Avrasya kıtası tarih boyunca, sahip olduğu kaynaklar itibarıyla, bünyesinde güç merkezlerinin oluşması için uygun bir alanı oluşturmuştur. Avrasya içerindeki güçlerin kendi aralarında bitmeyen mücadeleleri sonucunda ise tarihte ilk defa bu kıta dışında bir güç merkezi ortaya çıkmıştır. Ancak, jeostratejik bir zorunluluk olarak, Avrasya dışındaki bir güç merkezi ancak ve ancak Avrasya içindeki güçlerin birbiri ile rekabet etmesi, birbirini zayıflatması veya mücadelelerde Avrasya içerindeki bazı güç unsurlarını kendi yanında müttefik olarak tutulabilmesi durumunda ayakta kalabilecektir. II. Dünya Savaşı sonunda ortaya çıkan/çıkarılan Sovyetler Birliği korkusu bunu bir süreliğine sağlamıştır. Fakat, “Soğuk Savaş Dönemi“ bittikten sonra bu denge bozulmuş ve rakipsiz kalan Batı’nın çökme tehlikesi yaşadığı, çeşitli düzeylerde dile getirilmeye başlanmıştır. Hemen arkasından gelen meydan okumalar ise Avrasya bölgesine yönelik müdahaleleri tekrar gündeme getirmiş ve giderek artan rekabet ortamı, günümüzde Arctic ve Baltık Denizlerinden başlayarak, Akdeniz üzerinden Hint Okyanusu ve Pasifiğe uzanan, görünür bir kırılmayı oluşturmuştur.
Bu çalışmanın amacı, Avrasya dışında bir güç merkezi oluşmasının nasıl sağlandığı yanında bundan sonraki süreçte Avrasya bölgesindeki güç mücadelesinin yöntemlerini ve bu maksatla kullanılan argümanları ortaya koymaktır. Çalışmada, son 200 yıldır, Avrasya bölgesinde meydana gelen kırılma noktaları üzerinde durularak, buna yönelik stratejiler, güvenlik belgeleri, konferanslar ve zirveler ve tatbikatların analizi yapılacak ve bundan sonrasına ilişkin jeopolitik tahminler ortaya konulmaya çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Güç Merkezleri, Büyük Kırılma, Rekabet, Soğuk Savaş Sonrası Dönem, Jeopolitik Gereklilik
STRUGGLE OF POWER CENTERS AND THE GREAT BREAK IN EURASIA
Abstract
Throughout history, the Eurasian continent has created a suitable area for the formation of power centers, thanks to its resources. As a result of the endless power struggles between the powers within Eurasia, a power center was formed outside this continent for the first time in history. However, as a geostrategic necessity, a power center outside Eurasia can only survive if the powers within Eurasia compete with each other, weaken each other, or keep some power elements within Eurasia as allies in struggles. II. The fear of the Soviet Union at the end of World War II ensured this for a while. However, after the "Cold War Era" ended, this balance was disrupted and it began to be expressed at various levels that the West, which remained unrivaled, was in danger of collapse. The challenges that followed immediately brought interventions into the Eurasian region to the agenda, and the increasingly competitive environment has created a visible rift, starting from the Arctic and Baltic Seas, extending through the Mediterranean to the Indian Ocean and the Pacific.
The aim of this study is to reveal the methods of the power struggle during the last 200 years in the Eurasian region and the arguments used for this purpose. In the study, the breaking points that have occurred in the Eurasian region since the Post-Cold War period will be emphasized, strategies, security documents, conferences, summits and exercises will be analyzed and geopolitical predictions for the future will be tried to be put forward.
Key Words: Power Centers, Great Break, Competition, Post-Cold War Period, Geopolitical Necessity
GÜÇ MERKEZLERİNİN MÜCADELESİ VE AVRASYA’DA BÜYÜK KIRILMA
Giriş
Strateji ile coğrafya arasındaki bağı, coğrafyanın ülkelerin stratejileri üzerindeki etkilerini analiz etmek suretiyle, jeostrateji kurar. Avrasya, coğrafi anlamda temel olarak Avrupa ve Asya kıtalarının birleşimini ifade etmektedir. Avrasya bir siyasi coğrafya olarak dünya hâkimiyetinin belirlendiği bir alan olarak nitelendirilebilir (Özder, 2013: 66). Toplumların tabiyatları yaşadıkları çevreye göre şekillenir. Avrasya yapısı itibarıyla tarih boyunca güç merkezlerini bünyesinde barındırmıştır. “Avrasya“ deyimi Alman Alexander Von Humbolt (1769-1859) tarafından literatüre sokulmuştur (Orta Asya deyimi de ilk defa 1843 yılında aynı bilim insanı tarafından ortaya atılmıştır). Humbolt’un, Avrasya kavramını; biraz da Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu idealine yönelik olarak, Avrupa-Asya bileşeni üzerine inşa ettiği de görülür.
