2000’li yılların başından itibaren Körfez ülkeleriyle ilişkili bölgesel düzen bakımından bir takım değişimler gündeme gelmeye başlamıştır. Bu noktada “Arap Baharı“ sürecinin en önemli dönüm noktalarından birisini teşkil ettiği görülmektedir. Bu bağlamda Arap Baharının başlangıç noktasında olduğu kabul edilen Tunuslu bir gencin kendini yakmasıyla fitili ateşlenen ilk protestoların esasen sembolik bir nitelik taşıdığını söyleyebiliriz. Zira temel söylemi, ekonomik sorunlara çözüm ve ekonomik alanda daha adil bir gelir paylaşımı, sosyal ve siyasal alanda da daha fazla özgürlük olan Arap Baharı, içinde bulunduğumuz dönem itibariyle gerçekleştiği coğrafyada güvenlik, uluslararası ilişkiler, ekonomik, sosyolojik, stratejik, siyasi ve insani sonuçları bakımından en önemli gelişmelerinden biridir. Dolayısıyla Tunus’ta başlayan Arap Baharı sürecindeki yaşanan ayaklanmaların ortaya çıkan ülkelerdeki gelişmelerin yanı sıra bölgesel düzlemde de etkilere neden olduğunu tartışmasızdır. Öyle ki en başta, Tunus’ta patlayan “demokratik“ değişim fırtınası kısa sürede Arap Ortadoğu’su ve Kuzey Afrika’da “devrimci“ bir kasırgaya dönüşmüştür. Bununla birlikte o güne dek otoriter rejimlerin dünyadaki tüm değişim dalgalarına karşı koyarak ayakta kalmanın yolunu hep bulduğu bölgede, kentli orta sınıfların başını çektiği bir özgürlük ve egemenlik hareketi yerleşik yapıları sarsmasını, siyasetin niteliğini değiştirmesini bu kapsamda ele almak mümkündür.
Kuzey Afrika’da rejim değişikliklerine yol açan Arap Baharı kapsamındaki devrimci hareketler ilk olarak, örneğin Tunus ve Mısır gibi ülkelerde on yıllardır siyaset alanına meşru şekilde çıkmayı bekleyen İslamcı akımları iktidara taşımıştır. Bununla birlikte karşı devrimin etkisiyle Yemen, Bahreyn, Ürdün ve bir ölçüde Fas’taki değişim arayışları, kâh baskı kâh rüşvetle akamete uğrasa da bölgenin siyaset çizgisinde kuşkusuz bugüne dek yaşanandan farklı bir geleceğin önü de açılmıştır. Diğer yandan sömürgecilik döneminden Soğuk Savaş sonrasına kadar, darbeler sonucu oluşan radikal rejimlerin varlığına rağmen bağımlılık ilişkilerini kıramayan bölge ülkeleri için, Arap Baharıyla birlikte kendi egemenliklerine hâkim olacağı yeni bir dönemin başladığını söyleyebiliriz.
2010 yılında başlayan, Arap dünyasında bir dizi hükümet karşıtı protesto, ayaklanma ve silahlı isyanların yaşandığı Arap Baharı, Arap halklarının demokrasi, özgürlük ve insan hakları gibi “haklı“ taleplerinden ortaya çıkmış, bölgesel, toplumsal bir politik-silahlı harekettir. Bu süreçte protestolar, mitingler, gösteriler ve iç çatışmalar yaşanmıştır. Bu kapsamda halklar, özgürlük mücadelesi adı altında birçok Arap diktatörünü resmen devirmiştir. Örneğin ilk olarak Tunus’ta başlayan daha sonra Mısır, Yemen, Cezayir ve Ürdün'e sıçrayan bu ayaklanmalar Tunus ve Mısır'da başarı göstermiş olup, 23 yıldır yönetimde olan Zeynel Abidin Bin Ali ile 30 yıllık yönetici Hüsnü Mübarek'in görevlerini bırakmasıyla sonuçlanmıştır. Buna karşın ayaklanmaların yaşandığı bir takım ülkelerde benzer başarılar söz konusu olmamıştır. Bu bağlamda Arap Baharı sürecinin kanlı mücadelelerin yaşanması gibi bir takım olumsuzlukları da tetiklediğini söyleyebiliriz. Örneğin Arap Baharının Ortadoğu’daki değişim dalgasının yol açtığı en kanlı ve karmaşık mücadele Suriye’de ortaya çıkmıştır. Zira Arap milliyetçiliğinin entelektüel, siyasi merkezi olan ve Ortadoğu’daki güç mücadelesinin odağında yer alan bu ülkede rejim kolay pes etmemiştir. Bununla birlikte Suriye iktidarı bölgeden, uluslararası sistemden aldığı desteğin de yardımıyla direnmiş ve kendi halkına savaş açarak kendisini korumaya çalışmıştır.
Sonuç olarak Arap Baharı sürecinde yaşanan halk hareketleri Mısır, Yemen ve Libya’da otoriter rejimleri devirirken, aynı zamanda bu ülkelerle birlikte Suriye’yi de iç savaşa sürüklemiştir. Böylece devrim dalgası bazı ülkelerde liderleri devirirken, bazılarında ise iç savaşa sebep olmuş, dolayısıyla tüm dünyayı derinden etkileyen bir insani kriz ile baş başa bırakmıştır. Bu süreçte Suriye, Mısır ve Irak gibi geleneksel Ortadoğu güçlerinin bölgesel düzende yerlerini kaybetmeleri sonucu Körfez bölgesi Ortadoğu'nun yeni ağırlık merkezi haline gelmiştir. Zira kendine has özellikleri dolayısıyla ayaklanmalar karşısında Ortadoğu'nun neredeyse tek istikrar bölgesi olarak kalan Körfez, değişim rüzgarına karşı dikkate değer bir direnç göstermiştir. Öyle ki ayaklanma rüzgarının sert estiği ülkeler istikrarsızlık ve yoksullukla karşı karşıya kalırken, Körfez ülkeleri ise toplumlarının dönüşümünü hızlandırmış, bazı alanlarda reformlar yapmışlardır.
