ÖZET
İnsanoğlunun tarihsel serüveni, “özgürlük/
güvenlik sarkacı“ndaki gel-gitler etrafında şekillenmiştir. Çağımızda İnsan ve Toplum Bilimleri “
güvenlik“ temasını giderek daha bütüncül bir perspektifte değerlendirmeye başlamışlardır. Çünkü; 21. yüzyılda Küresel(leşen) Toplum’a yönelik tehditler çoğalmış ve çeşitlenmiştir. Bu tehditlerin/risklerin başında da “gıda güvenliği“ne yönelik süreçler yer almaktadır. Her boyutuyla gastronomi, artan bir retorikle disiplinler arası
stratejik bir inceleme alanı haline gelmiştir.
Günümüzde uzmanlara bakılırsa, bir “güvensizlik sendromu“ egemendir ve hangi etkenler neden olmaktaysa insanoğlu ciddi bir “ekolojik yıkım“ (ya da kıyamet) evresinin eşiğinde paniklemektedir. Ekolojik dejenerasyon, gıda güvenliğini tahdit ve tehdit etmekte ve bu olgu, çalışmamız ölçüsünde odaklanılırsa, bizi deniz ürünlerine yönelik alarm zillerinin çaldığı bir ortama taşımaktadır.
“Sürdürülebilirlik“, 21. yüzyılın yükselen mottosu olarak kabul edilmektedir. Deniz’in güvenliği; denizlerin sahip olduğu balık ve diğer su ürünlerinin hem miktarının hem de türlerinin dramatik bir biçimde azalmasıyla da ilintilidir. Söz konusu gelişmeler sadece denize kıyıdaş ülkelerin değil, Küresel Toplum’un tümünü etkilemektedir. Şöyle ki, sorun Malthusyen bir açlık beklentisinin ötesinde sonuçlara gebedir. Bir kere endüstriyel balıkçılık, ilginç bir sarmalla ekolojik bir tahrip sektörüdür. İkincisi ve bugüne değin pek vurgulanmayan kısmı, deniz ve su ürünlerinin insanoğlunun beslenme alışkanlıklarını değiştirmesidir. Postmodern yurttaşların “ne yersen osun“ gastronomik düsturu çerçevesinde mizaç/karakterlerinin de değişime uğraması kaçınılmazdır.
Kültürel antropologlar beslenme kültürleri ile
medeniyet arasındaki bağın 21. yüzyılda hangi ölçüde yeniden tesis edileceğine ilişkin fütürolojik kestirimlere henüz girişmemişlerdir. Bu çalışma denizlerin geleceği bağlamında düşünülmesi gereken bazı önemli noktalara parmak basmak, hatırlatmak amacıyla hazırlanmıştır.
Anahtar Kelimeler: Ekolojik
Güvenlik, Gıda Güveliği, Kültür, Gastronomi, Sürdürülebilirlik
1. GİRİŞ
Bu çalışma deniz güvenliğinin farklı bir boyutu üzerinde duracaktır; ekoloji ile gastronomi sarkacındaki deniz güvenliği odaklı yeni gelişmelerin neden olduğu bazı sorunsalları gündeme getirmek üzere yola çıkmıştır. Konunun güncelliği ve özgünlüğü dolayısıyla yeterince araştırılmadığı ortadadır. Çalışmada bu kapsamlı konferansın yoğun gündeminin genel çerçevesi içerisinde bazı kaygıları sizlerle paylaşmak istiyoruz.
Öncelikle şunu hatırlatmakta yarar vardır ki; ‘Deniz güvenliği’ denince kavramsal olarak insan için denizlerin güvenliği akla gelmektedir. Nitekim, bu özellikle 21.yüzyıl Küresel Toplum’unda giderek kendini daha fazla hatırlatan bir risk faktörü olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak bu bağlamda sadece insan için değil aynı zamanda da bizatihi deniz(in) güvenliği tehdit
altındadır. Bir başka deyişle bu çalışmada insan öznesine dayanan değil aynı zamanda nesneye yani denize dayalı ontolojik farklı bir bakış açısı sunulmaya çalışılacaktır.