Avrasya kıtasının mekânsal ve tarihsel derinliğini ve birikimini sürekli göz önünde bulundurmak gerekir. Bu derinlik ve potansiyel nedeniyle dünyanın bütün büyük medeniyetleri ve güç merkezleri Avrasya’da ya da Avrasya etkisiyle kurulmuştur. Diğer taraftan, Avrasya bölgesinin tarihsel olarak birbirine karşı kullanılabilecek kültürel çatışma potansiyeline de sahip olduğu gerçeğini unutmamak gerekir. Bugün açık olarak dünyanın en dinamik ve gelecek vaat eden yapıları bu bölgede bulunmaktadır (Brzezinski, 1997: 52). Dünya GSMH’sının %60’tan fazlası, bilinen enerji kaynaklarını n %75’i bu bölgededir. 8 milyarlık dünya nüfusunun yaklaşık sadece 1 milyarı Amerika kıtasında yaşamaktadır. Dolayısıyla Avrasya’ya hükmeden bir güç dünyadaki en verimli üç ekonomik bölgeden ikisini, genç bir nüfusu ve kaynakları kontrol edecektir.
Ayrıntıları açıklanan bu yapı nedeniyle Avrasya kıtası dışından bir güç merkezinin ortaya çıkması ve sürekli bir güç merkezi olarak kalması mümkün gözükmemektedir. Böyle bir durum ancak ve ancak;
- Avrasya’daki güç merkezlerinin birbirlerini karşı mücadele ederek, birbirlerinin zayıflatmaları,
- Ya da Avrasya dışında oluşmuş güç merkezinin, Avrasya içindeki bazı güç unsurlarını müttefik olarak yanına alması sayesinde mümkün olabilecektir. Zaten bugüne kadar yapılan da budur.
Avrasya dışında bir güç merkezi oluşturulmasının hazırlıkları
Viyana Kongresi Napolyon’un yenilgiye uğratılmasının ardından Avrupa’da düzenin yeniden sağlanması maksadıyla toplanmıştı (Driault, 1919: 603-606). Ancak temelde maksatlar farklı olduğundan sonuç da şüphesiz farklı olmuş, İngiltere, Fransa ve Rusya’nın emperyal istekleri nedeniyle Viyana Kongresinden sonra Avrupa’da huzursuzluk başlamış ve sonuçları günümüze ulaşacak şekilde mevcut barış ortamı bozulmuştur. Bir anlamda o dönemde Avrupa içinde derin bir çatlağın oluştuğunu söyleyebiliriz. Burada ortamın bazı devletler açısından aşırı kazançlı bir duruma dönüşmüş olması en büyük yanılgıdır.
Uluslararası sistemde bir devletin güvenlik stratejisi oluşturmasının anlamı, o devletin gücüyle orantılı olarak hedefleri ve bu hedeflere ulaşma kararlılığının güçlü bir şekilde ortaya konulmasıdır.
Bu anlamda, Viyana Kongresiyle oluşan bu dengesizliği ve çatlağı en iyi gören ve oluşturduğu stratejilerle geleceğe yönelik olarak değerlendiren Amerikan yönetimi olmuştur. Napolyon Savaşlarının devam ettiği dönemde ABD, Atlas Okyanusu kıyısında bugünkü sınırlarının 1/3 büyüklüğünde bir alana sahipti. Savaş esnasında ABD, Fransa’dan, bugünkü 15 eyaletin yer aldığı 2.147.000 km2’lik bir alanı sahip Louisiana bölgesini 15 milyon dolara satın almıştı. Bu görüşmelerde en önemli rolü oynayan, o dönemde Fransa’ya özel görüşmeci olarak gönderilen ve daha önce de Fransa’da büyükelçi olarak görev yapan James Monroe’ydi (1917-1825). James Monroe gerçekten de başarılı bir Amerikalı diplomat ve siyasetçiydi. Fransa’dan toprakları aldıktan sonra benzer bir görev için İspanya’ya da gönderilmiş ancak İspanya anlaşmaya yanaşmamıştı. Monroe, ABD’nin bir güç merkezi olmasını sağlayacak olan ekibin temel personeli konumundaydı. Aldığı stratejik görevlerde, ABD Bağımsızlık Bildirgesini kaleme almış olan ABD’nin kurucu babalarından ve ABD Başkanlığı yapmış olan Thomas Jefferson (1743-1826) kendisine akıl hocalığı yapıyordu. Ardından 1817-1825 yılları arasında ABD Başkanı seçildi. Monroe, “Amerika Amerikalılarındır“ diyordu. Başkan seçilmesinin hemen ardından 1819 yılında Florida eyaletini 5 milyon dolara İspanya’dan satın aldı. 1820 yılında yeniden başkan seçildi. 1823 yılında yayınladığı başkanlık mesajıyla (The Monroe Doctrine, December 2, 1823), ABD’nin Avrupa sorunlarının dışında kalması ve Amerika kıtasının Avrupa kıtasından gelebilecek etkilere kapatılmasına dair ilkeleri ortaya koydu. Buna 1869 yılına kadar bu doktrin ile ilişkilendirilmeyen, Amerika kıtasındaki sömürgelerin birbirine devri konusu da dahildi. Bu açıkça ABD’ne bir güç merkezi olmaya giden yolu açıyordu ancak, o dönem başka hesapları olan İngiltere, Fransa, İspanya gibi ülkeler her nedense büyük bir stratejik hata ile bu öngörüye sahip olamadılar. O dönemde güçlü bir ABD ordusunun ve donanmasının olmaması bu doktrinin fazla ciddiye alınmamasının başlıca nedeniydi.