Arap Baharı sürecinde yaşanan gelişmeler büyük ölçüde Körfez ülkelerine yeni döneme geçişin kaçınılmaz bir hale geldiğini açıkça göstermiştir. Arap Baharı sırasında neredeyse bütün Körfez ülkelerinde şu ya da bu şekilde kısa süreli protestolara tanıklık edilmiş olsa da bir takım girişimler Bahreyn ve Umman hariç diğer Körfez ülkelerinde devrim rüzgarının hafif esmesinde önemli rol oynamıştır. Bu bağlamda devrim rüzgarının hafif esmesinde Körfez ülkelerinin köklü siyasi açılımlar yerine ekonomik bazı reformlar yapmaları ve mevcut iktidarlarını korumaya yönelik bir siyaset izlemelerinin etkili olduğunu söyleyebiliriz. Zira sahip oldukları doğal kaynaklar ve zenginlikler dolayısıyla diğer Arap ülkelerinden farklı olan Körfez ülkeleri, modernist cumhuriyet rejimlerinde baş gösteren ayaklanmaların kendi ülkelerine de sıçramasından korktukları için iç siyasetlerinde küçük ve sembolik dolayısıyla uzun vadede etkili olamayacak değişim programları ilan etmişlerdir. Bununla birlikte Körfez ülkeleri genel manada ekonomik araçları kullanarak vatandaşlarının ekonomik ve toplumsal durumunu iyileştirirken siyasi manada sert ve otoriter tedbirler almayı tercih etmişlerdir.
Körfez ülkelerinin Arap isyanları karşısında izlediği genel siyaset rejim değişikliğinden ziyade bazı reformlar yaparak halkı sakinleştirmek ve iktidarlarını korumak yönünde olmuştur. Bu kapsamda ekonomiden siyasete bir dizi reform gerçekleştirilmiş ve daha fazlası için de taahhütlerde bulunmuşlardır. Bu bağlamda Körfez ülkelerinin Arap isyanlarına ilk tepkisinin, isyan dalgasının kendi ülkelerine ulaşmasını engellemeye yönelik olduğunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte Körfez ülkelerinin Arap isyanları karşısındaki ikinci tepkisi ise cumhuriyet rejimlerine yönelik bakış açısının bir sonucu olarak paradoksal olmuştur. Başlangıçta, uzun süredir rekabet içinde oldukları İran’a karşı yanında görmek istediği Batıcı ve modernist cumhuriyet rejimlerinin yıkılmasını istememiş ve mevcut rejimlere destek çıkmışlardır. Ama yine de Körfez ülkeleri, mevcut rejimlerin varlıklarını devam edemeyeceğini anladıktan sonra, bu cumhuriyetlerdeki ayaklanmalara ekonomik, siyasi ve askeri destek vermişlerdir. Bu süreçte özellikle Katar ile Suudi Arabistan, cumhuriyet rejimlerine karşı isyan eden halk kitlelerine maddi ve manevi destekte bulunmuşlardır. Örneğin, Batıyla ilişkilerine önem veren Katar, Libya’da Kaddafi’ye karşı mücadele eden gruplara silah ve asker yardımı yaptığını itiraf etmiş, İran’ın bölgesel etkinliğini zayıflatmak isteyen Suudi Arabistan da Suriyeli muhaliflerin silahlandırılması çağrısında bulunmuştur.
Arap Baharı sırasında göreceli olarak uyumlu hareket eden Körfez ülkeleri için bu durum kısa bir sürede değişmeye başlamıştır. Bu süreçte Körfez ülkelerinin statükocu ve revizyonist gruplar şeklinde ayrışmaya başladığı görülmektedir. Örneğin Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Suudi Arabistan’ın çekirdeğini oluşturduğu statükocu grup, ayaklanma rüzgarının sahneye çıkardığı yeni aktörleri kendi iktidarları için ulusal güvenlik tehdidi olarak görmekle birlikte karşı devrimler için yoğun ve maliyetli bir çaba içine girmişlerdir. Dolayısıyla Suudi Arabistan ve BAE, ayaklanmalar ile değişen dinamikleri rejim güvenliklerine yönelik tehdit olarak algılarken, Katar ise bu değişim dalgasını oyun kurucu olmak istediği bölgede bir avantaj olarak görmüştür. Bu doğrultuda kendisi de monarşi olmasına rağmen Katar ayaklanmaları desteklemiş ve böylece Körfez bölgesinde iki eksen ortaya çıkmıştır. Böylelikle bir tarafta Müslüman Kardeşleri destekleyen Katar, diğer tarafta Suudi Arabistan, BAE ve Bahreyn gibi ülkelerin yer aldığı eksen savaşlarının başlaması kaçınılmaz olmuştur. Öyle ki bu ülkeler arasındaki ayrışmalar 2017 yılında patlak veren Körfez krizinin en temel sebepleri arasında gösterilmektedir.
2. 2017 KÖRFEZ KRİZİ SÜRECİNDE KATAR’A YÖNELİK DEĞİŞEN BAKIŞ AÇISI
Arap Baharıyla birlikte Körfez ülkeleri arasında ortaya çıkmaya başlayan ayrışmalar, 2017 yılında krize dönüşmüştür. Bu bağlamda Körfez ülkeleri arasında Arap Baharından itibaren yaşanan gerginliklerin 2017 yılında patlak veren Körfez Krizi’nin altyapısını hazırladığını söyleyebiliriz. Zira Suudi Arabistan, BAE ve Bahreyn’in terörist grup ilan ettikleri ve rejimlerine yönelik ciddi tehdit olarak algıladıkları Müslüman Kardeşlere, Körfez’deki komşularından verilen destek bu üç devlet açısından rahatsız edicidir. Müslüman Kardeşlerin Katar’la bağlantısını ise üst düzey İhvan yöneticilerinin ülkede misafir edilmesi somutlaştırmıştır. Bununla birlikte Körfez’de Katar karşıtı bir koalisyon oluşturulması süreci söz konusu olmuştur. Ancak Müslüman Kardeşlere verilen destek şüphesiz Körfez’de Katar karşıtı bir koalisyon oluşturulmasının tek nedeni değildir. Öyle ki Katar ve İran ilişkilerinde yaşanan yakınlaşma bu karşıt koalisyonun oluşmasında bir diğer neden olarak gösterilmektedir. Dolayısıyla tüm bu sebepler göz önüne alındığında zaten gergin olan iplerin daha da gerginleşmesi ve 5 Haziran 2017’de üç ülkenin Katar ile tüm diplomatik ilişkilerini kesmesiyle Körfez Krizi’nin patlak vermesi kaçınılmaz hale gelmiştir.
