İsrail'in kuşatma altındaki Gazze Şeridi'ne Ekim'den bu yana düzenlediği saldırılarda, öldürülen Filistinlilerin sayısı yaklaşık 25 bin. Saldırılarda şu ana kadar 60 bin civarı Filistinli yaralandı. BM değerlendirmesine göre, dördüncü ayına girerken savaş, iki milyon üç yüz bin insanın yaşadığı Gazze'yi iki milyon insanın yerinden edildiği yaşamaya elverişli olmayan bir toprak parçası haline dönüştürdü. İsrail'in 100 gündür Gazze Şeridi'nin kuzey, orta ve güney bölgelerine sürdürdüğü yoğun ve şiddetli saldırılarda çoğu çocuk ve kadın olmak üzere binlerce Filistinli öldürüldü, binlercesi de çeşitli şekillerde yaralandı. Binlerce Filistinlinin cesedinin ise hala yıkıntılar altında ve İsrail, Gazze'de "kasıtlı açlık" yaşatıyor.
Dünya tarihi Gazze'de yaşanan yıkım ve soykırımdan çok daha dramatik katliamlar gördü. İnsanlık tarihinin her döneminde milyonlara varan sistematik katliamlar gerçekleşti ve bunların hepsi bilerek ve isteyerek yapıldı. Bu katliamlar büyük insan gruplarının; etnik köken, din, ırk veya siyasi inanç gibi çeşitli faktörlere dayalı olarak kasıtlı ve metodik katliamları ifade ediyor ve dramatik ayrıntıları ile korkunç uygulamalar.
Tarih bunları unutmadı:
Nanjing Katliamı (1937-1938): İkinci Çin-Japon Savaşı sırasında Japon kuvvetleri, Çin'in Nanjing şehrini ele geçirdi ve yaygın zulümler gerçekleştirdi. Öldürülen Çinli sivillerin ve silahsız askerlerin sayısına ilişkin tahminler yüz binleri bulmakta.
Holokost (1941-1945): Holokost, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası ve işbirlikçileri tarafından gerçekleştirilen sistematik soykırımı ifade ediyor. Altı milyon Yahudi, Romanlar, Polonyalılar, Sovyet savaş esirleri ve engelli bireyler de dahil olmak üzere diğer milyonlarca Yahudi ile birlikte toplama ve imha kamplarında sistematik olarak öldürüldü.
Guatemala İç Savaşı (1960-1996): Guatemala hükümeti ile solcu isyancılar arasındaki çatışma sırasında yerli Maya toplulukları hükümet güçleri tarafından hedef alındı. Katliamlar, zorla kaybetmeler ve yerinden edilmeler bu dönemi karakterize etmiş ve önemli can kayıplarına yol açmıştır.
Kamboçya Soykırımı (1975-1979): Pol Pot liderliğindeki Kızıl Khmer rejimi altında Kamboçya'da entelektüeller, profesyoneller ve devletin düşmanları olarak algılananların da dahil olduğu tahminen 1,7 milyon insan öldürüldü. Soykırım, tarıma dayalı, komünist bir toplum yaratmayı amaçlıyordu.
Bosna Soykırımı (1992-1995): Bosna Savaşı sırasında, etnik açıdan saf bir Sırp devleti kurmayı amaçlayan Bosnalı Sırp güçleri, sistematik toplu katliamlara, tecavüze ve etnik temizliğe girişti. 1995 yılındaki Srebrenica katliamı, binlerce Bosnalı Müslüman erkek ve erkek çocuğunun öldürüldüğü en vahşi olaylardan biridir.
Ruanda Soykırımı (1994): Sadece 100 gün içinde, Ruanda'da 800.000 etnik Tutsi ve ılımlı Hutu, aşırılık yanlısı Hutular tarafından öldürüldü. Soykırım, uzun süredir devam eden etnik gerilimlerden kaynaklandı ve siyasi ve tarihi faktörler tarafından körüklendi.
Bu örnekler tarihteki sistematik katliamların sadece birkaç örneğini temsil etse de, en dramatik olanı kuşkusuz; 1941-1945 arasında yaşanan ve İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanya'sı ve işbirlikçileri tarafından gerçekleştirilen sistematik soykırım. Altı milyon Yahudi, Romanlar, Polonyalılar, Sovyet savaş esirleri ve engelli bireyler de dahil olmak üzere diğer milyonlarca Yahudi ile birlikte toplama ve imha kamplarında sistematik olarak öldürülmesidir. 1941-1945 arasında yaşanan acımasız soykırımın Yahudilerde bıraktığı iz kuşkusuz tarihin en korkunç izi ve ''insanlığın tarihsel utancı'' olarak kayıtlara geçmiştir.
