Öz
Bu makale Sahraaltı Afrika’ya dair yeni bir tarih yazımının imkânlarını sorgulamaktadır. Bu doğrultuda, Afrika’yı özgünlüğü içinde anlamanın ve anlatmanın ipuçlarını sunmayı hedeflemektedir. Ayrıca işbu makale günümüz Afrika Devletleri özgür ve bağımsız oldukları hâlde neden hâlâ güncel dünya sistemine entegre olamadıkları ve artık sahipleri oldukları kendi kaynaklarını nasıl yönetecekleri konusuna da değinmektedir. Geçmişin tek bir tarihsel yörüngeye sahip olduğunu reddederek alternatif tarihsel yörüngeler üzerinde düşünülebilmesinin yolunu açmayı hedeflemektedir. Afrika’daki iktidar/ tahakküm yapısı olarak Afrika’daki köleliği Afrika içi ve Afrika dışı olmak üzere ikiye ayırarak incelemektedir. Makalenin devamında ise Batı Afrika’nın bilinen ilk devleti Gana İmparatorluğu’nun MS III. yüzyıldaki kuruluşundan XIII. yüzyıl başlarındaki yıkılışına kadarki geçmişini siyasi, ekonomik ve kültürel yönleriyle incelemektedir. Gana adının ne anlama geldiği ve kökenine dair değerlendirmelerde bulunularak imparatorluğun kuruluşu anlatılmıştır. Gana’nın kuruluş devrine ilişkin yazılı bir bilgi olmaması nedeniyle ilk dönemleri efsaneler üzerinden incelenmiştir. İmparatorluğun veraset sisteminin nasıl işlediğini ve İmparatorluğun ticari yaşamına değinilerek başkent Kumbi Saleh’in Batı Sahra ticaretindeki konumu ve önemi vurgulanmıştır. Son olarak İmparatorluğun askeri gücüne vurgu yapılarak yıkılış süreci ve yerinde kurulan devletlerden bahsedilmiştir.
Anahtar kelimeler: Kölelik, Madun Araştırmaları, Sahraaltı Afrika, Sömürgecilik, Tarihyazımı, Gana İmparatorluğu, Batı Afrika, Bekri.
Abstract
This article questions the possibilities of a new historiography of Sub-Saharan Africa. In this regard, it aims to provide insights into understanding and narrating Africa within its own uniqueness. Additionally, it addresses why contemporary African states, despite being free and independent, have still not fully integrated into the modern global system and how they can manage their own resources, which they now possess. Rejecting the notion that the past follows a single historical trajectory, the article seeks to open pathways for considering alternative historical trajectories. It examines slavery in Africa as a structure of power/domination by dividing it into two categories: internal African slavery and external African slavery.
In the continuation of the article, it explores the political, economic, and cultural aspects of the history of West Africa’s first known state, the Ghana Empire, from its establishment in the 3rd century AD to its decline in the early 13th century. The meaning and origin of the name "Ghana" are evaluated, and the founding of the empire is discussed. Due to the lack of written records regarding the early period of Ghana's establishment, this phase is analyzed through legends. The empire’s commercial life is examined, emphasizing the significance and role of its capital, Kumbi Saleh, in trans-Saharan trade. Finally, the article highlights the military strength of the empire and discusses its decline, along with the states that emerged in its place.
Keywords: Colonialism, Historiography, Slavery, Sub-Altern Studies, Sub-Saharan Africa, Ghana Empire, West Africa, Al-Bakri.
Afrika Kıtasının egemenliği tanınmış elli dört ulus devleti barındıran koca bir kıta olarak tanınması yerine günümüzde hâlâ tek bir ülke olarak görülmesinin başlıca sebeplerinden biri Afrika’nın kendi tarihini, hikayesini anlatmıyor oluşundandır. Bu makalenin yeni bir tarihyazımı önermek gibi büyük bir iddiayı yüklenmek yerine, Madun Araştırmaları’nın açtığı yolu takip ederek, günümüzde daha çok stratejik araştırma merkezleri bünyesinde yürütülen ve sömürgecilik eleştirisinin Batı/ Avrupa karşıtlığına indirgendiği Afrika çalışmalarına bir katkıda bulunmayı amaçlamaktadır. Ve tabi ki Batı/ Avrupa-karşıtlığının en az sömürgeci tarih kadar sınırlandırıcı ve indirgemeci olan alanına düşmeden, Afrika’yı özgünlüğü içinde anlamanın ve anlatmanın ipuçlarını sunmayı hedeflemektedir.
15. ve 16. yüzyıllarda başlayan sömürgecilik modası, 1950’li yılların sonunda artık son buldu. Bu son, dünya sistemine -Asya’dan Afrika’ya, Latin Amerika’ya uzanan geniş bir coğrafyada- yeni devletlerin girmesi anlamına geliyordu. Özellikle 1960’lı yıllardan 70’li yıllara kadar geçen dönemde Afrika politikalarına (ve çalışmalarına) damgasını vuran iki temel mesele oldu: Afrika’daki yeni devletlerin dünya sistemine nasıl dâhil edilecekleri meselesi ve kıtanın kaynaklarının etkin kullanımın nasıl sağlanacağı. Bağımsızlık süreçlerinin tamamlandığı 90’lı yıllara gelindiğindeyse, Afrika’daki devlet ve demokrasi sorunları ile kronik şiddet artık kıtanın yapısal sorunları olarak görülür olmuştu çünkü kıtanın arka arkaya askerî darbeler ve/ veya karşı devrimci hareketlerle sarsıldığı 1970’li ve 80’li yıllar, Afrika’da devlete dair hayal kırıklığı dönemi oldu. 90’lı yıllardan günümüze geçen sürece damgasını vuransa, bu yapısal sorunların kökenine inme ve buradan hareketle bu sorunlara çözüm üretme çabası oldu. Nisan-Temmuz 1994 tarihli Ruanda soykırımı kıta için adeta bir dönüm noktası oldu ve Afrika tarihini yeniden ele almak, Batı açısından başkalarının tarihini yazmak yeniden ve sömürgecilik geçmişiyle yüzleşerek yazma gerekliliğini acil bir gereklilik olarak gördü. Günümüzde, “Birleşmiş Milletler’den sonra üye sayısı ve uluslararası etkinliği bakımından öne çıkan uluslararası örgüt mahiyetindeki Afrika Birliği (AfB), ‘Afrika sorunlarına Afrika çözümleri’ üretmeye çalışmakta ve politikalarında bu ilkeyi esas almaktadır.
