Geçmişten günümüze denizciliğin önemi önlenemez bir şekilde artmış, dünya ticareti birçok bölgede adeta denizlere bağımlı hale gelmiştir. Bu sebeple dünya ekonomisine yön veren güçlerin denizlere hükümran olan devletler olduğu yönündeki görüşler daha yüksek sesle ifade edilmeye başlanmıştır. Aynı şekilde Deniz Hâkimiyet Teorisi’ni ortaya atan Amiral Alfred Thayer Mahan (1840-1914) “Dünya egemenliğinin anahtarı, deniz yollarının kontrolündedir“ sözüyle devletlerin siyasi söz hakkının denizler üzerindeki hâkimiyeti nispetinde olduğunun altını çizmiştir. Ünlü Türk denizci Kâtip Çelebi ise “Gizli değildir ki, bu Osmanlı Devleti'nde en büyük dayanak olup şanına iş-güç edinip önem verilmek ön sırada bulunan deniz işleridir. Zira bahtı gelişen devletin revnak ve unvanı (şan ve şeref) iki karaya (Anadolu ve Rumeli) ve iki denize (Akdeniz ve Karadeniz) hükmetmektedir“ şeklindeki beyanatıyla sahip olduğumuz konumun hem denizel hem de karasal açıdan büyük önem taşıdığına işaret etmiştir. Gerçekten de İstanbul’un hem Karadeniz’e hem de dolaylı olarak Akdeniz’e kıyısı olmasının yanı sıra bir ayağının Anadolu topraklarına basarken diğer ayağının Rumeli üzerinde olması şehre küresel ölçekte jeopolitik önem kazandırmıştır. Medeniyet tarihi boyunca emsalsiz bir yere sahip olup adeta bir köprü görevi gören bu coğrafyada İstanbul Boğazı ise stratejik bakımdan özel öneme sahip olup gemi geçişi açısından bütün legal seyrüsefere açıktır. Nispeten benzer durumdaki Süveyş Kanalı’ndan yılda 17.000 gemi, Panama Kanalı’ndan ise 12.000 gemi geçerken İstanbul Boğazı’ndan yaklaşık 50.000 gemi geçmesi boğazın ne denli yoğun bir trafik akışına sahne olduğunu ortaya koymaktadır. Jeomorfolojik, hidrografik ve klimatik/meteorolojik özelliklerinin yanı sıra, günlük yaklaşık 140 uğraksız gemi (bunların ortalama 25’i tehlikeli yük taşımaktadır) ve 2 milyon insandan oluşup, 2.500’ü bulan bölgesel deniz trafik hareketinin gerçekleştiği bu hat Dünyanın en önemli doğal dar suyolu olarak öne çıkmaktadır. Bu yolun 16 milyonu bulan bir nüfusun ikamet sahası olan İstanbul gibi tarihi, kültürel ve ekonomik değeri son derece yüksek bir şehrin ortasından geçmesi ise tolere edilemez tehlikelerin çoğunlukta olduğu bir potansiyeli risk profili ortaya çıkarmaktadır.
Kanal İstanbul Projesi Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) başvuru dosyasında yer alan güzergâh bilgilerine göre kanal hattının güneyde Küçükçekmece Gölü’nden başlayarak Sazlıdere ile birleşmesi, ardından kuzeye doğru Baklalı ve Boyalık köylerini geçip Terkos Gölü doğusundan Karadeniz’e ulaşması planlanmaktadır. Bu hattın 3’er km doğu ve batısından geçirilen buffer zon ise çalışma sahasının sınırlarını belirler (Şekil 1a). Bu kapsamda inceleme alanı göl yüzeyleri hariç tutulduğunda 240,2 km2’ye tekabül eder. Öncelikle sahanın coğrafi özellikleri titizlikle incelenerek bir ön çalışma olacak şekilde coğrafi bakış açısına uygun kapsamlı bir değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Edinilen bilgi ve ortaya çıkan birikime istinaden çalışma alanının coğrafi nitelikli riskleri jeolojik, jeomorfolojik, hidrografik, biyocoğrafik, sosyokültürel ve jeopolitik-jeostratejik riskler olarak altı başlık altında incelenmiştir.