Katar, Arap Baharı sürecinde meydana gelen halk ayaklanmalarını destekleyici bir tavır takınmıştır. Bu doğrultuda Katar’ın en başta -Bahreyn ve Yemen haricinde- özellikle Mısır’daki devrimin yönlendiricisi Müslüman Kardeşler hareketini her alanda desteklediği görülmektedir. Bu süreçte Katar’ın desteklediği devrim hareketleri ciddi ölçüde etkili olmaya başlarken, aynı zaman diliminde yaşanan gelişmeler birçok Körfez ülkesinin rejim güvenliğini tehdit eder hale gelmeye başlamıştır. Dolayısıyla özellikle Mısır’daki devrimin başarılı olması ve Mübarek’in iktidardan indirilerek seçimlere gidilmesinde etkili olan Müslüman Kardeşler, Arap Baharının destekçiliğini ve Körfez ülkelerinin düşmanlığını kazanmıştır. Böylesi bir ortamda Körfez ülkelerinin düşmanlığını kazandığı bir aktörün en büyük destekçisi olan Katar’ın da benzer şekilde nitelendirilmesi gayet doğaldır. Dolayısıyla Katar’a karşı Körfez ülkelerinin bakış açılarında bir değişim söz konusu olmuştur. Bu ise 5 Haziran 2017 tarihinde patlak veren Körfez Krizi hadisesinde gayet açık bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Arap Baharıyla birlikte Körfez’in en gözde ülkelerinden birisi haline gelmeye başlayan Katar, 5 Haziran 2017 tarihinde yeni başlık ile uluslararası siyasetin gündeminde manşet haline gelmiştir. Başlarında Suudi Arabistan olmak üzere Mısır, BAE ve Bahreyn’in de aralarında bulunduğu Arap ülkeleri Bloğu Katar’la bütün diplomatik ilişkilerini kestiklerini ve ticari ilişkilerini de askıya aldıklarını tüm dünyaya ilan etmişlerdir. Bunların yanı sıra diplomatik temsilcilerinin kendi topraklarını terk etmesi için 48 saat süre tanındığını, 14 gün içinde Katar vatandaşlarının ülkelerini terk etmesi gerektiğini ilan etmişler, hava sahalarını, kara sınırlarını ve deniz limanlarını Katar’ın kullanımına kapatmışlardır. Blok tarafından öne sürülen gerekçe Katar’ın terörist grupları finansal olarak desteklediği iddiasıdır. Dahası blok ülkeleri Katar’ın devlet destekli kanalı olan El-Cezire televizyonun Ortadoğu ve Afrika’da yer alan terörist grup ve isyancılar için haber kanalı olarak işlev gördüğünü öne sürmekteydiler.
Kriz sürecinde Körfez ülkelerinin açık hedef gösterdiği Katar’ın meseleye yönelik ilk tepkisi, kendisine ambargo uygulayan ülkelerin ellerinde meşru gerekçelerinin olmadığını ve atılmış olan adımların da kendi egemenliğinin ihlali anlamını taşıdığını ilan etmesi şeklinde olmuştur. Bu kapsamda Katar sürecin en başında tamamen kurgu iddialar ile ve tamamen yalanlara dayanan suçlamalarla kendisine yönelik bir kampanya yürütüldüğünü ifade etmiştir. Tüm bunlara rağmen komşuları tarafından ablukaya alınmaktan kaçamayan Katar, uluslararası kamuoyu nezdinde kendisine yöneltilen suçlamaların haksız olduğunu gösterme çabasına giriştiği görülmektedir. Örneğin Katar Adalet Bakanlığı tarafından yapılan açıklamaları bu kapsamda ele almak mümkündür. Zira Katar Adalet Bakanlığı tarafından yapılan açıklamalara göre, eski ABD Adalet Bakanı John Ashcroft’un firmasıyla anlaşma yaparak terörle mücadelesinin mercek altına alınmasını talep etmiştir.
Katar 2017’de patlak veren Körfez krizi sürecinde komşu ülkeler tarafından başta terörizmin finansörü olmak üzere daha birçok suçla itham edilmiştir. Bu doğrultuda Doha’nın imajını ve itibarını lekelemek için blok ülkeleri, terörizmi bir reklam kampanyası gibi kullanmak da dahil olmak üzere birçok karalama girişimlerinde bulunmuşlardır. Kısa bir süre içerisinde bu yönde hareket eden ülkelerin sayısı 15’e ulaşmıştır. Böylece Katar’a karşı uygulanan ablukanın toplam 15 devlet tarafından benimsenmesi ve bunların karşısında Doha’nın yanında tutum sergileyen bir karşı bloğun oluşmasıyla krizler karşısında bölge devletleri bir kez daha ayrışmaya gitmiştir. Bununla birlikte yeni ülkelerin sürece dahil olmasıyla Basra Körfezi’nde patlak veren bu kriz, önce Ortadoğu’ya ve oradan da Afrika’ya yayılmıştır. Dolayısıyla Katar krizi küçük çaplı bölgesel bir kriz olmanın ötesine geçerek bünyesinde ciddi çatışma riskleri içeren uluslararası bir krize dönüşmüştür. Sonuç olarak Katar Krizi nedeniyle Ortadoğu’da gerilim bir anda tırmanırken, bölge devletlerinin aldıkları tutum ve davranışlarıyla yeni bir tür bölgesel kutuplaşmanın da fitili ateşlenmiştir.
3.2017 KÖRFEZ KRİZİ ve TÜRKİYE’NİN TUTUMU
Krizin patlak vermesinden yalnızca 24 saat sonra Türk kargo uçakları Katar’a ihracat gerçekleştirmiştir. Kriz sonrasında 300’den fazla uçak seferi ile Türk ürünleri Katar’a ulaştırılmıştır. Haziran ayından 2017 yılının sonuna kadar geçen zaman içerisinde Türkiye’nin Katar’a yaptığı ihracat önceki seneye göre iki katına çıkmıştır. Katar’a ihracat yapan Türk firmalarının sayısı ise 2 bin 721’e ulaşırken ihracat yapan il sayısı da 13 artış göstererek 60’a yükselmiştir. Bu bağlamda kriz sürecinde Katar’ın yanında olan en önemli ülkelerden birisinin Türkiye olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’nin Katar’ın yanında yer alması ise ikili ilişkiler açısından son derece önemli bir gelişmedir. Zira Türkiye-Katar ilişkileri bölgedeki karmaşa sonrasında daha stratejik bir içerik kazanmıştır. Dolayısıyla Katar’a uygulanan ambargonun iki ülke arasında zaten yakın seyreden ilişkileri daha da güçlendirdiğini söyleyebiliriz.