Batılı öznenin ötekini tanıdığını ve onu baskı altına alınanın anlatısı içine yerleştirebileceğini yönündeki düşüncesinin en görünür olduğu alanlardan biriyse şüphesiz tarihyazımıdır. Jack Goody, Batılı olmayanın nesneleştirildiği bu tür tarihyazımına “tarih hırsızlığı“ adını verir. Goody’ye göre tarih hırsızlığı “tarihin Batı tarafından ele geçirilişi anlamına gelir.“ “Bu da, geçmişin Avrupa, çoğu zaman da Batı Avrupa ölçeğinde olan bitenlere göre kavramsallaştırılıp sunulmasını, ardından da dünyanın geri kalanına dayatılmasını“ ifade eder. Afrika tarihi üzerine yapılan çalışmaların büyük bir çoğunluğunun çıkış noktasının kıtanın neredeyse kemikleşmiş sorunları olmasını da bu açıdan anlamak mümkündür. Afrika’yı sadece tek bir gerçeklik değil, aynı zamanda sorunlu bir bütün olarak ele almanın sonucu, tarih çalışmalarının da bu sorunların kökenlerini irdelemeye yönelmeleri sonucunu doğurmuştur. Bunun sonucu da Afrika tarihine bir tür “makûs talih/ tarih“ olarak yaklaşmaktır. Burada birbirini tetikleyen iki sorun vardır: İlk olarak, Afrika’nın sorunlu alan olarak ele alınması, kıtada yaşananlara “anormal“ teşhisi koymak anlamına gelir. Kıta dinamiklerinin, burada olanların anormal olarak tanımlanması, doğal olarak bir “normal“ olanın var olduğunun kabulü demektir. Bu “normal“ ise gelişmiş dünyadır. Gelişmiş dünya Batı, Batı ise sömürgecilik demektir. Dolayısıyla ve ikinci olarak, kıtanın “makûs tarihi“ üzerinden tarif edilmesi, onun çoğunlukla sömürgecilik üzerinden değerlendirilmesi sonucu doğurmuştur. Bu değerlendirmeler, Afrika’nın yalnızca sömürgeci tahakküm ilişkileri üzerinden analiz edilmesi, dahası tarihinin sömürgecilikten itibaren başlatılması anlamına gelir. Bu durumun tek sebebi sömürgeciliğin bu bölgelerin damarlarına sızmış olmasından değil, Avrupa’nın kendi devlet inşası, kapitalist gelişimi ve modernlik algısının Afrika, Asya ya da Latin Amerika tarihinin bir ‘başarısızlık’ olarak nitelendirilmesine yol açan bir tarihsel gelişim algısı yaratmış olmasıdır. Afrika’ya dair çalışmaların da yeni bir açılıma, daha doğru bir ifadeyle, öncelikli olarak Afrika tarihinin bağımsızlaşmaya ihtiyacı olmasının sebebi budur.
Madun kavramı, Gramsci tarafından, hegemonya altındaki kesimleri tanımlamak için kullanıldı. Madun Araştırmaları, Batı’da yetişmiş Hint akademisyenlerden oluşan araştırmacılar tarafından, tarihi, Avrupa-merkezci yaklaşımdan ve milliyetçi-elit tekelinden bağımsızlaştırmayı hedefliyordu. Madun Araştırmaları Kolektifi’nin bir diğer önemli ismi ise tarihe yapıbozumcu, Marksist ve feminist açılardan yaklaşan Gayatri Chakravotry Spivak’tı. Spivak, hemen hemen bütün yazılarında Hindistan tarihinin sömürgeleştirenin gözünden anlatıldığını, bu haliyle de bu tarihin aslında İngiliz yöneticilerinin tarihi olduğunu öne sürüyordu. Kısacası madun araştırmacıları, tabî kılınanların sesini duyurmaya taliptiler. Zira ister sömürgecilere direnmiş, ister onlarla işbirliği yapmış olsunlar, doğrudan doğruya sömürgeleştirilmiş topraklarda yaşayanlara söz vermeyen, onları özne olarak tarif etmeyen her tarih çalışması emperyalist hegemonyayı yeniden inşa etmeye mahkûmdu. Burada yapılması gereken, “geçmişin tek bir tarihsel yörüngeye sahip olduğunu reddederek geleceğin, o gün için geçerli iktidar yapılarının sömürgesi haline gelmesine karşı çıkan alternatif tarihsel yörüngeler üzerinde yönünden düşünülebilmesinin yolunu açmak“tır.
Dünyanın pek çok bölgesinde olduğu gibi Sahraaltı Afrika’da da zorla insan çalıştırma biçimi olarak kölelik tarih öncesi zamanlardan yakın geçmişe kadar ve değişik biçimlerde var olmuştur. Köleler aynı zamanda askerî ya da idarî kademelerde mevki edinmek için kullanılmıştır. Sahip olunan köle sayısı, köle sahibine mevki sağlamanın bir aracı olarak görülmüştür. Afrika’da köleliği Afrika içi ve Afrika dışı olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür. Afrika dışı kölelikse Transatlantik, Trans-Sahara ve Hint Okyanusu kölelik sistemleri olarak üçe ayrılır. En erken 1890’lı yıllara uzanan yazılı belgelerse, temel olarak dört ana döneme işaret eder: 1) 7. yüzyılda başlayan ve 11. Yüzyılda sistematik bir nitelik kazanıp 16. yüzyıla kadar hâkim olan Orta Çağ İslam dönemi; 2) 16. yüzyılın sonlarından 19. yüzyıl başına kadar uzanan Transatlantik dönem; 3) Köleliğin meşru ve hukukî bir nitelik kazandığı 19. yüzyıl ve son olarak 4) 1890’dan 1940’a, yani bir kurum olarak köleliğin kaldırılışına kadar geçen son safha.
