batılı olmadığı gibi mutlak suçlu doğulu da yoktur. Lakin gelinen noktada Asr-ı Saadet bizzat Müslümanlara bombalatılmaktadır. İran, Suudi Arabistan gibi tüm iç aktörler ve konunun muhatabı tüm dış unsurlar burada eşit sorumluluğa sahiptir. Terörün otuz yıldır mağdur ettiği bir ülkede etnik ya da mezhepsel tandanslı herhangi bir terör olayının makul veya makbul görülebilmesinin istisnası yoktur. Biz Müslümanların hiç mi suçu yok sorusu burada yersiz ve gereksiz olacak kadar tartışmadan varestedir. Lakin oynanan oyunun temkin ve itina gerektirdiğine dair bir ikaz mahiyetinde yazılan bu deneme yapısal bir aklın kurgusal eylemlerine dikkat çekmek istemektedir. Konunun irdelenebileceği çok yönden birini göstermek dileğindedir. Zira burada hakarete uğradığı için kan dökülen Hz. Muhammed (sav)’in Asr-ı Saadeti bir altın çağ ve yenilenme zamanı imkânı olmaktan şiddet ürettiren bir karanlık zamana dönüştürülmektedir. Burada kavga, dövüş toz duman arasında asıl yok olan budur. Selçuklu-Osmanlı çizgisinin birleştirici ve müşterek lisan kurucu geleneğinin ve tecrübesinin varislerinin bu noktada daha orijinal ve umut vaat edici düşünceler üretmesi beklenir. Gündelik tartışmalar ve çarpışmaların ötesinde süreçsel ve yapısal olarak görülmesi gereken gelişmeler eğer doğru tepkilerle karşılanılmazsa bu meydan okumanın coğrafyamıza bedelleri ağır olacaktır.
Elinde kolasıyla TV izleyen çocukların hangi sokaktan toplanacağı veya hangi uyuşturucu ile can verirken medyaya yansıyacağı bilinemez bir noktaya geldiğimizde her şey çok geç olabilir. Küresel ağ bu kez de İslamofobya İslam’ı ile yayında bizim alternatif dizimiz nedir? İslam ve Müslümanlara dair tüm bu olumsuz algılar Türkiye başta olmak üzere tüm ülkelere dair gelişecek olumsuz algı ve eylemlerin meşru zemini haline gelerek Ermeni İddiaları gibi konularda mutlak yalnızlık ihtimalini arttırması endişe verici düşüncelerden sadece birisidir. Bugün negatifler retorikleri ile hoşgörüsüz ve otoriter gösterilen bir dünyaya tepki koyanlar, yarın etnik sorunlara karşı alınması gerekecek tedbirlerde benzer taraflı tepkileri laik ve modern olduğunu ileri süren etnik gruplara destek verebilirler.
Beşşar Esed’in bile laiklik vurgusu yaptığı hatırlanırsa müstakbele dair karamsarlık kaçınılmaz oluyor. Her halükarda İslamofobya İslam’ının kurgusal havasına Hz. Mevlana gibi etkili savunma bariyerleri ile derhal karşılık verilmelidir. Avrupa’nın ve dünyanın görünür yerlerinde Hz. Mevlana vb. gönül sesleri bu şiddet sesine karşı çıkarılmalı ve Mevlevi ayinleri gibi sanat yönlü çalışmalarla bu uygarlık gürültüsü medeniyetin irfan sesi ile karşılanmalıdır. Fikir linçlerine girişilmekten ziyade monolog olmayan çok taraflı konuşmalarla aklıselime varılmaya çalışılması en ehven yol olacaktır. Burada zaman haklı haksız arama zamanı değil üretilen kurguya karşı hakikati gösterip temsil etmeyi zaruri kılmaktadır. Selçuklu-Osmanlı tecrübesi bize bunu öğretmiştir. Taraf olmak yerine hakikatin müşterek dili olmaya çalışmak gerçekçi ve çıkar yoldur. Hz. Mevlana’nın Mesnevisi’nde dediği gibi “(Ey Allahım!) Sen bize bakma; kendi cömertliğine ve büyüklüğüne bak.“
Zamanın getirdikleri dileriz Hz. Muhammed’in zem edildiği yere Batılıların bile tepki koyacakları kendi dindaşlarını saygıya çağıracakları bir zemini var eder.
Müslüman denilen özne, yüklemin ne?