21. yüzyılın 2024'de; Nazi Almanya'sı ve işbirlikçileri tarafından gerçekleştirilen sistematik soykırımı yaşamış ve sağ kurtulmuş Yahudilerin de kuruluşunda yer aldığı İsrail devleti; kuşatma altında tutuğu Gazze'de 24 bin Filistinliyi öldürüyor ve iki milyon üç yüz bin insanın yaşadığı Gazze'yi iki milyon insanın yerinden edildiği yaşamaya elverişli olmayan bir toprak parçası haline dönüştürüyor. Nazi Almanya'sında Yahudilerin uğradığı acıların bugün İsrail ve ABD Yahudi elitleri eliyle istismar edilmesi ve bu sayede İsrail'in yetmiş yıla yayılan soykırım politikası meşrulaştırılıyor[1]. Bu meşrulaştırma aynı zamanda İsrail'in holokost'u vazgeçilmez bir ideolojik silah olarak kullanmasına fırsat tanıyor. Bu silahın kullanımı ile birlikte, korkunç bir insan hakları geçmişine sahip, dünyanın en ürkütücü askeri güçlerinden biri, kendisini ''kurban'' olarak gösterebilmekte, ABD'deki en başarılı etnik grup da aynı şekilde kurban statüsü elde edebilmektedir.
Holokost ile kurban statüsünü yaslanan Siyonist İsrail Devleti'nin Gazze soykırımı ilk değil, geriye dönüp baktığınızda karşınıza çıkan tablo ise ürkütücü:
- Deir Yasin Katliamı (1948):
- Tantura Katliamı (1948):
- Qibya Katliamı (1953):
- Kafr Kasım Katliamı (1956):
- Rafah Katliamı (1956):
- Bahr El-Bakar Katliamı (1970):
- El Halil Katliamı (1994):
- Sabra ve Şatilla Katliamı (1982):
- Cenin Katliamı (2002):
- Gazze Savaşı (2008-2009):
İsrail devletinin Filistinlilere karşı 1948 itibaren uyguladığı ve katliama dönüşen şiddeti, hiç kuşkusuz bundan sonrada devam edecek gözüküyor. İsrail devletinin bu katliamlar yanında; Filistinlilere karşı ayrımcı ve dışlayıcı yasa, politika ve uygulamaları; uluslararası kamu hukuku ihlâli, ciddi bir insan hakları ihlâli ve insanlığa karşı suç olarak karşımıza çıkmakta. Kısaca 'apartheid olarak tanımlanan bu durum Uluslararası Af Örgütü tarafından belgelenmiş ve raporlara da yansımıştır.
İsrail-Filistin çatışması, her iki tarafta da meydana gelen şiddet eylemleriyle birlikte karmaşık bir siyasi, bölgesel ve ideolojik anlaşmazlıklarla devam etse de, İsrail'in Siyonist politikasının ve onun şiddet ile bağlantısının arka planını oluşturan unsurlar anlaşılmadıkça ve bunlar değişmedikçe sürecek gözüküyor.
Siyonizm, 19. yüzyılın sonlarında, tarihi İsrail topraklarında bir Yahudi vatanı kurmayı amaçlayan siyasi ve ideolojik bir hareket. Bu hareket; Avrupa'da antisemitizmin arttığı ve Yahudilerin hayatta kalmalarını garanti altına almak için güvenli ve egemen bir devlete ihtiyaç duyduğu inancının yoğun olduğu dönemde ivme kazandı. Birinci Dünya Savaşı'nın ardından Milletler Cemiyeti'nin Filistin üzerinde İngiltere'ye manda vermesiyle bölgeye Yahudi göçü arttı. Akabinde ise Yahudi ve Arap toplulukları arasındaki gerginliğin tırmanması ile 1920'ler ve 1930'larda şiddet sarmalını başlatmış oldu.
Holokost ve İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilere karşı işlenen zulümler, bir Yahudi devleti kurma fikrini güçlendirdi. 1947'de Birleşmiş Milletler, Filistin'i Yahudi ve Arap devletlerine bölmek için bir taksim planı önerdi. İsrail Devleti 1948'de resmen kuruldu; bu, Arap-İsrail Savaşı'na ve Filistinlilerin yerlerinden edilmesini hızlandırarak günümüze kadar getirdi.