Afrika yerli köleciliği, hem köleleştirmeyi, hem de kıta içinde yapılan köle ticaretini ifade eder. Afrikalı köleler savaş, ceza, kaçırma yoluyla ya da ödenemeyen borca karşılık elde edilirdi. Köleliğin temel mantığı, dışarlıklıların, kendilerini şu ya da bu şekilde içinde buldukları topluma ait hak ve ayrıcalıklardan yararlanmaya haklarının olmadığı, dolayısıyla da ekonomik, siyasi ve/ veya toplumsal gerekçelerle sömürülebilecekleri fikri üzerine kuruluydu. Dışarlıklıların ortak noktası başka bir etnik gruba ait olmaları, yani, bahsi geçen toplulukla -o topluluğa kimliğini veren, o topluluğu tanımlayan- aile bağının bulunmamasıydı. Aristokrasinin babadan oğula geçmesi gibi, kölelik de benzer bir şekilde aileden çocuğa geçiyordu. Bu durum, kölelik sistemine devamlılık kazandırıyor ve tahakküm ilişkilerini güçlendirerek yeniden üretiyordu. Köle sahiplerinin köleleri üzerinde mutlak gücü yoktu ve onları keyfî şekilde öldürmeleri de yasaktı. Kötü muamele cezaya tabiydi. Düşük yoğunluklu kölelik sitemlerinde kölelerin kasaba şefliğine yükselebildiği (Sierra Leone’daki Mende köleleri gibi), bir iktidar sembolü kabul edilen sandalyeye oturma hakkına sahip oldukları (Asante köleleri gibi) da görülür. Ancak bütün bunlar, tahakkümün zayıf olduğu değil, sadece esnek olduğu anlamına gelir.
Afrika'daki Gana İmparatorluğunu (MS 3-13. yüzyılları arasında) incelediğimizde kendisinin Batı Afrika’da bilinen ilk devlet örgütlenmesi olduğunu görürüz. İmparatorluğun kurulduğu Gana diyarı Batı Afrika’nın Atlantik Okyanusu kıyılarından uzakta ve Nijer Nehri’nin 160 km kuzeyinde Sahel otlakları ile Savana iklim bölgesinin batı kısmını içine almaktadır. Gana İmparatorluğu’nun kurulduğu coğrafya ile günümüz modern Gana’sının bulunduğu yer arasında bir alaka olmayıp ikisi farklı bölgelerde yer almaktadır. Bu iki devletin sadece isimlendirmeleri aynıdır. Batı Afrika’da oldukça geniş bir coğrafyada hüküm süren Gana’nın ünü Kahire ve Bağdat'a kadar nüfuz etmiş buralarda yaşayan coğrafyacı ve tarihçiler eserlerinde Gana’ya yer vermişlerdir. Gana kelimesinin kökeni ve kullanımı kesin olarak bilinmemekle birlikte Mande dilinde bir saygınlık unvanı olduğu ve “savaşçı kral“ anlamına geldiği düşünülmektedir. Bununla birlikte imparatorluğun yerli halkı Gana ismini kullanmayıp ülkelerini “Wagadu“ diye adlandırmışlardır. Bu adlandırma Daosi Destanı içerisindeki Wagadu efsanesinde yılan şeklini alan tanrı Wagadu Bida’ya dayanmaktadır. Birçok Soninke (Wa’kore) klanı atalarının izini sürerken Wagadu Bida efsanesine başvurmuşlardır. Birden fazla versiyonu bulunan bu efsane de ana fikir aynı kalmış uğruna genç bakire kızların kurban edildiği yılan şeklini alan Tanrı Bida’nın bir kızın taliplisi tarafından öldürülmesiyle ülkeye hâkim olan kıtlık fikri işlenmiştir.
Gana İmparatorluğu’nun bilinen bir yazı dili olmadığı için burası hakkındaki bilgiler sözlü tarihlere, arkeolojik bulgulara ve çoğunlukla Arap yazarların eserlerine dayanmaktadır. Gana İmparatorluğu'ndan ilk bahseden Arap kaynağı ise eseri günümüze ulaşmayan ancak Mes‘ûdî ve coğrafyacı Bekrî tarafından bilinip kullanılan 8. yüzyılda yaşamış astronom el-Fezârî’dir. Mürûcü’ẕ-ẕeheb eseriyle bilinen Bağdat’lı coğrafyacı ve tarihçi Mes’ûdî Gana İmparatorluğu’dan ‘’altın diyarı’’ olarak bahsetmiştir. Gana ülkesi hakkında bilgi veren bir diğer Arap coğrafyacı İbn Havkal olmuştur. Gana ülkesindeki kervanların hareket noktası olan Sicilmâse’ye eserinde ayrıntılı yer vererek bölgedeki ticaretin büyüklüğünü ve yerleşmeler arasındaki mesafelere dair bilgi vermekle yetinmiştir. Gana İmparatorluğu hakkında en çok ayrıntı veren bilgin Endülüslü coğrafyacı ve edip Ebû Ubeyd el-Bekrî olmuştur. Bekrî’nin vermiş olduğu bilgilerden ilki eserini yazdığı dönemde Gana’daki yöneticilerin kimler olduğu ve ülkede ana soylu veraset sisteminin varlığına yaptığı vurgudur. Yani ölen kralın yerine kralın kız kardeşinin oğlu geçmekteydi. Gana İmparatorluğu’nda iktidarın kralın kız kardeşinin oğluna geçiyor olması bölge için alışılmadık bir durum değildi çünkü bölgenin yaygın nüfusu Berberiler arasında da kadınlardan genellikle “kral yapıcılar“ olarak söz edilirdi, çünkü çocukların yetiştirilmesinden tamamen onlar sorumluydu.