Türkiye’nin yaşanan kriz sürecindeki rolü sadece Katar’ın yanında yer almakla sınırlı kalmamıştır. Zira krizin ortaya çıkmasının hemen akabinde Türkiye arabuluculuk rolü üstlenerek krizin çözülmesi için temaslarda bulunmuş ve tarafları diyalog kurmaya davet etmiştir. Bu doğrultuda Cumhurbaşkanı Erdoğan Katar, Kuveyt, Suudi Arabistan ve Rusya liderleriyle sorunun barışçıl yollarla çözümü için telefon görüşmeleri yaparak yoğun bir diplomasi trafiği yürütmüştür. Bununla birlikte Katar’ın tek kara sınırı olan Suudi Arabistan sınırının kapatılması ve gıda ihtiyacının genellikle sorun yaşadığı ülkelerden karşılıyor olması nedenleriyle ülkede olası bir insani krizi önlemek adına gıda güvenliğinin sağlanması Türkiye’nin öncelikli adımlarından biri olmuştur. Bu çerçevede Türkiye tarafından Katar’a 71 uçakla 5.000 ton gıda yardımı ulaştırılmıştır.
Türkiye’nin Kriz sürecinde Katar’ın yanında olduğunun bir diğer göstergesi askeri alanda vermiş olduğu destektir. Bu kapsamda Katar krizi baş gösterdikten sonra Katar’ın askeri anlamda attığı iki adım ön plana çıkmaktadır. Bunlardan bir tanesi Katar’a Türk askerinin davet edilmesi olmuştur. Hali hazırda aralarında askeri protokol bulunan Türkiye ve Katar daha önce 2015 yılında ortak tatbikatta görevli olarak Katar’a konuşlanan 94 TSK personeline ilaveten daha fazla Türk askerinin ülkede konuşlanmasına karar vermiştir. Bu bağlamda Katar’a Türk askerinin davet edilmesi başta olmak üzere Ankara’nın Doha’ya yapmış olduğu askeri alandaki desteklerin en önemli dayanağı ise taraflar arasında daha önce imzalanan savunma işbirliği anlaşmaları olduğunu söyleyebiliriz. Böylelikle 22 Haziran 2017 tarihinde Doha’daki Türk üssüne 23 asker ve 5 zırhlı gönderilirken, 11 Temmuz 2017 tarihinde 45 Türk komandosu; 18 Temmuz 2017’de 171 asker ve 2 fırtına obüsü ve var olan birliğe ek olarak 19 Temmuz 2017’de ise 28 topçu asker daha Katar’a sevk edilmiştir.
Türkiye’nin kriz sürecinde Katar’a vermiş olduğu destek Suudi Arabistan başta olmak üzere aynı grupta yer alan birçok ülkenin tepkisine neden olmuştur. Çünkü Türkiye’nin Katar’a vermiş olduğu destekler en başta, Doha’nın sürecin olumsuz etkilerini en hafif şekilde hissetmesine neden olmuştur. Örneğin Türkiye’nin Katar’a yaptığı yardım Suudilerin sınırı kapatmasını genel olarak etkisiz hale getirmesini bu kapsamda ele almak mümkündür. Buna karşın Türkiye’nin Katar’a destek kapsamındaki girişimlerden bir çoğu, karşıt bloğun Ankara’nın da hedef haline gelmesine de neden olmuştur. Bu kapsamda karşıt bloğun en temel motivasyonu Türkiye’nin yardımlarının Katar’a uygulanan ablukayı etkisizleştirmesiyle birlikte Türk askeri üssünün başta Suudiler olmak üzere bir takım bölge ülkelerince tehdit olarak görülmesidir. Zira bu ülkeler Katar’la barışmanın bir şartı olarak Türk askerlerinin çekilmesini istemişlerdir. Ama yine de Türkiye’nin bu şarta rağmen Katar’ın yanında yer almasıyla Suudi Arabistan başta olmak üzere Doha karşıtı diğer ülkelerle ilişkileri iyice gerilmiştir.
4.EL-ULA UZLAŞISI ve KÖRFEZDE YENİ DÜZEN GEREKSİNİMİ
Suudi Arabistan ve BAE öncülüğündeki karşı blokla Katar arasında uluslararası ölçekli krizin yaşanmasına neden olan gerilimlerle dolu mücadele 5 Ocak 2021 tarihi itibarıyla yeni bir safhaya taşınmıştır. Bu tarihte imzalanan “Dayanışma ve İstikrar Bildirisi“ ile Körfez krizinin sonlandırıldığı ve Katar’a yönelik ablukanın kaldırıldığı ilan edilmiştir. Bu bağlamda 5 Ocak 2021 tarihinde Suudi Arabistan’ın El-Ula kentinde gerçekleştirilen 41.Körfez İşbirliği Konseyi Zirvesi’nde Washington ve Kuveyt’in çabalarıyla; Suudi Arabistan, BAE, Mısır ve Katar arasında 3,5 yıl devam eden Körfez krizi “Dayanışma ve İstikrar Anlaşması“ ile sona erdiğini söyleyebiliriz. Buna karşın El-Ula Uzlaşısı ile sınır kapılarının açılmasına, krizin yaşandığı ülkeler arasındaki diplomatik ilişkilerin yeniden tesisine ve karşılıklı büyükelçilerin tayin edilmesine rağmen bazı anlaşmazlık dosyalarının varlığı nedeniyle taraflar arasında atılan adımlar çerçevesinde ilişkilerin seyrinin olumluya dönüp dönemeyeceği tartışmalı bir husus olmaya bir süre daha devam etmiştir.