ABD yönetimi, 1824 yılında Meksika’ya ait Teksas eyaletine göçmenler göndererek burayı önce bağımsız ilan ettirdi ve sonrasında 1844 yılında kendi topraklarına kattı. ABD’nin kurucu Babaları George Washington, Thomas Jefferson gibi önde gelen isimler, Amerikalıların Tanrı tarafından seçilmiş ve kutsanmış bir halk olarak dünya düzenini yaymak üzere görevlendirildiklerini ifade ediyorlardı (Şahin, 2019: 64). Aynı şekilde ilk defa 1845 yılında Teksas’ın ilhakı sonrasında Amerikalı gazeteci John L. O’Sullivan tarafından kullanılan “Manifest Destiny“ kavramı da gelişmemiş toplumların aydınlatması görevinin de Tanrı tarafından Amerikalılara verildiğini söylüyordu.
Amerikan büyümesi planlandığı şekilde devam ediyordu. Kaliforniya, 1848 yılında 15 milyon dolara Meksikalılardan alındı. Alaska da 1867 yılında Ruslardan 7.2 milyon dolara alındı. Puerto Rico ise İspanyollardan savaş tazminatı olarak alındıktan sonra, Filipinler 20 milyon dolara İspanyollardan satın alındı (Uçarol,2005: 224-233). Havai adası da ABD tarafından, Japonlar ele geçirmesin diye, ele geçirildi.
Böylece ABD neredeyse bugünkü genişliğine yaklaşmış oluyordu. Bu kolay büyüme gerek kuruluş aşamasında gerekse sonrasında Avrupalı büyük güçlerin kendi aralarındaki mücadeleleri nedeniyle, hiçbir güç unsuruna nasip olmayacak şekilde çok rahat bir şekilde gerçekleşmiştir. Devletler, oluşturmak veya değiştirmek istedikleri statükoyu haklı göstermek için normatif, kuramsal, jeopolitik ve jeostratejik düşünceleri kullanırlar (Şahin, 2019: 63). ABD’nin bunu en iyi şekilde kullandığı görülür.
Alaska alınırken Başkan Johnson, bu yerlerin yabancı kontrolünde olmasının ABD’nin büyümesini engelleyeceğini ve etkisini azaltacağını söylerken, 1903 yılına gelindiğinde Roesevelt, “Pasifik Amerika’nın Akdeniz’i olacaktır.“ diyerek hedef büyültmüştü (Uslubaş ve Dağ, 2007: 326,327). Gelişme için bulduğu ortamda artık ABD, birçok ülkeden daha fazla enerji tüketiyordu. 1861 yılındaki iç savaş ile 20. yüzyıl arasındaki 40 yıllık sürede, kömür üretimi yüzde 800, çelik ray 500, demir yolu uzunluğu 560, buğday üretimi ise 250 kat artmıştı. Hiçbir ülke bunu küresel etkiye çevirmeden ayakta kalamazdı.