Gana’nın savan bölgesindeki konumu, hem Kuzey Afrika hem de güneydeki ormanlık bölge ile ticari ilişkiler geliştirmesini ve böylece Sahra ötesi ticarette önemli rol oynamasını sağlamıştır. Gana bir ovada bulunduğundan, tüccarlar ticari faaliyetleri sırasında topraklarından geçmeyi kolay bulmuşlardır. Fas'ta Sicilmâse'den başlayan ve Sahra çölündeki Taghaza ve Avdagost'tan geçen batı Sahra ötesi ticaret yolunun güney terminali Kumbi Saleh olmuştur. Kumbi Saleh, Gana'nın hem başkenti hem de ana ticaret merkezi olmuştur.
Birbirinden farklı ırkların bir arada yaşadığı Gana’da toplum arasında sosyal farklılıklar ve dini ayrım bulunmaktaydı. Gana’da İslamiyet etki alanı geniş bir dini inanış olmakla birlikte ruhlara inanç (animizm) da yaygın bir şekilde topluma hâkim olmuştur. Fakat ülkede Müslümanlar animistlere göre her yönden imtiyazlı bir sınıf olmuşlardır.
Gana İmparatorluğu’nun yıkılışına giden süreci incelersek: Dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde Gao (Kavkav) ve Gana, Batı Sudan'ın iki güçlü krallığı olmuştur. Onuncu yüzyıldaysa Sahra’nın önemli ticaret merkezi Avdagost Gana İmparatorluğu topraklarına dâhil olmuştur. İmparatorluğun kuzey ve güneyindeki birkaç küçük krallık olan Tekrur, Silla, Diara ve Kaniaga fethedilerek feodal devletler haline getirilmiştir. On birinci yüzyılın ortalarına gelindiğindeyse Gana, doğal ve beşeri kaynaklarını geliştirmiş, siyasi ve askeri gücünü artırarak hükümet ve idari sistemlerini detaylandırmıştır. Bekrî’de geçen bilgiye göre Gana kralı ordusunu çağırdığında 40.000'den fazlası okçu olmak üzere 200.000 kişiyi savaş sahasına gönderebilir hale gelmiştir. Abartılı gibi görünen bu rakamlardan anlaşılmaktadır ki Gana, kayda değer bir askeri güce sahip olmuştur. 1087’de Murâbıt lideri Ebu Bekir yerel çatışmaların birinde öldürülmesi üzerine Gana topraklarındaki hâkimiyetleri zayıflamış ve ülkeye tam bir istikrarsızlık hâkim olmuştur. Murâbıtların istilasını takip eden kargaşa, ticareti sekteye uğratmış ve Gana'nın Sahra-ötesi ticarette önemli bir katılımcı olarak konumunu zayıflatmıştır. Bundan böyle aktif ticaret, tüccarlara ve mallarına koruma sağlayacak güçlü hükümetlerin olduğu doğuya doğru kaymıştır.
1076’da Gana’nın düşmesiyle daha önceleri Gana’ya uzun yıllar vergi ödeyen Susu hakimleri bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Hâkimiyetini genişletmeye başlayan Susu Devleti XII. yüzyılın sonlarında Diyârâ bölgesini 1203’te de Sumanguru liderliğinde Gana’nın başkenti Kumbi Saleh’i ele geçirmiştir. XIII. yüzyılın ortalarında gelindiğinde Susu Krallığının ortadan kalkmasıyla Gana toprakları üzerinde Mali İmparatorluğu kurulmuştur.
Sonuç
Bu çalışmada, Afrika’ya dair bilgi üretiminin nasıl üretildiğine, bu bilgi üretimindeki temel meselelere açıklık getirmeye çalışıldı. Afrika çalışmaların temel sorununun bu bölgenin tarihinin yazımı, bunun sebebinin de Afrika tarihinin genel olarak sömürgecilikten başlatılması olduğu fikrinden hareket ettik. Bu fikir bizi, yukarda da belirttiğimiz üzere, sömürgecilik gibi kuralları, yapıları son derece katı olan bir tahakküm pratiğini, kıta halklarının köleleştirilmesi üzerinden analiz etmeye götürdü. Böyle bir analiz, Afrika’ya dair algının, ancak burada kurulmuş tahakküm ağlarının ve bu tahakkümün görünümlerini ortaya sermek anlamına geliyordu. Afrika’nın köleleştirilmesi sürecinin Batılıların kıtaya ayak basmasından en az yedi asır öncesine uzanması, bizi sömürgecilik öncesi Afrika’da kölelik konusuna yönlendirdi. Böylece, hem Afrika’nın Batı öncesi tarihini irdelemek, hem de sömürgeciliğin, tahakkümün Afrika’da hangi temellere dayandığını anlamak mümkün olacaktı. Başka bir deyişle, Batılılar Afrika topraklarına vardıklarında, asırlardır süren bir pratiği devralıp geliştirmişlerdi. Bu çalışmada, bu pratiğe dair temel bilgileri sunmayı, böylelikle Afrika’daki tahakküm yapılarının izini sürmeyi ve böylelikle, Afrika’ya dair tarihsel bilginin sınırlarını genişletmeyi amaçlandı.
Diğer yandan Gana adının kökeninden başlayarak Gana İmparatorluğu’nun ne zaman kurulduğuna, İmparatorluktan bahseden arap alimlerden, İmparatorluğun başkenti ve nasıl bu kadar vaktiyle önemli bir imparatorluk olduğundan ve ani olmayan mertebeli çöküşü hakkında bilgi vermek amaçlanmıştır.