MATERYAL METOD
Literatürün yanı sıra, 15 m çözünürlüklü ASTER GDEM V2 sayısal arazi modelinin (METI&NASA) ArcMap 10.3 paket programında yüzeysel ve istatistiki analizlere tabi tutulmasıyla çalışmanın asıl görsel ögesi olan haritalar üretilmiştir. Bu haritaların çizilmesinde Harita Genel Müdürlüğü’nün 1/25.000 ölçekli Türkiye Topografya Haritasının F21a3, F21c4, F21d1, F21d2, F21d3, G21a2 ve G21b1 paftaları (HGK, 2003) ile Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan 1/100.000 ölçekli Türkiye Jeoloji Haritasının İstanbul-F 21 paftasından da istifade edilmiştir. Öte yandan arazi çalışmaları ile mevcut veriler teyit edilerek erozyon, heyelan ve creeping gibi faktörlerin boyut ve nitelikleri sahada müşahede edilmiştir. Geliştirilip doğrulanan teknik detay ve veri setlerine dayanılmak suretiyle de Kanal İstanbul’un barındırdığı potansiyel risk ve avantajlara dair çıkarımlarda bulunulmuştur.
BULGULAR
- Jeolojik-Litolojik Riskler
Saha tektonik anlamda Türkiye’nin kuzeyini boydan boya kat edip hemen güneyinden geçen Kuzey Anadolu Fay Zonu (KAFZ) etkisinde kalmakta, ayrıca kendi içinde de tali fay hatları barındırmaktadır. Bunlardan en bilineni Karaburun Fay Zonu (KFZ) olup araştırma sahasının kuzeybatısında yer alan Karaburun ve çevresinde kendini belli eder. Sahadaki etkisi doğrudan yüzey kırıkları ve süreksizliklerle gözlenen KFZ mimari yapılar ve ulaşım hatları üzerinde deformatif/yıkıcı etkiler ortaya çıkarmaktadır (Fotoğraf 1). İnceleme alanında aktif tektoniğin etkisiyle litolojik birimlerin sahaya olumsuz etkileri de artmaktadır. Kumlu ve killi zeminlerde sıvılaşma ve plastisite, yoğun kil içeren birimlerde ise tahliyesi gerçekleştirilemeyen sulara bağlı olarak heyelan riski artmaktadır.
- Jeomorfolojik Riskler
Çatalca Platosu üzerinde yer alan çalışma sahası genel anlamda tek düze bir yapı arz etmesine karşın üzerinde durulması gereken farklılıklar da mevcuttur. Kuzeyde ve güneyde deniz seviyesinden başlayan yükseltiler iç kesimlere gittikçe artarak 187 m’ye kadar çıkmaktadır. Basık sırt ve tepelerden meydana gelen inceleme alanının silik rölyef özellikleri aksettirdiği açıktır (Şekil 2a). Gerçekten de Çatalca–Kocaeli Platosu ortalama 150 m yükseltiye sahipken Kanal İstanbul mücavirinin ortalama yükseltisi 65 m’de kalmaktadır. Yükseltinin az olması kanal için gerekli kazı faaliyetlerini kolaylaştırmakta ve hafriyatı da aynı oranda azaltmaktadır. Dolayısıyla çalışma sahasının güneyi bu anlamda nispeten olumlu şartlara sahipken Karadeniz ve Marmara havzalarını ayıran eşik güneye nazaran daha fazla kazı çalışması gerektirmektedir (Şekil 2b). Küçükçekmece Gölü’nden hemen sonra başlayan Sazlıdere vadisi sahanın ana morfolojik ünitelerinden biri olmuş, etrafındaki birçok unsur buna göre şekillenmiştir. Mevzubahis vadinin mevcut yapısının kazı işlerini azaltması ve şev çalışmalarına katkı yapması bakımından elverişli bir yapıya sahip olduğu söylenebilir. Ayrıca bu vadi üzerine inşa edilen baraj ile olağan flüvyo-jeomorfolojik sürece müdahale edilerek topografya daha stabil duruma getirilmiştir. Bunun dışındaki vadiler nispeten daha kısa boylu ve düzensiz uzanışlıdır. Öte yandan kıyı yapısı açısından kuzey ve güney kıyıları arasında bariz farklılıklar görülür. Kuzeyde Karaburun Yarımadası çevresinde yüksek kıyılar olarak sınıflandırılan falezlerin varlığı bu sahada duraylılığı tehdit etmektedir. Karaburun’dan doğuya gidildikçe plajların yer aldığı alçak kıyılar hâkim duruma geçer. Güneyde ise Küçükçekmece Gölü’nün dalga ve akıntılar etkisiyle oluşan kıyı oku tamamen kumullardan oluşan alçak kıyıları meydana getirmektedir. Kıyı okunun doğu ve batısındaki yüksek kıyılar eğimin arttığı alanlar olması bakımdan ayrıca dikkat edilmesi gereken yerlerdir.