İsrail'in kuruluşu ve ardından Arap komşularıyla yaptığı savaşlar, özellikle de 1967'deki Altı Gün Savaşı ve 1973'teki Yom Kippur Savaşı, jeopolitik manzaranın şekillenmesinde önemli bir rol oynadı. Bu çatışmalar, Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze Şeridi'nin işgali de dahil olmak üzere süregelen gerilimlere ve toprak anlaşmazlıklarına katkıda bulundu. İşgal altındaki topraklarda İsrail yerleşimlerinin kurulması ve genişletilmesi uluslararası hukukun ihlali ve barışın önünde büyük bir engel ve bu durum yerleşimciler, İsrail ordusu ve Filistinliler arasında çatışmaları beslemekte. Milliyetçi ve militan ideolojilerle bağlantılı olanlar da dahil olmak üzere Filistinli direniş grupları, İsrailli sivillere ve askeri hedeflere karşı eylemlerine girişiyor. Bu eylemlerin kökleri İsrail Siyonist politikalardan kaynaklanmakta.
İsrail'in Filistinlilere karşı kurumsallaşmış ve sistematik ayrımcılığı, bölgede çatışma noktasına gelindiğinde acımasız toplu kıyımlar karşımız çıkıyor. Siyonist İsrail devlet politikasının acımasızlığı; Özellikle Nazi Almanya'sı ve işbirlikçileri tarafından gerçekleştirilen sistematik soykırımı yaşamış Yahudilerin çoğunluğunca gizli ya da açı bir şekilde destek görmekte. Bu desteği anlamak ve sonrasında gerçekçi çözüm yollarına ulaşmak için İsrail Siyonist şiddet politikasının arka planını destekleyen unsurlara bakmayı zorunlu kılıyor.
Yahudi Teolojisi
Yahudilik, dünya nüfusu içinde küçük bir grubu temsil etmesine rağmen dört bin yıllık geçmişi ile dünya tarihinde önemli bir yere sahip. Yahudiliğin özellikle günümüz için taşıdığı önem, aynı din ailesine (Sami-İbrahim monoteist gelenek) bağlı olmaları, buna paralel olarak ortak kutsal coğrafyaya ve ortak tarihi tecrübeye sahip olmaları sebebiyle, Hıristiyan ve İslam dünyalarıyla münasebetinden kaynaklanmakta. İbrahim mirası sahiplenme ve temsiliyet iddiası bu üç dinin mensupları arasında kimi zaman çatışmalara sebep olurken, uzun bir zaman dilimine denk gelen ortak tarihi tecrübe karşılıklı etkileşimi kaçınılmaz kılmış. Yahudiliğin, bilhassa gelişimleri sırasında diğer iki monoteist din üzerindeki tesirine karşılık, asırlar boyunca Yahudilere ev sahipliği yapan Hıristiyan ve Müslüman toplumların gerek Yahudi teolojisi ve düşüncesi gerekse çeşitli Yahudi cemaatlerin sosyokültürel yapılanması üzerinde etkisi olmuştur. Bu ortaklığa ve etkileşime paralel olarak Yahudilik; kutsal kitap literatürü (Tanah/ Eski Ahit), seçilmişlik ve mesihçi kurtuluş kavramları açısından Hıristiyanlıkla, tek tanrı inancı (mutlak monoteizm), kitabi vahiy anlayışı, 1 dini hukuk ve pratiğe (şeriat) yönelik vurgu açısından İslam'la benzeşmekte[2].
Diğer milletlerden ve onların inanç ve yaşayış şekillerinden uzak durmalarına yönelik Tevrat vurgusuna, Yahudi olan-olmayan ayrımını öngören ve iki grup arasındaki ilişkileri kısıtlayan kural ve emirlerin, kimi zaman da, ortaçağ Avrupası'nda olduğu gibi, dışarıdan gelen baskıların varlığına rağmen dört bin yıllık Yahudi tarihi, Yahudilerin tamamen tecrit ve soyutlanma refleksinden ziyade, intibak ve adaptasyona dayalı olarak dinlerini ve kimliklerini korudukları, çevre kültürlerden aldıkları unsurları kendi bünyelerine katarak varlıklarını devam ettirdiklerine şahitlik etmektedir[3].