Bu makale Sahraaltı Afrika’ya dair yeni bir tarih yazımının imkânlarını sorgulamaktadır. Bu doğrultuda, Afrika’yı özgünlüğü içinde anlamanın ve anlatmanın ipuçlarını sunmayı hedeflemektedir. Ayrıca işbu makale günümüz Afrika Devletleri özgür ve bağımsız oldukları hâlde neden hâlâ güncel dünya sistemine entegre olamadıkları ve artık sahipleri oldukları kendi kaynaklarını nasıl yönetecekleri konusuna da değinmektedir. Geçmişin tek bir tarihsel yörüngeye sahip olduğunu reddederek alternatif tarihsel yörüngeler üzerinde düşünülebilmesinin yolunu açmayı hedeflemektedir. Afrika’daki iktidar/ tahakküm yapısı olarak Afrika’daki köleliği Afrika içi ve Afrika dışı olmak üzere ikiye ayırarak incelemektedir. Makalenin devamında ise Batı Afrika’nın bilinen ilk devleti Gana İmparatorluğu’nun MS III. yüzyıldaki kuruluşundan XIII. yüzyıl başlarındaki yıkılışına kadarki geçmişini siyasi, ekonomik ve kültürel yönleriyle incelemektedir. Gana adının ne anlama geldiği ve kökenine dair değerlendirmelerde bulunularak imparatorluğun kuruluşu anlatılmıştır. Gana’nın kuruluş devrine ilişkin yazılı bir bilgi olmaması nedeniyle ilk dönemleri efsaneler üzerinden incelenmiştir. İmparatorluğun veraset sisteminin nasıl işlediğini ve İmparatorluğun ticari yaşamına değinilerek başkent Kumbi Saleh’in Batı Sahra ticaretindeki konumu ve önemi vurgulanmıştır. Son olarak İmparatorluğun askeri gücüne vurgu yapılarak yıkılış süreci ve yerinde kurulan devletlerden bahsedilmiştir.
Anahtar kelimeler: Kölelik, Madun Araştırmaları, Sahraaltı Afrika, Sömürgecilik, Tarihyazımı, Gana İmparatorluğu, Batı Afrika, Bekri.
Abstract
This article questions the possibilities of a new historiography of Sub-Saharan Africa. In this regard, it aims to provide insights into understanding and narrating Africa within its own uniqueness. Additionally, it addresses why contemporary African states, despite being free and independent, have still not fully integrated into the modern global system and how they can manage their own resources, which they now possess. Rejecting the notion that the past follows a single historical trajectory, the article seeks to open pathways for considering alternative historical trajectories. It examines slavery in Africa as a structure of power/domination by dividing it into two categories: internal African slavery and external African slavery.
In the continuation of the article, it explores the political, economic, and cultural aspects of the history of West Africa’s first known state, the Ghana Empire, from its establishment in the 3rd century AD to its decline in the early 13th century. The meaning and origin of the name "Ghana" are evaluated, and the founding of the empire is discussed. Due to the lack of written records regarding the early period of Ghana's establishment, this phase is analyzed through legends. The empire’s commercial life is examined, emphasizing the significance and role of its capital, Kumbi Saleh, in trans-Saharan trade. Finally, the article highlights the military strength of the empire and discusses its decline, along with the states that emerged in its place.
Keywords: Colonialism, Historiography, Slavery, Sub-Altern Studies, Sub-Saharan Africa, Ghana Empire, West Africa, Al-Bakri.
Afrika Kıtasının egemenliği tanınmış elli dört ulus devleti barındıran koca bir kıta olarak tanınması yerine günümüzde hâlâ tek bir ülke olarak görülmesinin başlıca sebeplerinden biri Afrika’nın kendi tarihini, hikayesini anlatmıyor oluşundandır. Bu makalenin yeni bir tarihyazımı önermek gibi büyük bir iddiayı yüklenmek yerine, Madun Araştırmaları’nın açtığı yolu takip ederek, günümüzde daha çok stratejik araştırma merkezleri bünyesinde yürütülen ve sömürgecilik eleştirisinin Batı/ Avrupa karşıtlığına indirgendiği Afrika çalışmalarına bir katkıda bulunmayı amaçlamaktadır. Ve tabi ki Batı/ Avrupa-karşıtlığının en az sömürgeci tarih kadar sınırlandırıcı ve indirgemeci olan alanına düşmeden, Afrika’yı özgünlüğü içinde anlamanın ve anlatmanın ipuçlarını sunmayı hedeflemektedir.
15. ve 16. yüzyıllarda başlayan sömürgecilik modası, 1950’li yılların sonunda artık son buldu. Bu son, dünya sistemine -Asya’dan Afrika’ya, Latin Amerika’ya uzanan geniş bir coğrafyada- yeni devletlerin girmesi anlamına geliyordu. Özellikle 1960’lı yıllardan 70’li yıllara kadar geçen dönemde Afrika politikalarına (ve çalışmalarına) damgasını vuran iki temel mesele oldu: Afrika’daki yeni devletlerin dünya sistemine nasıl dâhil edilecekleri meselesi ve kıtanın kaynaklarının etkin kullanımın nasıl sağlanacağı. Bağımsızlık süreçlerinin tamamlandığı 90’lı yıllara gelindiğindeyse, Afrika’daki devlet ve demokrasi sorunları ile kronik şiddet artık kıtanın yapısal sorunları olarak görülür olmuştu çünkü kıtanın arka arkaya askerî darbeler ve/ veya karşı devrimci hareketlerle sarsıldığı 1970’li ve 80’li yıllar, Afrika’da devlete dair hayal kırıklığı dönemi oldu. 90’lı yıllardan günümüze geçen sürece damgasını vuransa, bu yapısal sorunların kökenine inme ve buradan hareketle bu sorunlara çözüm üretme çabası oldu. Nisan-Temmuz 1994 tarihli Ruanda soykırımı kıta için adeta bir dönüm noktası oldu ve Afrika tarihini yeniden ele almak, Batı açısından başkalarının tarihini yazmak yeniden ve sömürgecilik geçmişiyle yüzleşerek yazma gerekliliğini acil bir gereklilik olarak gördü. Günümüzde, “Birleşmiş Milletler’den sonra üye sayısı ve uluslararası etkinliği bakımından öne çıkan uluslararası örgüt mahiyetindeki Afrika Birliği (AfB), ‘Afrika sorunlarına Afrika çözümleri’ üretmeye çalışmakta ve politikalarında bu ilkeyi esas almaktadır.