Rölyefin bir diğer ayırt edici özelliği olan eğim şartları incelendiğinde saha genelinde eğimin % 0 - % 130 arasında değiştiği görülür ancak oransal olarak yarısına yakınında eğim değerleri % 15’in altındadır. Eğimin en az olduğu yerler vadilere tekabül ederken en fazla olduğu yerler ise sırt ve tepeler ile özellikle Karaburun Yarımadası civarıdır (Şekil 2c). Litoloji, bitki örtüsü ve iklimle sıkı bir ilişki içerisinde olan eğimin % 30’ların üzerine çıktığı kesimlerde hâlihazırda killi, kumlu olan zeminin harekete geçmesi kolaylaşmakta ve heyelanlar artmaktadır. Ayrıca yine eğim ve zemin yapısına bağlı olarak creeping (sürünme) gibi yavaş kütle hareketlerine de rastlanmaktadır. Eğimin arttığı yerlerde yapılacak kazı çalışmaları tedrici kazı ve stabilizasyon işlemlerini zorunlu kılmaktadır. Aksi takdirde topuğu kazılan yamaçların dengesi bozularak heyelanların ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır.
Sahadaki drenaj ağı incelendiğinde km2’ye düşen vadi uzunluğunun yer yer 13km’nin üzerine çıktığı kesif bir şebeke ile karşılaşılmaktadır. Vadi yoğunluğunun yüksek olduğu yerler başta Sazlıdere vadisi olmak üzere genellikle Kanal İstanbul güzergâhına denk gelirken en düşük olduğu yerler akışın seyelan şeklinde gerçekleştiği sırt ve tepelerdir (Şekil 3a). Yağmur suyu işgaline uğrama riski yüksek olan yoğun drenajlı sahalarda suni drenaj tedbirlerine ihtiyaç duyulması kaçınılmazdır. Aksi halde mevcut durumdaki yoğun derine aşındırma faaliyetinin erozyonal süreçleri hızlandırıcı etkisi olacaktır (Şekil 3b). Bütün bu olumsuzlukların birleşmesi ise mühendislik faaliyetleri açısından sahanın geneline hâkim olan elverişsiz zemin yapısını daha da belirginleştirecektir.
Çalışma sahasının yatay düzlemdeki görümü olan arazi profilleri kanal hattının çeşitli noktalarından alınmış, bu vesileyle morfolojinin genel karakteri belirlenmeye çalışılmıştır. Sahadaki toplam altı profil hattından 1. profil Küçükçekmece Lagünü’nün kıyı okundan, 2. profil Sazlıdere Kanalı’nın üzerinden, 3. profil Sazlıdere yatağının orta çığırından, 4. profil Sazlıdere’nin de kaynağını oluşturan Çiftlik ve Boyalık dereleri üzerinden, 5. Profil Terkos Gölü kuzeyinden, 6. profil ise Sazlıdere vadisi boyunca alınmış olup Karadeniz–Marmara Denizi su bölümü çizgisini kapsar (Şekil 4). Ayrıca bu profillerin üst üste bindirilmesiyle elde edilen süperimpoze ve birleşik profiller de sahanın genel rölyefini gözler önüne serer. Buna göre kanal hattı ve mücaviri büyük oranda Sazlıdere vadisinin etkisine bağlı kalarak adeta tek bir vadi görünümü kazanmaktadır. Ancak 4. profilde görüldüğü üzere su bölümü hattına tekabül eden kesit vadiyi kesen bir eşik niteliğindedir. Sazlıdere vadisinin boyuna profilinde de dikkat çeken bu sahada kazı çalışmalarında zorluklar yaşanması muhtemel olup en fazla hafriyatın buradan çıkması ve en yüksek şevlerin burada ortaya çıkması beklenmektedir.