Zaman, stratejinin üç unsurundan birisiydi ve ABD belli bir güce ulaştıktan sonra ise İngiltere’nin müdahale çabasının artık bir önemi yoktu. Nitekim ABD’nin 1895 yılında, İngiltere'nin Monroe Doktrini'nin kapsamını netleştirmek için ortak bir toplantı önerisine itiraz etmesi, tam bir gecikmiş kabul olarak nitelendirilebilir. Bundan sonra İngiltere 1902 yılında Amerika kıtasındaki egemen güç olma iddiasının terk ederken, artık tek başına yapamayacağını ve müttefiklere ihtiyacı olduğunu anlıyor ve yerini sessiz sedasız ABD’ne bırakıyordu (Kissenger, 2006: 30). Roosevelt’e göre artık, “kuvvete dayalı diplomasi“ Amerika’nın yeni küresel rolünün bir parçasıydı (Kissenger, 2006: 31).
Güç merkezi oluşmasını müteakip zamanı bekleme
Uluslararası sistemin temel belirleyici aktörleri, sistemin merkezini oluştururken, sistemin temel kurallarını da belirlemektedirler. ABD ilk dünya savaşına sonradan ve fazla yıpranmadan katıldı. Aslında adı dünya savaşı olmasına rağmen bu savaş Avrupalı güçlerin birbirleri arasındaki bir mücadele niteliğindeydi ve çok yıpratıcıydı. İngiltere ve Fransa savaşın kazananları arasında yer almasına rağmen bitmiş, tükenmiş ve aşırı derecede borçlanmıştı. Dünya hakimiyetlerinin ve bir güç merkezi olma konumlarının da kaybolduğu açıkça görülüyordu. Kazanan açıkça ABD olmuştu. Ancak Monroe Doktrini dünya politikasında Amerikan siyasetini açıklığa kavuştururken, bu ilkelerden sapma temayülü gösteren liderlerine kesinlikle müsamaha göstermemiştir. ABD Başkanı Wilson da sanılanın aksine kafasında ABD’nin bir güç merkezi olmasını planlamıştı. Bu açıdan da dünya milletlerinin Wilson Prensipleri düşüncesi ile ABD’nin varmak istediği amaç örtüşmemekteydi. Bu bakımdan Wilson Prensiplerinin temelinde esas olarak Amerika Birleşik Devletleri’nin emperyalist politikalarının olduğu iddia edilmektedir (Ertaş ve Kırkpınar, 2022: 519,521).
Nitekim ilk dünya savaşı sonrasında, ABD Başkanı Thomas Woodrow Wilson, bunu gerçekleştirmek için büyük çaba sarfetmiş, bu maksatla; 1918 yılı ocak ayında dünya ile ilgili görüşlerini açıklamış, 22 günde 8. 000 mil yol katederek ve 37 demeç vererek Amerikan kamuoyunu ikna etmek istemiş ancak başarılı olamamıştır. Daha doğrusu henüz açık bir güç merkezi olmanın zamanının gelmediğini düşünen Amerikan devleti başkanına izin vermemiştir. Nitekim Wilson isteklerinin kabul edilmemesi üzerine “Dünyanın liderliğini ele geçirmek için elimize bir fırsat geçmişti ancak fırsatı kaybettik“ diyecekti. Ancak üst akıl planlamasının Wilson’dan daha derin düşündüğü kesindi.
II. Dünya Savaşı sonunda ABD’nin bir güç merkezi konumuna gelmesi ve müttefikler elde etmede korkuya dayalı strateji yaratma becerisi
İkinci dünya savaşında sonuna kadar yıpranan ve tamamen ABD kontrolüne giren Avrupa devletleri düşünüldüğünde, ABD’nin o dönemde acele etmemekte ne kadar haklı olduğu daha iyi ortaya çıkmaktadır. Nitekim II. Dünya Savaşı sonrasında artık ABD tartışmasız dünya gücüdür. Ancak bunu tek başına sürdürmesinin imkânsız olduğunu da bilmektedir. Zaten Savaş Dönemine damgasını vuran “Sovyetler Korkusu“ da bu yüzden yaratılmış gibi gözükmektedir. Bu açıdan Churchill ile Stalin arasında 1944 Ekim ayında yapılan gizli ve gayrı-resmi paylaşım anlaşmasını da iyi analiz etmek gerekir. Sovyet korkusu nedeniyle ABD, kendisine hiç zorlanmadan Avrupa başta olmak üzere Avrasya bölgesinde müttefikler bulmayı başarmıştır.
Sorun ise yıllardır düşman olarak karşıda tutulan Sovyetler Birliğinin çöküşü ile Soğuk Savaş Dönemi sonunda ortaya çıkmıştır.
Soğuk Savaş Dönemi sonrası ABD’nin rakipsiz kalması ve güç merkezi olma konumunu kaybetme tehlikesi
Bu gerçeği ifade etmek adına, Amerikalı Siyaset Bilimcisi, Samuel P. Huntington, rakipsiz kalan Batı’nın çökme tehlikesi ile karşı karşıya bulunduğunu ileri sürerek, "Batıyı diri tutabilmek için" çöken Sovyetlerin yerine yeni düşmanlar tanımlamıştır (Huntington, 1996).