Batılı öznenin ötekini tanıdığını ve onu baskı altına alınanın anlatısı içine yerleştirebileceğini yönündeki düşüncesinin en görünür olduğu alanlardan biriyse şüphesiz tarihyazımıdır. Jack Goody, Batılı olmayanın nesneleştirildiği bu tür tarihyazımına “tarih hırsızlığı“ adını verir. Goody’ye göre tarih hırsızlığı “tarihin Batı tarafından ele geçirilişi anlamına gelir.“ “Bu da, geçmişin Avrupa, çoğu zaman da Batı Avrupa ölçeğinde olan bitenlere göre kavramsallaştırılıp sunulmasını, ardından da dünyanın geri kalanına dayatılmasını“ ifade eder. Afrika tarihi üzerine yapılan çalışmaların büyük bir çoğunluğunun çıkış noktasının kıtanın neredeyse kemikleşmiş sorunları olmasını da bu açıdan anlamak mümkündür. Afrika’yı sadece tek bir gerçeklik değil, aynı zamanda sorunlu bir bütün olarak ele almanın sonucu, tarih çalışmalarının da bu sorunların kökenlerini irdelemeye yönelmeleri sonucunu doğurmuştur. Bunun sonucu da Afrika tarihine bir tür “makûs talih/ tarih“ olarak yaklaşmaktır. Burada birbirini tetikleyen iki sorun vardır: İlk olarak, Afrika’nın sorunlu alan olarak ele alınması, kıtada yaşananlara “anormal“ teşhisi koymak anlamına gelir. Kıta dinamiklerinin, burada olanların anormal olarak tanımlanması, doğal olarak bir “normal“ olanın var olduğunun kabulü demektir. Bu “normal“ ise gelişmiş dünyadır. Gelişmiş dünya Batı, Batı ise sömürgecilik demektir. Dolayısıyla ve ikinci olarak, kıtanın “makûs tarihi“ üzerinden tarif edilmesi, onun çoğunlukla sömürgecilik üzerinden değerlendirilmesi sonucu doğurmuştur. Bu değerlendirmeler, Afrika’nın yalnızca sömürgeci tahakküm ilişkileri üzerinden analiz edilmesi, dahası tarihinin sömürgecilikten itibaren başlatılması anlamına gelir. Bu durumun tek sebebi sömürgeciliğin bu bölgelerin damarlarına sızmış olmasından değil, Avrupa’nın kendi devlet inşası, kapitalist gelişimi ve modernlik algısının Afrika, Asya ya da Latin Amerika tarihinin bir ‘başarısızlık’ olarak nitelendirilmesine yol açan bir tarihsel gelişim algısı yaratmış olmasıdır. Afrika’ya dair çalışmaların da yeni bir açılıma, daha doğru bir ifadeyle, öncelikli olarak Afrika tarihinin bağımsızlaşmaya ihtiyacı olmasının sebebi budur.
Madun kavramı, Gramsci tarafından, hegemonya altındaki kesimleri tanımlamak için kullanıldı. Madun Araştırmaları, Batı’da yetişmiş Hint akademisyenlerden oluşan araştırmacılar tarafından, tarihi, Avrupa-merkezci yaklaşımdan ve milliyetçi-elit tekelinden bağımsızlaştırmayı hedefliyordu. Madun Araştırmaları Kolektifi’nin bir diğer önemli ismi ise tarihe yapıbozumcu, Marksist ve feminist açılardan yaklaşan Gayatri Chakravotry Spivak’tı. Spivak, hemen hemen bütün yazılarında Hindistan tarihinin sömürgeleştirenin gözünden anlatıldığını, bu haliyle de bu tarihin aslında İngiliz yöneticilerinin tarihi olduğunu öne sürüyordu. Kısacası madun araştırmacıları, tabî kılınanların sesini duyurmaya taliptiler. Zira ister sömürgecilere direnmiş, ister onlarla işbirliği yapmış olsunlar, doğrudan doğruya sömürgeleştirilmiş topraklarda yaşayanlara söz vermeyen, onları özne olarak tarif etmeyen her tarih çalışması emperyalist hegemonyayı yeniden inşa etmeye mahkûmdu. Burada yapılması gereken, “geçmişin tek bir tarihsel yörüngeye sahip olduğunu reddederek geleceğin, o gün için geçerli iktidar yapılarının sömürgesi haline gelmesine karşı çıkan alternatif tarihsel yörüngeler üzerinde yönünden düşünülebilmesinin yolunu açmak“tır.
Dünyanın pek çok bölgesinde olduğu gibi Sahraaltı Afrika’da da zorla insan çalıştırma biçimi olarak kölelik tarih öncesi zamanlardan yakın geçmişe kadar ve değişik biçimlerde var olmuştur. Köleler aynı zamanda askerî ya da idarî kademelerde mevki edinmek için kullanılmıştır. Sahip olunan köle sayısı, köle sahibine mevki sağlamanın bir aracı olarak görülmüştür. Afrika’da köleliği Afrika içi ve Afrika dışı olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür. Afrika dışı kölelikse Transatlantik, Trans-Sahara ve Hint Okyanusu kölelik sistemleri olarak üçe ayrılır. En erken 1890’lı yıllara uzanan yazılı belgelerse, temel olarak dört ana döneme işaret eder: 1) 7. yüzyılda başlayan ve 11. Yüzyılda sistematik bir nitelik kazanıp 16. yüzyıla kadar hâkim olan Orta Çağ İslam dönemi; 2) 16. yüzyılın sonlarından 19. yüzyıl başına kadar uzanan Transatlantik dönem; 3) Köleliğin meşru ve hukukî bir nitelik kazandığı 19. yüzyıl ve son olarak 4) 1890’dan 1940’a, yani bir kurum olarak köleliğin kaldırılışına kadar geçen son safha.