Litolojik yapı ve iklim karstlaşmanın baş aktörleri olup çalışma sahasının bu özellikler bakımından karstik süreçlerin işlemesine müsait olduğu malumdur. CO3 oranı yüksek kayaçların su ile temas neticesinde çözünmesi yüzeydeki suyun yeraltına geçmesine yeraltı suyunun da hareketine imkân sağlar olur. Böylece örneğin Yarımburgaz Mağaraları’nın oluşmasının müsebbibi olan karstik sistemlerde kanaldan kalker içerikli birimlere su geçişi olması ihtimal dâhilindedir. Ancak ÇED raporunda kanal tabanının özellikle Sazlıdere vadisi – Yarımburgaz Mağarası kısmının su geçirmez membran ile kaplanacağı bilgisi verilmiştir. Söz konusu uygulamanın hassas bir şekilde yapılması muhtemel su kaçaklarını önleyerek insan kaynaklı jeomorfolojik problemlere mani olacaktır.
- Hidrografik Riskler
Üç yıllık simülasyon değerlendirmesine göre kanaldaki maksimum akıntı hızı 2,1 m/sn olarak belirlenmiştir, İstanbul Boğazı’nda ise bu değer 2,2 m/sn’dir. İki deniz arasındaki seviye farkına bağlı olarak meydana gelen iki katmanlı akıntı sistemi ile ilgili çeşitli görüşler bulunmakla beraber bunlardan biri üst akıntısının 25 m derinliğinde, alt akıntının ise batimetriye göre değiştiğini iddia ederken bir diğeri üst akıntının kuzeyde 50, güneyde 18 m derinliğine sahip olduğunu belirtir. Kanal derinliğinin standart 20,75 m olacağı düşünülürse alt akıntının meydana gelmesi güneyde mümkün olabilir. Ancak akıntılar üzerinde önemli etkiye sahip hâkim rüzgârlar olan poyraz ve lodos kanaldaki akıntıları etkileyebilme potansiyeline sahiptir. Bu tip risklere karşı hareketli kapak ve dalga kıranlarla önlem alınması mümkündür.
Diğer bir potansiyel risk olarak görülen Terkos Gölü’nün tuzlanması ihtimali ise tatlı su varlığı bakımından önemli bir konudur. Ancak Terkos Gölü’ndeki su seviyesinin her durumda kanala oranla 4 m daha fazla olması ve yeraltı sularının akış dinamikleri gereğince kanaldan Terkos Gölü’ne değil, ancak Terkos Gölü’nden kanala su sızması mümkün olabilecektir. Öte yandan gerek çevreden kanala gerekse kanaldan çevreye su sızmaması amacıyla kanal tabanının sabitlenmiş balastlı jeomembran ve geosentetik beton döşek sistemiyle kaplanacağı ÇED raporunda verilen bilgiler arasındadır. Kazı esnasında ise bir miktar yeraltı suyunun basınç farkı dolayısıyla kanala hücumu mümkün olup bu durumun engellenmesi gerekmektedir. Bu noktada inşaatı sekteye uğratmamak adına suyun hızlı bir şekilde tahliye edilmesi zaruridir. Kanal inşaatının ardından kuzeyde Karadeniz ve Terkos Gölü havzalarına dâhil olan akarsuların kanala doğru yön değiştirmesi bu alt havzaları kanala bağlayarak Terkos Gölü’nün beslenmesini olumsuz etkileyecektir. Bunu önlemek amacıyla kanal çevresine bent gibi su koruma yapıları inşa edilerek riskler izale edilebilir.
Diğer taraftan Sazlıdere Barajı’nın kullanım dışı kalmasıyla toplam verimi 49 milyon m3/yıl olan Sazlıdere havzasının % 60’ının inşaattan etkileneceği, % 40’ının etkilenmeyeceği öngörülmektedir. Kanal projesinden etkilenecek havza alanı 30 milyon m3, etkilenmeyecek Şamlar alt havzası ise 19 milyon m3/yıl verime sahiptir. Yeni yapılacak olan rezervuar alanı, orman bakımından zengin bir sahaya denk gelmekte olup koruma bantlarının aktive edilmesiyle floranın korunması adına daha avantajlı bir durum ortaya çıkarabilecektir (Fotoğraf 2). Zira mevcut rezervuar olan Sazlıdere Barajı’nın kıyısında Şamlar Köyü yer almakta olup baraj için önemli bir kirletici unsurdur. Ayrıca Şamlar alt havzasının kuzeyinde yer alan Arnavutköy’ün güneye doğru gelişmesi de engellenerek barajın koruma bantları tamamıyla kirletici faktörlerden arındırılmalıdır.