ABD bundan sonra, özellikle 2001 yılından itibaren başlayarak yeni sözde düşmanlarına karşı Avrasya bölgesinde birçok operasyonlar gerçekleştirmiştir. Ancak buna rağmen, Biden dönemine kadar, Avrasya bölgesindeki ihtiyaç duyduğu unsurları yanına çekmek bir yana, birçok alanda prestij kaybına uğradığı görülmüştür. Bu durumun ABD gibi bir güç merkezi tarafından pek arzu edilir olmadığı da açıktır. Avrasya dışında oluşabilecek bir güç merkezinin kalıcı olması pek mümkün değildi. Yeni ve büyük bir kırılmanın yaratılması gerekiyordu. Böyle bir durumu oluşturmanın şartı ise Avrasya dışındaki bir güç merkezinin yapması gerektiği şekilde;
- Avrasya’daki güç merkezlerinin birbirlerini karşı mücadele ederek, birbirlerinin zayıflatmaları,
- Ya da Avrasya dışında oluşmuş güç merkezinin, Avrasya içindeki bazı güç unsurlarını müttefik olarak yanına alması şeklinde gerçekleşebileceği açıktı.
Zaten sürekli olarak Avrasya bölgesinde gerçekleşenler de bundan farklı bir şey değildir.
ABD’nin yeniden güç unsuru haline gelmesinde Rusların Ukrayna’ya sald ırısının önemi
Nitekim 2022 yılında gerçekleşen Rusya’nın Ukrayna saldırısı böyle bir durumu fazlasıyla oluşturmuştur. Bu saldırı öncesi Güvenlik Konferansları, NATO Zirve Bildirileri ve ABD Ulusal Güvenlik Stratejileri dikkatle incelendiğinde yapılacakların müttefiklerle birlikte gerçekleştirileceği, AB ile Rusya ve Çin arasında bir hattın, Arctic bölgesinden başlayarak Hint Okyanusu arasında oluşturulacağının açık emareleri bulunmaktadır. Bu açıdan Trump dönemi sonrası 2021 yılında gerçekleşen Münih Güvenlik Konferansında ABD Başkanı Biden tarafından verilen mesajları iyi analiz etmek gerekir (Madhani, AP News, 20 Şubat 2021). “ABD geri döndü!“, “Transatlantik ittifak geri döndü.“, “ABD, güvenilir liderlik konumunu geri kazanmak için Avrupa ile yeniden ilişki kurmaya kararlıdır.“ Benzer mesajları daha açık şekilde diğer zirve ve toplantılar ile resmi dokümanlarda bulmak mümkündür ve hepsi aşama aşama uygulamaya konulmaktadır. Öncelikli hedefler de zaten belirlenmiş durumdadır. Zaten belirlenen hedefler Rus tehlikesi bahane edilerek Akdeniz’e kadar hemen hemen gerçekleşmiş durumdadır. AB ülkelerinin savunma ve güvenlik harcamalarını ABD’nin bir süredir istediği miktarın da üzerinde artırmaları, enerji hatlarının ABD kontrolüne girmesi, ABD’nin belirlediği hat üzerinde istediği üs bölgelerini elde etmesi, silah satışında istenilen artışın gerçekleşmesi gibi birçok husus, ABD açısından tam da arzu edildiği şekilde gerçekleşmektedir. Bu aşamada Avrupa’nın tartışmasız bir şekilde ABD kontrolüne girdiği de görülmektedir. İsrail’de gerçekleşen olaylar ise ABD’nin bu bölgede yaratmak istediği etkiyi daha güneye doğru kaydırılması açısından istediği ortamı sunmaktadır.
Sonuç
Planlar, nadiren tam olarak düşünüldüğü şekilde gerçekleşir. ABD’nin, güç merkezi olarak kalma planlarını, bundan sonraki aşamada ne ölçüde devam ettirip ettirmeyeceği ya da başarılı olup olmayacağı tartışılabilir, ancak Akdeniz sonrası oluşturacağı ağırlık merkezi ile Hint-Pasifik Bölgesinde bulacağı/oluşturacağı müttefiklerle, Avrasya bölgesindeki kırılmayı tamamlamaya çalışacağını, Başkan Biden’ın göreve geldiğinde yayınladığı Hint-Pasifik Strateji Belgesinde açıkça görülebilir (Indo-Pasifik Strategy of the United States: 2022).