Afrika yerli köleciliği, hem köleleştirmeyi, hem de kıta içinde yapılan köle ticaretini ifade eder. Afrikalı köleler savaş, ceza, kaçırma yoluyla ya da ödenemeyen borca karşılık elde edilirdi. Köleliğin temel mantığı, dışarlıklıların, kendilerini şu ya da bu şekilde içinde buldukları topluma ait hak ve ayrıcalıklardan yararlanmaya haklarının olmadığı, dolayısıyla da ekonomik, siyasi ve/ veya toplumsal gerekçelerle sömürülebilecekleri fikri üzerine kuruluydu. Dışarlıklıların ortak noktası başka bir etnik gruba ait olmaları, yani, bahsi geçen toplulukla -o topluluğa kimliğini veren, o topluluğu tanımlayan- aile bağının bulunmamasıydı. Aristokrasinin babadan oğula geçmesi gibi, kölelik de benzer bir şekilde aileden çocuğa geçiyordu. Bu durum, kölelik sistemine devamlılık kazandırıyor ve tahakküm ilişkilerini güçlendirerek yeniden üretiyordu. Köle sahiplerinin köleleri üzerinde mutlak gücü yoktu ve onları keyfî şekilde öldürmeleri de yasaktı. Kötü muamele cezaya tabiydi. Düşük yoğunluklu kölelik sitemlerinde kölelerin kasaba şefliğine yükselebildiği (Sierra Leone’daki Mende köleleri gibi), bir iktidar sembolü kabul edilen sandalyeye oturma hakkına sahip oldukları (Asante köleleri gibi) da görülür. Ancak bütün bunlar, tahakkümün zayıf olduğu değil, sadece esnek olduğu anlamına gelir.
Afrika'daki Gana İmparatorluğunu (MS 3-13. yüzyılları arasında) incelediğimizde kendisinin Batı Afrika’da bilinen ilk devlet örgütlenmesi olduğunu görürüz. İmparatorluğun kurulduğu Gana diyarı Batı Afrika’nın Atlantik Okyanusu kıyılarından uzakta ve Nijer Nehri’nin 160 km kuzeyinde Sahel otlakları ile Savana iklim bölgesinin batı kısmını içine almaktadır. Gana İmparatorluğu’nun kurulduğu coğrafya ile günümüz modern Gana’sının bulunduğu yer arasında bir alaka olmayıp ikisi farklı bölgelerde yer almaktadır. Bu iki devletin sadece isimlendirmeleri aynıdır. Batı Afrika’da oldukça geniş bir coğrafyada hüküm süren Gana’nın ünü Kahire ve Bağdat'a kadar nüfuz etmiş buralarda yaşayan coğrafyacı ve tarihçiler eserlerinde Gana’ya yer vermişlerdir. Gana kelimesinin kökeni ve kullanımı kesin olarak bilinmemekle birlikte Mande dilinde bir saygınlık unvanı olduğu ve “savaşçı kral“ anlamına geldiği düşünülmektedir. Bununla birlikte imparatorluğun yerli halkı Gana ismini kullanmayıp ülkelerini “Wagadu“ diye adlandırmışlardır. Bu adlandırma Daosi Destanı içerisindeki Wagadu efsanesinde yılan şeklini alan tanrı Wagadu Bida’ya dayanmaktadır. Birçok Soninke (Wa’kore) klanı atalarının izini sürerken Wagadu Bida efsanesine başvurmuşlardır. Birden fazla versiyonu bulunan bu efsane de ana fikir aynı kalmış uğruna genç bakire kızların kurban edildiği yılan şeklini alan Tanrı Bida’nın bir kızın taliplisi tarafından öldürülmesiyle ülkeye hâkim olan kıtlık fikri işlenmiştir.
Gana İmparatorluğu’nun bilinen bir yazı dili olmadığı için burası hakkındaki bilgiler sözlü tarihlere, arkeolojik bulgulara ve çoğunlukla Arap yazarların eserlerine dayanmaktadır. Gana İmparatorluğu'ndan ilk bahseden Arap kaynağı ise eseri günümüze ulaşmayan ancak Mes‘ûdî ve coğrafyacı Bekrî tarafından bilinip kullanılan 8. yüzyılda yaşamış astronom el-Fezârî’dir. Mürûcü’ẕ-ẕeheb eseriyle bilinen Bağdat’lı coğrafyacı ve tarihçi Mes’ûdî Gana İmparatorluğu’dan ‘’altın diyarı’’ olarak bahsetmiştir. Gana ülkesi hakkında bilgi veren bir diğer Arap coğrafyacı İbn Havkal olmuştur. Gana ülkesindeki kervanların hareket noktası olan Sicilmâse’ye eserinde ayrıntılı yer vererek bölgedeki ticaretin büyüklüğünü ve yerleşmeler arasındaki mesafelere dair bilgi vermekle yetinmiştir. Gana İmparatorluğu hakkında en çok ayrıntı veren bilgin Endülüslü coğrafyacı ve edip Ebû Ubeyd el-Bekrî olmuştur. Bekrî’nin vermiş olduğu bilgilerden ilki eserini yazdığı dönemde Gana’daki yöneticilerin kimler olduğu ve ülkede ana soylu veraset sisteminin varlığına yaptığı vurgudur. Yani ölen kralın yerine kralın kız kardeşinin oğlu geçmekteydi. Gana İmparatorluğu’nda iktidarın kralın kız kardeşinin oğluna geçiyor olması bölge için alışılmadık bir durum değildi çünkü bölgenin yaygın nüfusu Berberiler arasında da kadınlardan genellikle “kral yapıcılar“ olarak söz edilirdi, çünkü çocukların yetiştirilmesinden tamamen onlar sorumluydu.