Yahudiliği farklı kılan bir diğer özellik onun 'Tanrı-İsrail ilişkisi' üzerine yaptığı özel vurgudur. Tevrat'ta Tanrı'nın İsrail'i kendi has kavmi (kutsal kavim) olarak seçmesi şeklinde ortaya konan ve İsrail-öteki milletler (goyim) ayrımını beraberinde getiren 'seçilmişlik' inancının yanı sıra bu inançla alakalı olan 'ahit', 'kutsal toprak' ve 'mesihçi kurtuluş' kavramları Yahudiliğin merkezinde yer alan unsurlardır. Bu yönüyle Yahudilik, en azından geleneksel biçimiyle, evrensellikten ziyade seçkincilik ve aynı zamanda bireyden ziyade topluluk fikri üzerine kurulu bir din olmaktadır[4].
Yahudi Teolojisinde "Seçilmiş İnsanlar" kavramı
"Seçilmiş insanlar" kavramı Yahudi teolojisinde derin köklere sahip ve Eski Ahit, özellikle Yaratılış ve Çıkış kitaplarından türetilmiş. İnanç, Tanrı'nın İbrahim, İshak ve Yakup'un (daha sonra İsrail olarak adlandırılacak) torunları ile özel ve benzersiz bir ilişki olan bir antlaşmaya girdiği fikri etrafında yoğunlaşır. Yahudilerin "seçilmiş insanlar"a olan inancının arka planına katkıda bulunan temel unsurlar:
İbrahim Antlaşması: Seçilmiş halk kavramı, Yaratılış Kitabı'nda (Yaratılış 12:1–3) anlatıldığı gibi, Tanrı'nın İbrahim'le yaptığı antlaşmayla başlar. Bu antlaşmada Tanrı, İbrahim'e büyük bir ulusun babası olacağını ve soyunun çok sayıda olacağını vaat ediyor. Antlaşma İshak ve Yakup ile yinelenerek İsrail soyunun temelini oluşturur.
Çıkış ve Sina Antlaşması: Çıkış Kitabı'nda bulunan Çıkış anlatımı, Yahudi tarihinde çok önemli bir olaydır. Tanrı İsraillileri Mısır'daki kölelikten kurtarır ve Musa Sina Dağı'nda On Emir'i ve diğer yasaları alır. Sina'da kurulan antlaşma, Tanrı ile İsrail oğulları arasındaki özel ilişkiyi sağlamlaştırıyor. İnsanlar Tanrı'nın emirlerine uymak ve ahlaki ve etik kurallara göre yaşamak üzere seçilmişlerdir.
Sorumluluk ve İtaat: İsrail oğullarının seçilmiş statüsü sadece bir ayrıcalık olarak değil aynı zamanda bir sorumluluk olarak da görülmektedir. Onlar, Tanrı'nın kanunlarını takip etmek ve dünyaya doğruluğun bir örneği olarak hizmet etmekle görevlendirilen bir "rahipler krallığı ve kutsal bir ulus" (Çıkış 19:6) olarak seçilmişlerdir.
Peygamberlik Mesajları: peygamberler, Tanrı'nın mesajlarını seçilmiş insanlara aktarmada önemli bir rol oynarlar. Peygamberler sık sık İsrail oğullarını tövbeye çağırır, onlara antlaşma yükümlülüklerini hatırlatır ve itaatsizliğin sonuçları konusunda onları uyarır.
Evrensel Çıkarımlar: Seçilmiş insanlar kavramı Tanrı ile İsrailliler arasındaki eşsiz ilişkiyi vurgulayan özel bir kavram olsa da evrensel unsurlar da vardır. Bazı metinler seçilmişlerin nihai amacının tüm uluslara bereket getirmek olduğunu ileri sürer (Yaratılış 12:3).
Seçilen kişi kavramı farklı Yahudi mezhepleri ve bireysel Yahudiler arasında farklılık gösterse de Yahudi teolojisinin ve kimliğinin merkezi olmaya devam etmekte.
Yahudi Teolojisinde ''Vaat Edilen Topraklar'' kavramı
İsrail Devleti'nin ''Vaat Edilen Topraklar'' kavramı üzerine kurgulanan tarihsel altyapısı Tevrat metinleri ile başlamakta. ''Vaat Edilen Topraklar kavramı'', Yahudiliğin kutsal metni olan Tevrat'ta önemli bir tema. Özellikle Yaratılış, Çıkış, Sayılar ve Tesniye kitaplarında, Tanrı'nın İbrahim, İshak ve Yakup'un (daha sonra İsrail olarak yeniden adlandırıldı) torunlarına vaat ettiği bir topraktan bahsedilmekte. Bu vaat edilen topraklar süt ve bal akan bir yer olarak tanımlanıyor ve genellikle Kenan olarak bilinen bölgeyle ilişkilendiriliyor.