Yöntemsel olarak aşağıdaki anlatımda disiplinler arası bir yaklaşım izlenmiştir. İnsan ve Toplum Bilimleri ile İletişim Bilimleri arasında adeta bir kesişim kümesi oluşturan bir açıdan gastronomiye, bir dil ve/ya bir söylemsel analiz çerçevesi olarak bakıldığında deniz güvenliğinin henüz üzerinde durulmayan bir boyutu karşımıza çıkmaktadır. Üzerinde pek doyurucu çalışmalar henüz tam anlamıyla yapılamadığından sorunsalımızın literatürü doğal olarak kısıtlıdır. Bu da araştırmanın sınırlılığını bize düşündürmektedir.
Çalışmanın ilk bölümünde 21.yüzyılda Küresel Toplum bağlamında “Ekolojik Yıkım ve Sürdürülebilirlik“ konusu ele alınacaktır. Bu başlık
altında “Gıda Güvenliği“, “Deniz Ekolojisi“ irdelenecektir. İkinci bölümde “Denizler/Okyanusların Tükenişi“ üzerinde durulacaktır. Takiben üçüncü bölümde “Uluslararası Sularda Balıkçılık ve Balıkların Akıbeti“, dördüncü bölümde mevcut durumun “Yeni Dünya İnsanın Beslenme Düzeni ve Alışkanlıkları“nı nasıl değiştirdiğinden ve bu konudaki ontolojik çıkarımlardan bahsedilecektir.
2. Ekolojik Yıkım ve Sürdürülebilirlik
21. yüzyılda artan ekolojik sıkıntılar nedeniyle dünyanın giderek yıpranması, uzmanların alınması gereken önlemlerin ciddiyet ve aciliyetine büyük önem atfetmelerine yol açmıştır. Küresel ısınma, atıklar, çevre kirliliği, doğanın sömürülmesi ile tabiatın bu vefasızlığa tepkisi arasında yaşanan darboğazlar medyanın sürekli gündemini işgal etmektedir. Açıkçası, artık anlaşılmıştır ki Küresel Toplum’un güvenliğine ilişkin çeşitlenerek artan tehditlerin başında ekolojik yıkım gelmektedir. Bu
güvenlik tehditleri sadece topluma değil; Ulus Devlet’e, kişiye hatta tüm âleme yöneliktir. Küresel Toplum’un sakinleri çaresizlik içerisinde çözümü ‘sürdürülebilirlik’ söyleminde aramaktadırlar. Bu sorun aynı zamanda insanların ileride açlıkla baş başa kalacağını da bize göstermektedir. Bu açıdan gastronominin fütürolojisi önemlidir.
Birleşmiş Milletler tarafından her yıl yapılan araştırmaya göre açlık çeken insanların sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Buna paralel olarak on milyonlarca insan yetersiz beslenme sınırına ulaşırken, birçok ülke
sağlıksız beslenme ile mücadele etmektedir. Dünyada Gıda Güvenliği ve Beslenmenin Durumu raporunda 2019 yılında açlık çeken kişi sayısı 690 milyon olarak kaydedilmiştir. Bu rakam 2018 yılına göre açlık çeken kişi sayısının 10 milyon, önceki 5 yıla oranla ise 60 milyon arttığını göstermektedir. Yüksek maliyetler ve düşük alım gücü nedeniyle milyarlarca kişi sağlıklı ve besleyici öğünlere erişememektedir. Açlık sorunu en çok
Asya’da görülmekle birlikte en hızlı
Afrika’da yayılmaktadır.
Konumuza denizler açısından baktığımızda denizlerin âlemin en cömert sofraları, gıda ambarı olarak tarih boyunca varlığa hizmet ettiği malumdur. Çağımızda ise ekolojik yıkımın denizleri ne kadar olumsuz etkilediği araştırmacıların gözlerinden kaçmamaktadır. Denizin ekolojisinde zaman içerisinde meydana gelen yıpratıcı etkilerin nedeni ne kadar doğru belirlenebilirse uygulanabildiği takdirde çözüm önerisi/önerileri de o kadar etkili olacaktır.
3. Denizler/Okyanusların Tükenişi
Denizlerin ve okyanusların can çekiştiğini vurgulayanlar için mesele insanın âlem ile olan ilişkisel modelinde düğümlenmektedir. Şöyle ki, insanların Mekanik Dünya Görüşü’nü benimsemesi âleme sadece hükmetmeyi değil aynı zamanda zulmetmeyi de yanında getirmekteydi. Jacques Attali’nin dediği gibi “Denizler ölebilir miydi?“ yoksa can çekişirken bile insanoğlunu var etme çabası içerisinde aslında giderek yok (olacak) olan insanlığın ve insanların haline mi üzülürlerdi?