Gana’nın savan bölgesindeki konumu, hem Kuzey Afrika hem de güneydeki ormanlık bölge ile ticari ilişkiler geliştirmesini ve böylece Sahra ötesi ticarette önemli rol oynamasını sağlamıştır. Gana bir ovada bulunduğundan, tüccarlar ticari faaliyetleri sırasında topraklarından geçmeyi kolay bulmuşlardır. Fas'ta Sicilmâse'den başlayan ve Sahra çölündeki Taghaza ve Avdagost'tan geçen batı Sahra ötesi ticaret yolunun güney terminali Kumbi Saleh olmuştur. Kumbi Saleh, Gana'nın hem başkenti hem de ana ticaret merkezi olmuştur.
Birbirinden farklı ırkların bir arada yaşadığı Gana’da toplum arasında sosyal farklılıklar ve dini ayrım bulunmaktaydı. Gana’da İslamiyet etki alanı geniş bir dini inanış olmakla birlikte ruhlara inanç (animizm) da yaygın bir şekilde topluma hâkim olmuştur. Fakat ülkede Müslümanlar animistlere göre her yönden imtiyazlı bir sınıf olmuşlardır.
Gana İmparatorluğu’nun yıkılışına giden süreci incelersek: Dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde Gao (Kavkav) ve Gana, Batı Sudan'ın iki güçlü krallığı olmuştur. Onuncu yüzyıldaysa Sahra’nın önemli ticaret merkezi Avdagost Gana İmparatorluğu topraklarına dâhil olmuştur. İmparatorluğun kuzey ve güneyindeki birkaç küçük krallık olan Tekrur, Silla, Diara ve Kaniaga fethedilerek feodal devletler haline getirilmiştir. On birinci yüzyılın ortalarına gelindiğindeyse Gana, doğal ve beşeri kaynaklarını geliştirmiş, siyasi ve askeri gücünü artırarak hükümet ve idari sistemlerini detaylandırmıştır. Bekrî’de geçen bilgiye göre Gana kralı ordusunu çağırdığında 40.000'den fazlası okçu olmak üzere 200.000 kişiyi savaş sahasına gönderebilir hale gelmiştir. Abartılı gibi görünen bu rakamlardan anlaşılmaktadır ki Gana, kayda değer bir askeri güce sahip olmuştur. 1087’de Murâbıt lideri Ebu Bekir yerel çatışmaların birinde öldürülmesi üzerine Gana topraklarındaki hâkimiyetleri zayıflamış ve ülkeye tam bir istikrarsızlık hâkim olmuştur. Murâbıtların istilasını takip eden kargaşa, ticareti sekteye uğratmış ve Gana'nın Sahra-ötesi ticarette önemli bir katılımcı olarak konumunu zayıflatmıştır. Bundan böyle aktif ticaret, tüccarlara ve mallarına koruma sağlayacak güçlü hükümetlerin olduğu doğuya doğru kaymıştır.
1076’da Gana’nın düşmesiyle daha önceleri Gana’ya uzun yıllar vergi ödeyen Susu hakimleri bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Hâkimiyetini genişletmeye başlayan Susu Devleti XII. yüzyılın sonlarında Diyârâ bölgesini 1203’te de Sumanguru liderliğinde Gana’nın başkenti Kumbi Saleh’i ele geçirmiştir. XIII. yüzyılın ortalarında gelindiğinde Susu Krallığının ortadan kalkmasıyla Gana toprakları üzerinde Mali İmparatorluğu kurulmuştur.
Sonuç
Bu çalışmada, Afrika’ya dair bilgi üretiminin nasıl üretildiğine, bu bilgi üretimindeki temel meselelere açıklık getirmeye çalışıldı. Afrika çalışmaların temel sorununun bu bölgenin tarihinin yazımı, bunun sebebinin de Afrika tarihinin genel olarak sömürgecilikten başlatılması olduğu fikrinden hareket ettik. Bu fikir bizi, yukarda da belirttiğimiz üzere, sömürgecilik gibi kuralları, yapıları son derece katı olan bir tahakküm pratiğini, kıta halklarının köleleştirilmesi üzerinden analiz etmeye götürdü. Böyle bir analiz, Afrika’ya dair algının, ancak burada kurulmuş tahakküm ağlarının ve bu tahakkümün görünümlerini ortaya sermek anlamına geliyordu. Afrika’nın köleleştirilmesi sürecinin Batılıların kıtaya ayak basmasından en az yedi asır öncesine uzanması, bizi sömürgecilik öncesi Afrika’da kölelik konusuna yönlendirdi. Böylece, hem Afrika’nın Batı öncesi tarihini irdelemek, hem de sömürgeciliğin, tahakkümün Afrika’da hangi temellere dayandığını anlamak mümkün olacaktı. Başka bir deyişle, Batılılar Afrika topraklarına vardıklarında, asırlardır süren bir pratiği devralıp geliştirmişlerdi. Bu çalışmada, bu pratiğe dair temel bilgileri sunmayı, böylelikle Afrika’daki tahakküm yapılarının izini sürmeyi ve böylelikle, Afrika’ya dair tarihsel bilginin sınırlarını genişletmeyi amaçlandı.
Diğer yandan Gana adının kökeninden başlayarak Gana İmparatorluğu’nun ne zaman kurulduğuna, İmparatorluktan bahseden arap alimlerden, İmparatorluğun başkenti ve nasıl bu kadar vaktiyle önemli bir imparatorluk olduğundan ve ani olmayan mertebeli çöküşü hakkında bilgi vermek amaçlanmıştır.