Krizin temelinde yatan sorunların henüz çözüme kavuşturulmamış olması “kriz çözülmedi ancak yönetilebilir bir eksene kaydırıldı“ şeklindeki çıkarımları da beraberinde getirdiği görülmektedir. Krizin tam anlamıyla çözülmemesine rağmen bu yöndeki çıkarım süreç açısından son derece önemlidir. Zira “Dayanışma ve İstikrar Anlaşmasının“ imzalanmasından kısa bir süre sonra son derece önemli gelişmelere tanıklık edilmiştir. Nitekim Türkiye’nin 2020 yılının son günlerinden itibaren Suudi Arabistan, Mısır ve Bahreyn’le başlattığı diyalog girişimleri BAE-Türkiye ilişkilerinin de normalleşmenin önünü açarken, Katar’ın bütün bu normalleşme çabalarında bir nevi katalizör işlevi gördüğünü söyleyebiliriz. Bu doğrultuda BAE Veliaht Prensi Muhammed bin Zayid’in 24 Kasım 2021 tarihinde Türkiye’yi ziyaret etmesi ve enerji, petrokimya, teknoloji, ulaşım, altyapı, sağlık, finansal hizmetler, gıda ve tarım alanlarını kapsayan alanlarda iki ülke arasında doğrudan yatırımları içeren anlaşmalar imzalamasının ardından, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Aralık ayındaki Doha ziyaretinin, Türkiye-BAE yakınlaşmasının sağlaması niteliğinde olduğu ifade edilebilir.
Krizin yönetilebilir bir eksene kaydırılması şeklindeki çıkarımlara rağmen El-Ula uzlaşısının bölgesel düzeni de kapsaya birçok alanda etkisinden söz etmek mümkündür. Zira bu uzlaşının etkileri şüphesiz birbiriyle çatışma noktasına gelen bölge ülkelerinin tavırlarını değiştirmesiyle sınırlı değildir. Bununla birlikte bölgesel düzendeki bir değişimin zorunu hale gelmesi gibi bir durumdan söz etmek mümkündür. Zaten çatışma ve mücadele temelli bir bölgesel düzenin Körfez ülkeleri açısından yarardan çok zararları olduğu tartışmasızdır.
5.KÖRFEZ VE YENİ BÖLGESEL DÜZEN
2019’da koronavirüs (Covid-19) salgınının patlak vermesi ve ABD’deki başkan değişimiyle Washington’ın Ortadoğu siyasetinin zayıflaması gibi yapısal gerekçeler Ortadoğu’da bölgesel iş birliğini gün yüzüne çıkarmıştır. Dolayısıyla 2020’nin sonundan beri Ortadoğu’daki aktörler arasında iş birliği süreçlerinin daha fazla görünür hale gelmesi ve normalleşme süreçlerinin kurumsallaşması ortaya çıkan yeni bölgesel düzenle alakalıdır. Bu yeni bölgesel düzenin Türkiye’nin Suudi Arabistan ve BAE ile ilişkilerini yakınlaştırdığı, Katar ile ilişkilerindeki iş birliğini de derinleştirdiği belirtilebilir. Söz konusu yakınlaşma ve iş birliğinin tahkim edildiği süreç yeni bölgesel düzenin şu üç boyutu üzerinden açıklanabilir: i) Arap devrimleri ve bölgesel diplomasi, ii) stratejik otonomi arayışı ve güvenlik, iii) ekonomiyi önceleme ve iş birliklerini derinleştirme.
Yeni bölgesel düzene ilişkin gerekliliklerin ortaya çıkmasında Arap Devrimleri’nin önemli ölçüde etkisi olmuştur. Öyle ki bu süreçte karşıt bloklar haline gelen bölge ülkeleri arasında ciddi gerilimler yaşanmıştır. Bununla birlikte bir süre sonra bölge ülkeleri arasındaki ayrışmaların yarardan çok zarara neden olduğunun anlaşılır hale gelmesiyle, bölge düzeniyle alakalı bir takım değişimler söz konusu olmuştur. Zira muhtelif siyasi ve askeri aktörleri destekleyerek zıt kamplarda yer alan aktörlerin bu tutumlarını değiştirerek normalleşme kararı almaları Ortadoğu’da yeni bir bölgesel düzenin inşa edildiğinin önemli bir kanıtı olarak görülebilir. Bu bağlamda bölgesel normalleşmenin bir tercihten ziyade yeni düzenin temel parametresi olduğunu söyleyebiliriz.
Körfez’deki yeni bölgesel düzenle ilişkili birçok yenilikten söz etmek mümkündür. Örneğin bölgesel güç dengeleri ve dinamiklerinin dönüşmesiyle diplomasi bu yeni düzenin birincil tercihi haline gelmiştir. Diplomasinin birincil tercih haline gelmesi ise en başta Türkiye’nin Suudi Arabistan, BAE ve Katar ile ilişkilerine olumlu yansımıştır. Böylelikle bölgesel aktörler arasındaki gerilim azalırken, uzlaşı ve diyalog ortamının yaygınlaşmaya başladığı bölgesel yeni düzen ortaya çıkmıştır.
Bölgesel yeni düzenin bir diğer parametresi ortak hedeflerle alakalıdır. Söz konusu ortak hedefler çerçevesinde bölge ülkelerinin dış politikada stratejik otonomi arayışı içerisine girmelerinin bir nevi iş birliklerinin geliştirilmesinin önünü açtığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla stratejik otonomi arayışlarının tarafları ortak paydada bir araya getiren faktörlerden birisi olduğu tartışmasızdır. Bu anlamda başta Suudi Arabistan ve BAE olmak üzere birçok bölge ülkesi Türkiye gibi stratejik otonomi arayışı içerisindedir. Bu bağlamda Türkiye’nin stratejik otonomi arayışı ve dostlarını arttırıp düşmanlarını azaltma politikasının Körfez ülkelerine örnek teşkil ettiğini ifade etmek mümkündür. Dolayısıyla bu yeni politik sistemde sadece ABD odaklı politikalar yerine Çin, Rusya ve Avrupa ülkeleri hatta Hindistan gibi küresel güçlerle yakınlaşma ve stratejik adımlar atma Körfez ülkeleri için de birincil öncelik haline gelmiştir. Çünkü halihazırda birçok Körfez ülkesi ABD odaklı politikaların yapısal ve kronik problemlere neden olduğunu tecrübe etmişlerdir. Böylesi bir durumda stratejik otonomi arayışına yönelim kaçınılmaz hale gelmektedir. Bununla birlikte stratejik otonomi arayışları kapsamında Körfez ülkelerinin dış politikada ana ekseni olmayan ve bağımsız ulus devlet temelinde hareket eden, aktif küreselleşme yerine esnek ittifaklar ve ilişkiler yoluyla seçici küreselleşmeyi tercih eden, başta ABD-Rusya ilişkisi olmak üzere büyük güçler arası ilişkilerde “dengeleme“ amacı güden, güvenlik ve ekonomiyi demokrasiden önce gören bir anlayış benimsediği yeni bir düzenden söz etmek mümkündür.