- Biyocoğrafik Riskler
Diğer yandan saha üzerinden göç eden kuşlar, su kuşları ve diğer kara canlılarının yaşamı da risk altında olup bu yaşam formlarının devamlılığı sulak alanların zarar görmemesine bağlıdır. Sulak alanlara has flora ve faunanın korunması ve geliştirilmesi için yapay sulak alanlar oluşturmak, kara canlıları için ise ekolojik köprüler inşa etmek sahadaki ekolojik dengenin korunmasında etkili hamleler olacaktır.
- Sosyokültürel Riskler
- Jeopolitik ve Jeostratejik Riskler
Bu veriler ışığında ülkemiz gerek Karadeniz kıyısındaki devletleri Akdeniz gibi ekonomik ve kültürel açıdan stratejik bir denize bağlaması bakımından gerekse garp ve şark kültürünün ortasında yer alması bakımından çok önemli bir noktada yer almaktadır. Dünya çapında önem arz eden iki boğaza sahip olmamız politik açıdan elimizi güçlendiren bir unsur olmakla beraber İstanbul Boğazı’ndaki birtakım sorunlar söz konusu boğazdan yeterince yararlanmamızı engellemektedir. Öyle ki İstanbul Boğazı 2005 yılından beri vardiyalı bir şekilde tek yönlü geçiş imkânı sunmakta, dolayısıyla ticaret gemilerinin geçiş için bir süre beklemesi gerekmektedir. Üstelik boğazın keskin kıvrımlara sahip yapısı ve ters akıntıları da sisteme eklendiğinde gemi geçişleri daha da yavaşlamaktadır (Şekil 5). Zira boğazdan geçen herhangi bir gemi yol boyunca çok kez manevra yapmak zorundadır. Öte yandan İstanbul Boğazı’nda yaşanan kazaların önemli bir kısmının manevra hatasından kaynaklanması altı çizilmesi gereken bir diğer husustur.
Ayrıca kuzey–güney yönlü ticari işleyişin yanı sıra 16 milyona yaklaşan nüfusa sahip İstanbul’da [30] şehir içi trafikte önemli bir paya sahip olan şehir hatları ile şehirlerarası deniz otobüsleri ve güvenlik güçlerine ait deniz araçları boğazda trafiğe sebep olmak suretiyle geçişi zorlaştıran etkenlerdendir. Bahsedilen sebeplere bağlı olarak İstanbul Boğazı’nda çok sayıda kazanın meydana gelmesi kaçınılmazdır. Bu rotada sefer yapan gemilerin LPG, petrol ve kimyasal yük taşıması herhangi bir kaza durumunda ekolojik açıdan büyük risk barındırmaktadır. Kanal İstanbul’un kullanıma açılması durumunda daha büyük tonajlı gemilerin daha az trafikle daha az manevra yaparak hedefteki rotaya ulaşmaları hem ülkemizin hem de Karadeniz kıyısındaki devletlerin ticaret hacminin artırabilecek güce sahiptir. Karadeniz çevresindeki ticaretin İstanbul’un batısından geçen bir su yolundan sağlanması ülkemizin siyasi gücünü artırması bir yana milli kimliğimizin nişanesi birçok eseri barındıran tarihin kadim başkenti İstanbul’u boğazdan geçecek her türlü tehlikeye karşı korumayı mümkün hale getirmektedir. Zira her ne kadar Montrö Antlaşması ile boğazlardan savaş gemilerinin geçişi Türkiye Cumhuriyeti’nin inisiyatifine bırakılmış olsa da yakın tarihimizde dahi tehlike arz eden savaş gemilerinin tehditkâr bir biçimde boğazlarımızdan geçtiği bilinmektedir.
SONUÇ
Tüm bunlardan hareketle hiçbir projenin tamamen olumlu ya da tamamen olumsuz olmasının mümkün olmadığı bir kez daha gözler önüne serilmiştir. Bu bakımdan projenin arz ettiği riskler ve sağladığı avantajlar bir arada değerlendirilerek bir sonuca varmak mümkündür. Önem sırasının en önemli kriter olduğu değerlendirme sürecinde hangi risklerin önlenebilir olduğu ya da göze alındığı ve bunun ne avantaj sağlayacağı değerlendirmenin temel sistematiğini oluşturur. Bu çalışmada Kanal İstanbul’un riskleri ve avantajları değerlendirilmiş ve birtakım sonuçlara varılmıştır.