Okyanuslar olmadan yaşamın sürdürülebilir kılınamayacağı bilimsel olarak ortadadır. Deniz insanlara hayat vermeye devam eden en önemli kaynaktır. 1 kilo pamuk veya pirinç üretmek için 5000 litre, 1 blucin için üretmek için 10 litre su kullanılmaktadır. Nüfus artışı ve
ekonomik büyümenin yanı sıra göllerin kirlenmesinden dolayı tüm dünyada suda kıtlık yaşanmaya başlamıştır. İstatistikler 1950 yılında kişi başına 16.800 metreküp su düşerken, 2017’de bu miktarın 5700 metreküpe düştüğünü göstermektedir. 2050 yılında 9 milyardan daha fazla insanın besin ihtiyacı olacağı öngörülmektedir. Karanın halihazırda yaşadığı toprak, çevre kirliliği vd sorunsallarla insanların ihtiyacını karşılayamayacağı aşikardır. Bu da deniz üretiminin ne kadar önem kazanacağının önemli göstergelerinden biridir.
Ne yazık ki birçok deniz türü daha şimdiden yok olma tehlikesi
altındadır. Hatta büyük balık nüfusunun %90’ı şimdiden yok olmuştur. Deniz omurgalılarının %24 ila %40’ının ise yakında zamanda yok olması beklenmektedir. Bu durumda yeterli balık üretimi için kültür balıkçılığına yönelim artacaktır. Bu da yanında yeni bir besin sorunsalını getirecektir; daha fazla üretim için genetik bilimi ile GDO kullanılması. Gıda ve Tarım Örgütü 2030 yılı itibariyle tüketilen balıkların sadece üçte birinin deniz kaynaklı olacağını kaydetmektedir.
Yenilecek balıkların deniz kaynaklı olup olmamasından daha vahim bir problem ise yenilenin sadece balık olmamasıdır. Çünkü soframıza gelen balıkla birlikte hatırı sayılır miktarda-atıklar nedeniyle- plastik de tüketmiş oluyoruz. Bu bir tür doğaya verdiğimizi geri alma, ektiğimizi biçme olarak da düşünülebilir. Sadece insan kaynaklı atıklar denizlerin kaçınılmaz sorunları arasındadır. 2016’da insanlar tarafından tüketilen 575 deniz türünün plastik atıkları yutmuş olduğu tespit edilmiştir. Her yıl fırtına esnasında denizlerde on bin konteynır kaybolmaktadır. Yine her yıl yarısı plastik olmak üzere 20 milyon atık denizlere ve göllere atılmaktadır. Bunların %80’i kara, %20’si deniz faaliyetlerinden kaynaklanmaktadır. Attali 2025’te 3 ton balığa karşılık 1 ton atık olacağını ve bu hızla gidilirse 2050 yılında denizlerde balıktan daha çok plastik olacağının
altını çizmektedir. Plastik birikimi sadece insanların değil balıkların sağlığı için de ciddi tehdit oluşturmaktadır. Bu sürecin kanserojen etkilerinin yanı sıra üreme kapasiteleri ve bağışıklık sistemlerine etki edebileceği de söylenmektedir.
Denizlerin can çekişmelerine neden olan etkenlerin bir diğeri de
turizmdir. VIP ölçeğinde seçkin ve zengin bir üst sınıfın tatil alışkanlıklarının başında gelen cruiseların rotaları üzerindeki suları ne ölçüde kirlettikleri üzerinde durulmaktadır. Ayrıca aşağıda gastronomi kısmında işaret edileceği gibi cruise mutfakları yöresel mutfakların fastfoodlaşması bağlamında da olumsuz sonuçlar vermektedir. Ne var ki, asıl önemli olan turizmin ucuzlaması, demokratikleşmesi ve kitlesel hale gelişinin yol açtığı yozlaşmadır. David Abulafia Büyük Deniz:
Akdeniz’de İnsanlık Tarihi adlı son derece ayrıntılı araştırmasında bu konuya dikkat çekmektedir. Kitle
turizminin en ziyade tahrip ettiği denizlerin başında uygarlıklar beşiği
Akdeniz gelmektedir.
Akdeniz’in onca tarihsel ve kültürel donanımı kitle
turizmi sayesinde özgün potansiyelini korumakta zorlanmaktadır.
...