Körfez ülkeleri için bölgesel yeni düzenle ilişkili bir diğer boyut ekonomiyi önceleme ve iş birliklerini derinleştirmedir. Bu doğrultuda fosil enerji kaynakları ihracatı ağırlıklı bir ekonomi yapısının her geçen gün önemini yitirmeye başlaması, bölgesel yeni düzenin inşası açısından son derece önemli bir faktördür. Zira özellikle son yıllarda fosil enerji kaynakları temelli bir ekonomik yapının birçok açıdan ulusal güvenlik tehdidine dönüşmesi gibi bir olasılık ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu bağlamda çağın değişen koşullarının bu yöndeki bir ekonomik yapılanmanın kısa vadede işlevselliğini yitirmesi gibi bir olasılığı gündeme getirdiğini söyleyebiliriz. Söz konusu en önemli değişimlerin başında fosil enerji kaynaklarının diplomatik silah olarak kullanılması ve iklim değişikliği gibi nedenlerden dolayı küresel ölçekte yeni bir enerji düzenine geçiş sürecinin başlatılması gelmektedir. Tartışmasız diğerleri gibi Körfez ülkeleri de bu gidişattan haberdardır. Bunun en önemli göstergelerinden birisi Körfez ülkelerinin ekonomik yapılanmalarının gerek iklim değişikliği gerekse fosil yakıtları rezervlerinin azalmasından ötürü dönüşüm geçirme sürecine girmesidir. Dolayısıyla birçok Körfez ülkesi için Post-rantiyer döneme bir geçiş söz konusudur. Bu doğrultuda post-rantiyer dönemde Körfez ülkeleri petrol ve doğal gaz dışındaki gelirlere; ekonomik girdileri çeşitlendirmeye odaklanmışlardır. Post-rantiyer dönem kapsamındaki bu stratejilerin en temel ayaklarından birisi ise yatırımlardır. Bu kapsamda Körfez ülkeleri ciddi bir rekabet içerisine girmiş durumdadırlar. Böylesi bir ortamda Türkiye rekabet içerisindeki bölge ülkeleri için önemli bir fırsat haline gelmektedir. Bu doğrultuda son günlerde Körfez içi rekabetin Türkiye ile ilişkilere doğrudan etki ettiğini söyleyebiliriz. Özellikle Suudi Arabistan ile BAE arasında cereyan eden ekonomik rekabet Türkiye ile ilişkilerin onarılması sürecinde de görülmüştür.
6.TÜRKİYE VE KÖRFEZ İLİŞKİLERİNDE YENİ FIRSATLAR
Türkiye ve Körfez ülkeleri arasındaki ilişkiler, tarih boyunca değişkenlik göstermiş ve birçok dönemde yakın işbirliği ve rekabetin bir arada bulunduğu karmaşık bir yapıya sahiptir. Ancak, gelecekte Türkiye ve Körfez ülkeleri arasında yeni fırsatlar doğabilecek birçok alan vardır. İşte bu potansiyel fırsat alanlarını şu şekilde sıralamak mümkündür; Ekonomik işbirliği, enerji işbirliği, savunma sanayi işbirliği, altyapı ve inşaat, kültürel ve turistik ilişkiler, diplomatik işbirliği. Bu bağlamda, tarih boyunca çeşitli dönemlerde karmaşık bir yapıya sahip olan Türkiye ve BAE arasında yeni işbirliği fırsatları gelişebileceğini söyleyebiliriz.
6.1. Türkiye-BAE Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşması
Türkiye-BAE ilişkilerinin 1970’li yıllardan bu yana genel itibariyle yükselen bir seyir izlediği görülmektedir. Bu kapsamda özellikle yeni milenyuma geçişle birlikte taraflar arasındaki ekonomik ilişkiler önemli ölçüde gelişmiştir. Arap Baharı sürecinde iki taraf arasında bölgesel rekabet, ilişkilerdeki bu yükseliş seyrinin önüne geçmiş olsa da son günlerde engel gibi görünen bu durumun nispeten aşılmaya başladığı görülmektedir. Bu bağlamda Türkiye-BAE ilişkilerinin son dönemde daha ılımlı, uzlaşmacı ve iş birliği merkezli bir görünüm sergilemeye başladığını ifade etmek mümkündür. Taraflar arası ilişkilerdeki bu yeni süreç için 2021 yılı önemli bir dönüm noktası olmuştur. İkili ilişkilerin geliştirilmesi kapsamında 2021 yılında Abu Dabi Veliaht Prensi Şeyh Muhammed b. Zayed Al Nahyan’ın danışmanı Ankara’ya gelerek Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan ile görüşmüştür. Bu görüşme akabinde dönemin Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu BAE’ye bir ziyaret gerçekleştirmiştir. Bununla birlikte 24 Kasım 2021 tarihinde Prens Şeyh Muhammed b. Zayed Al Nahyan’ın Ankara’ya gelmesi, ikili ilişkilerdeki ilerlemeyi hızlandırmıştır. Daha sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Prens Zayed’in davetine icabet ederek Şubat 2022’de BAE’ye gitmesi ve üst düzey karşılama törenlerinin yapılması, BAE başta olmak üzere bölge ülkelerinin Türkiye’ye yönelik politikalarının değişeceğinin sinyalini vermiştir. Türkiye ile BAE arasında askerî, ticari, kültürel, sağlık, bilim ve eğitim alanlarında kapsayıcı anlaşmaların yapılması, ikili ilişkilerin stratejik seviyeye çıkarılabileceği şeklinde değerlendirilmiştir. Bu doğrultuda, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Temmuz 2023 tarihinde gerçekleştirmiş olduğu BAE ziyaretiyle somut adımlar atılmaya başlanmıştır. Zira Temmuz 2023 tarihinde Cumhurbaşkanı Erdoğan BAE Devlet Başkanı Al Nahyan ile bir görüşme gerçekleştirmiştir. Bu görüşme sırasında BAE Devlet Başkanı Al Nahyan, görüşme sonrası Cumhurbaşkanı Erdoğan'a "Zayed Devlet Nişanı" tevdi etmiştir. Söz konusu ziyaret dünya basınında “Türkiye ve BAE arasında yeni dönem sinyali“ şeklinde yankı uyandırmıştır.