Her şeyden önce Kanal İstanbul hazırlık aşamasında olan bir proje olmakla beraber temelde İstanbul Boğazı’nın mevcut trafiğini azaltmak maksadıyla planlanmıştır. Böylelikle bir yandan İstanbul Boğazı’nın ve dolayısıyla İstanbul’un güvenliği sağlanırken bir yandan da ticaret gemilerinin işini kolaylaştırmak amaçlanmıştır. Takriben 6 – 7 yıl arasında yapılması öngörülen Kanal İstanbul çeşitli konularda riskler barındırmakla birlikte birtakım avantajı da beraberinde getirir. Litoloji ve tektonik, jeomorfolojik, hidrografik, biyocoğrafik, sosyokültürel ve jeopolitik – jeostratejik riskler ve avantajlar barındıran sahada bu unsurlar tek tek ele alınmış ve coğrafi perspektif çerçevesinde değerlendirilmiştir. Buna göre:
Sahada dikkate alınması gereken risklerden biri zeminin litolojik yapısı ve tektonikle ilişkisidir. Zira büyük oranda kiltaşı, kumtaşı gibi gevşek unsurlardan oluşan sahada kil varlığı heyelanı tetiklemekte olup kazı esnasında bu tip zeminlerin suyu derhal uzaklaştırılmalıdır. Kireçtaşının yaygın olduğu yerlerde ise kanal tabanının geçirmezle kaplanması suretiyle suyun bu birime sızmasına engel olmak yeraltında oluşacak boşlukları önlemek için hem de akiferlerin tuzlanmasını önlemek için gerekli olacaktır.
Adeta tek bir vadiymişçesine topografyada süreklilik gösteren sahada Karadeniz ile Marmara Denizi havzalarını ayıran su bölümü çizgisi farklılık arz etmekte olup bir eşik karakteri göstermektedir. Dolayısıyla bu sahanın kanal hattının geneline karşılık daha zorlayıcı olacağı düşünülmektedir. Öte yandan vadi yoğunluğunun fazla olduğu yerler ani sağanaklarda potansiyel akış hattı olduğundan suyun drene edilmesi önemli bir sorundur.
Sahanın tatlı su ihtiyacının bir kısmını karşılayan Sazlıdere Barajı’nın iptali neticesinde söz konusu havzanın yerine Şamlar alt havzası devreye alınacak olup bu yeni baraj kesin koruma altına alınmalıdır. İstanbul Boğazı’na nazaran akıntının daha yavaş olacağı kanalda boğazın aksine iki katlı akıntı sisteminin olmayacağı öngörülmektedir. Ancak her ne kadar simülasyonlar yapılmış olsa da akıntı sistemi hâkim rüzgâr yönüne göre şekillenebilecek karakterdedir.
Kanalın açılması ile çalışma sahasının kuzeyinde şehrin uzantısı olacak şekilde yeni bir yapılaşmanın planlaması yeni konutlar ile bölgenin çehresini değiştirirken gelir seviyesinin artmasını da sağlayacaktır. Böylece şehir merkezinin karmaşasından mustarip olan insanlar için yeni bir yaşam alanı sağlarken, şehrin çekirdeğine de nefes alma imkânı tanıyacaktır.
Öte yandan Karadeniz’in Akdeniz’e açılan kapısı mahiyetinde olan İstanbul Boğazı hak ettiği değere nispetle yeterince korunaklı olmayıp tehlikeli madde taşıyan ticari gemi kazalarına ya da savaş gemilerinin tehditkâr geçişine sahne olmaktadır. Dünya mirasının önemli eserlerini barındırmakta olup manevi değer atfedilen İstanbul’un güvenliğini sağlamak ve şehrin iç dinamiği içerisinde önemli bir yeri olan şehir hatlarının ulaşımını kolaylaştırmak Kanal İstanbul’un sunduğu bir diğer avantaj olarak ele alınabilir. Ayrıca İstanbul Boğazı’na nazaran gemi geçişinin daha kolay olduğu bir su yolu Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerin ticaret hacmini genişletme potansiyeli sahiptir. Zira uzun süreli bekleme yapmaksızın deniz yolunu kullanan bir gemi taşıdığı yüke nispetle yakıt ve zaman açısından kâra geçmektedir.