Kutsal Kitap'ta Vaat Edilen Topraklardan söz eden başlıca pasajlar arasında Tanrı'nın İbrahim'le yaptığı antlaşma (Yaratılış 12:1-3), İshak ve Yakup'a toprak vaadi ve Musa'nın nihai hedef olarak İsrail oğullarını Mısır'dan çıkardığı Çıkış anlatısı yer alır. Atalarına vaat edilen topraklara ulaşmak Yahudi halkı için hem dini hem de tarihi öneme sahiptir. Tanrı ile İbrahim'in soyundan gelenler arasında özel bir ilişkinin kurulmasına işaret eden ilahi bir antlaşmayı sembolize eder. Kavram aynı zamanda miras fikriyle de bağlantılıdır ve Tanrı'nın gelecek nesillere verdiği vaatlerin sürekliliğini vurgulamaktadır.
Vaat Edilen Topraklar anlatısının gerçekleşmesi, Musa'nın halefi Yeşu'nun İsrail oğullarını Kenan'a götürmesiyle gerçekleşmiş, ülkenin fethi ve yerleşimi Yeşu Kitabı'nda ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Bu anlatılarda Eriha, Ai ve diğer şehirlerden de bahsedilmektedir. Vaat Edilmiş Topraklar Yahudilikte derin bir dini anlam taşıyor olsa da, özellikle İsrail-Filistin çatışması bağlamında bir gerilim ve çatışma kaynağı da olmuştur. Aynı toprakların Hıristiyanlar ve Müslümanlar tarafından da kutsal kabul edilmesi, vaatlerin farklı yorumlanması ve toprakların hak sahibi olması bölgede süregelen jeopolitik anlaşmazlıklara katkıda bulunmuştur.
Sonuç Olarak
İsrail Devleti'nin kuruluşu, İsrail'in yaratılışının kökleri, Filistin'de bir Yahudi vatanının kurulmasını savunan siyasi ve ideolojik bir hareket olan Siyonist harekete dayanmakta. Siyonist hareket, 19. yüzyılın sonlarında, Filistin'de bir Yahudi devletinin kurulmasını savunan Theodor Herzl gibi isimlerin öncülüğünde ivme kazanmış. 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan Yahudi milliyetçiliğine dayanan siyasi ve ideolojik bir hareket; Siyasi, sosyal ve ideolojik boyutlarının yanı sıra Yahudi dini inanç ve metinlerinden kaynaklanan teolojik temellerle de desteklenmekte. Siyonizm'in teolojik arka planı ise; İncil'deki ''Vaatler ve Antlaşma'', ''Vaat Edilen Topraklara Dönüş'', ''Kurtuluş ve Mesih Beklentileri'', Yahudi kimliğiyle bağlantı olarak güçlü duygusal destek görmekte. Birçok Yahudi için İsrail topraklarına geri dönme fikri, kimlikleri ve dini miraslarıyla derinden bağlantılı. Toprak genellikle Yahudi tarihinin ve kültürünün ayrılmaz bir parçası olarak görülüyor ve bir Yahudi vatanının yeniden kurulması, tarihi ve dini kaderin gerçekleşmesi olarak görülüyor.
Din ve Siyonizm arasındaki ilişkiyi besleyen güçlü inanç hükümleri; Yahudi halkının, İsrail'in kuruluşundan bu yana şiddete yönelik politikaları en azından ''görmezden'' gelmeyi beslediğini, bir basamak ileri gidildiğinde ise; toplu kıyımları meşrulaştırma amaçlı söylem ve politikalarda etkili olduklarını söylemek iddialı olmayacaktır. Yaklaşık 4 bin yıllık Yahudi inanç hükümlerini değiştirme şansımız olmadığına göre, Siyonist İsrail devletinin politika olarak benimsediği; kıyım, şiddet ve sistematik baskı politikaları ile Filistinlileri yerinden yurdundan eden şiddetini sona erdirmesini istemek, çok da gerçekçi bir talep olarak gözükmemektedir.