Türkiye ve BAE, son 10 yıldır gergin olan ilişkilerde bir nevi yeni dönemin sinyalini vermiştir. Zira 2022 yılı sonu Abu Dabi Veliaht Prensi Şeyh Muhammed Bin Zayid Al Nahyan'ın Türkiye ziyaretinin ardından Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, BAE ziyareti kapsamında bir dizi anlaşma imzalanmasını yeni dönemin sinyalleri kapsamında ele almak mümkündür. Taraflar arasındaki anlaşmaların en önemlilerinden birisi ekonomi alanında gerçekleştirilmiştir. Bu doğrultuda Türkiye Cumhuriyeti ile BAE Arasında Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşması Müzakerelerinin Başlatılmasına İlişkin Ortak Bakanlar Bildirisi, Ticaret Bakanı Mehmet Muş ile BAE Ekonomi Bakanı Abdullah bin Touq Al Mari tarafından imzalanmıştır. Söz konusu imzaların atılmasıyla bir nevi 3 Mart 2023 tarihinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Abu Dabi Veliaht Prensi Şeyh Muhammed bin Zayed Al Nahyan'ın huzurlarında imzalanan “Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşması’nın (KEOA)“ ilişkilerin gidişatındaki önemi vurgulanmıştır.
Birçok ticari ve yatırım fırsatı sunması beklenen KEOA, sağlam bir ticaret ve yatırım ilişkileri temeline dayanan yeni bir ortaklık ve ekonomik entegrasyon döneminin başlangıcı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda Türkiye ile BAE ilişkileri kapsamında, iki ülke arasında KEOA’nın imzalanmasıyla sonuçlanan yeni sürdürülebilir büyümeye ve ekonomik refaha doğru güçlü bir ilerlemeye tanıklık edildiğini söyleyebiliriz. Zira KEOA, iki dost ülkenin halklarına faydalı olmanın yanı sıra birçok ticari ve yatırım fırsatı da sunmaktadır. Bununla birlikte KEOA’nı sağlam bir ticaret ve yatırım ilişkileri temeline dayanan bir ortaklık ve ekonomik entegrasyon döneminin başlangıcı olduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki KEOA yürürlüğe girer girmez, iki ülke arasında petrol dışı ticaretin değerinin yüzde 93'ünden fazlasını oluşturan ürünlerin ve emtiaların yüzde 82'sine uygulanan gümrük vergileri ya kaldırılacak ya da azaltılacaktır. Bunun yanında ticaretin önündeki gereksiz engeller de kaldırılacaktır. Ayrıca karşılıklı doğrudan yabancı yatırımlar (DYY) için yeni yollar yaratılması ve inşaat, metal ürünler, polimerler ve diğer endüstriyel ürünler gibi önemli sektörler dahil olmak üzere yerli ihracatçılar için pazar erişimi artırılacaktır. Tüm bunların yanı sıra KEOA halihazırda 18,9 milyar dolar olan yıllık petrol dışı iç ticaret hacmini 5 yıl içinde 40 milyar doların üzerine çıkarmayı, BAE'nin Türkiye'ye ihracatını yüzde 21,7 artırmayı ve lojistik hizmetler, e-ticaret, gıda güvenliği ve yenilenebilir enerji gibi önemli sektörlerde yatırımları artırmayı hedeflemektedir.
KEOA ile Türkiye ve BAE'nin ticari ve ekonomik ilişkilerine yeni bir boyut kazandırılması hedeflenmektedir. Ticari ve ekonomik ilişkilerin tüm tamamlayıcı unsurlarını barındıran anlaşma ile yüksek katma değerli hizmet sektörlerinin gelişimine imkân tanınması, yatırım süreçlerinin kolaylaştırılması, verimli uygulamalar ve işbirlikleri ile ekonomik öngörülebilirliğin artırılarak iki ülke arasında ticaretin ve yatırımın teşvik edilmesi planlanmaktadır. Bununla birlikte hizmet ticareti, küçük ve orta ölçekli işletmelerin ticaretlerini kolaylaştırıcı tedbirler, kamu alımları, fikri mülkiyet, ticaret önlemleri ve diğer düzenleyici kurallar da KEOA'da yer almaktadır. Dolayısıyla Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşması, emtia ve hizmet ihracatçıları için iki ülkenin ve bölge ülkelerinin pazarlarına yeni yollar açarken iki ülkenin küçük ve orta ölçekli şirketleri ve girişimcileri arasında iş birliği ve ortaklık için de yeni bir platform başlatmaktadır. Aynı zamanda bölgeyi uluslararası ticaretin kalbine ve küresel büyümenin yeni merkezleri haritasına yerleştirmektedir.
6.2. Türkiye-BAE Savunma İş Birliği Anlaşması
Türkiye-BAE ilişkilerinde bir diğer önemli alan savunma sanayisidir. Zira özellikle son yıllarda Türkiye savunma sanayisinde ciddi bir gelişim göstererek, dünyanın önde gelen aktörlerinden birisi haline gelmiştir. Bununla birlikte savunma sanayisinde ihracatçı konumuna gelen Türkiye’nin en önemli partnerlerinden birisi BEA’dır. Bu kapsamda Türkiye ve BAE arasında savunma alanındaki işbirliğinin giderek daha da derinleştiğine tanıklık edilmektedir. Bunun en önemli göstergelerinden birisi, geçtiğimiz aylarda Türkiye ile BAE arasında yoğunlaşan savunma sanayii işbirliği ilişkilerinin devamı olarak iki ülke devlet yetkilileri ve şirketleri Ankara'da bir araya gelmesidir. Cumhurbaşkanlığı Savunma Sanayii Başkanlığı (SSB) ev sahipliğinde gerçekleşen toplantıya SSB Başkanı Prof. Dr. İsmail Demir, BAE Tedarik Kuruluşu TAWAZUN Ekonomik Konseyi CEO'su Tareq Al Hosani, üst düzey askeri yetkililer ve şirket yöneticileri katılmıştır. İki ülke savunma sanayii ilişkilerinin geliştirilmesine dönük gerçekleşen toplantıda iki mutabakat muhtırası imzalanmıştır. Savunma ve Havacılık Sanayii İmalatçılar Derneği (SASAD) ile BAE'deki muadil kuruluş EDDC (Emirates Defense Companies Council) arasında endüstriyel işbirliği konusunda, TR TEST ile Tawazun arasında ise test ve sertifikasyon konusunda mutabakat muhtıraları SSB Başkanı Demir ve TAWAZUN CEO'su Al Hosani şahitliğinde imzalanmıştır.
6.3.Türkiye-BAE Enerji İş Birliği
Türkiye ile BAE ilişkileri kapsamında bir diğer önemli iş birliği alanı enerjidir. Bu doğrultuda enerji alanında iki taraf arasında önemli temaslar gerçekleştirilmektedir. Zira Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Körfez Turu kapsamındaki BAE ziyareti sırasında iki ülkenin doğal kaynaklar alanında imzaladığı Mutabakat Zaptı şüphesiz söz konusu temasların bir sonucudur. Bununla birlikte taraflar arasındaki enerji iş birliğinin ağırlıklı olarak temiz enerji alanına yoğunlaştığı görülmektedir. BAE Ankara Büyükelçisi Said Sani ez-Zahiri’nin 16. EIF Gaziantep Enerji Fuarı kapsamında yaptığı değerlendirme bunun delillerindendir. Öyle ki 16. EIF Gaziantep Enerji Fuarı kapsamında yaptığı değerlendirmede, BAE ve Türkiye’nin temiz enerji, enerji teknolojileri ve hidrojen alanında işbirlikleri ve projeler üzerinde çalıştığını dile getiren Zahiri, depolama, boru hattı ya da farklı türde hidrojen projesi ve genel olarak temiz enerji işbirlikleri üzerinde çalışmaların devam ettiğini söylemiştir.
Türkiye ve BAE tarafından enerji alanında yürütülen çalışmaların yol haritası şüphesiz taraflar arasında imzalanan Mutabakat Zaptı’dır. Zira Ankara'da 24 Kasım 2021'de imzalanan "Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Birleşik Arap Emirlikleri Hükümeti Arasında Enerji Alanında İşbirliğine Dair Mutabakat Zaptı"nın onaylanmasına ilişkin karar, Resmî Gazete'de yayımlanmıştır. Söz konusu mutabakat zaptı, iki ülke arasında enerji alanında iyi niyetli iş birliğinin geliştirilmesi için bir çerçeve oluşturmak ve teknik bilgi, tavsiye, beceri ve uzmanlık paylaşımını kolaylaştırmayı amaçlamaktadır.Bu kapsamda, iki ülke arasında petrol ve gaz sektörlerinin sürdürülebilir gelişimi teşvik edilecektir. Çevresel etkileri azaltan yenilikler de dahil olmak üzere, petrol ve doğal gaz yatırımı ile petrol ve doğal gaz çıkarma, işleme ve nakliye hususlarındaki fırsatlar ve karşılaşılan zorluklar, bilgi ve teknoloji yoluyla iş birliği konuları ele alınacaktır. Bununla birlikte temiz enerji teknolojilerinde ortak yatırım fırsatları araştırılacaktır. Hatta Karbon Yakalama, Kullanım ve Depolama (CCUS) ve enerji depolama teknolojileri konularında iş birliği geliştirilmekle birlikte enerji dönüşümünden etkilenen işçiler ve topluluklar için zorluklar ve fırsatlar ve her iki ülkede de enerji dönüşümünü desteklemek için beceri ve iş gücü geliştirmeye odaklanılacaktır. Bu kapsamda, her iki ülkede enerji dönüşümünü uygulamak ve kolaylaştırmak ve enerji politikaları ile regülasyonlar için en iyi uygulamalar araştırılacaktır. İki ülke ayrıca, hidrojen üretimi teknolojileri, ulaşım çözümleri ve maliyetleri, depolama çözümleri ve maliyetleri, fosil yakıt kaynaklı hidrojenin karbon yoğunluğunun düşürülmesi, hidrojen yakıt hücreleri, hidrojen üretimi için nükleer santrallerden yararlanılması, fosil yakıt altyapısının yeniden işlevlendirilmesi, son kullanıcı uygulamaları ve işleyişin gösterilmesi, ihracat sertifikaları ve yönetmelikleri, güvenlik standartları ve sertifikaları, değer zinciri entegrasyonu ve ara ürün üretimi ve uygulaması alanlarında da iş birliği yapacaktır.
SONUÇ
Türkiye ve BAE arasındaki ilişkiler, geçmişteki zorluklara rağmen önemli bir potansiyele sahiptir. Her iki ülke, bölgesel ve küresel düzeyde birçok ortak çıkarı paylaşmaktadır ve bu çıkarlar doğrultusunda işbirliği yapabilirler. Bu yazının başında belirttiğimiz gibi, ekonomik, enerji, savunma, kültürel ve diplomatik alanlarda birçok işbirliği fırsatı vardır. Türkiye ve BAE arasındaki ilişkilerin geleceği, karşılıklı güvenin tesis edilmesi, siyasi farklılıkların aşılmış olması ve işbirliği konularının önceliklendirilmesine bağlı olacaktır. İki ülke, bölgesel istikrarın ve refahın artırılmasına katkı sağlayacak işbirliği projelerini hayata geçirmek için birlikte çalışabilirler. Sonuç olarak, Türkiye ve BAE'nin işbirliği fırsatlarını değerlendirmesi hem bölgesel hem de uluslararası düzeyde istikrarın ve refahın artırılmasına katkıda bulunabilir. İki ülke, ortak çıkarlarına odaklanarak, karşılıklı saygı ve diyalog yoluyla bu potansiyeli maksimize edebilirler.
Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi
Dr. Öğr. Üyesi Zeynep Deniz ALTINSOY
Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi
(9. İstanbul Güvenlik Konferansı Bildiri Makalesi, 23 Kasım 2023)