Türkiye, bir denge politikası çerçevesinde bütün KİK üyesi ülkelerle (Suudi Arabistan, Kuveyt, Umman, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Umman) ilişkilerini geliştirmek ve Körfez bölgesinde göz ardı edilmeyecek bir aktör olma yolunda, son yıllarda önemli hamleler yaptı. Türkiye’nin Körfez bölgesiyle yakın ilişkiler geliştirmesinde, 1979 yılı Şubat ayında gerçekleşen İran Devrimi, 1980’de İran ve Irak arasında başlayan ve 8 yıl devam eden savaş, Saddam Hüseyin’in 2 Ağustos 1990 yılında Kuveyt’i işgal etmesi, ardından 28 Ağustos’ta Kuveyt’i Irak’ın 19. ili olarak ilhak ettiğini dünyaya duyurması ve Arap Baharı gibi gelişmeler birer mihenk taşı niteliğindedir. İran İslam Cumhuriyet’inin, benimsediği İslami rejimi komşu ülkelere yayma politikası, 1981 yılında altı ülke arasında KİK’in (Körfez İşbirliği Konseyi) kurulmasını tetiklerken, Türkiye’de Körfez bölgesindeki gelişmelere seyirci kalamayacağını göstermiştir. 1984 yılında, dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren Suudi Arabistan’ı ziyaret ederek, “Askeri Eğitim ve İşbirliği Anlaşmasını“ imzalayarak, İran’ın Körfez ülkelerine yönelik yayılmacı politikasından rahatsız olduğunu ortaya koymuştur. İran’ın yayılmacı politikası Washington’u da rahatsız etmiş ve ABD, 1981’de Körfez bölgesi için “Acil Müdahale Gücü “ teşkil etmiştir. 11 Eylül olayları, ABD ve Suudi Arabistan’ı karşı karşıya getirirken, özellikle 2000’li yıllardan sonra Körfez ülkelerinin Türkiye gibi farklı ülkelerle yakın ilişkiler geliştirmesinin zeminini daha da güçlendirmiştir. Türkiye’nin NATO üyesi olması, körfez ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmesinde ABD nezdinde de bir rahatsızlık yaratmamıştır. 29 Ocak 2009’da, İsviçre’nin Davos kentinde, Dünya Ekonomik Formu Panelinde, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres arasında yaşanan “one minute“ olayı ve 31 Mayıs 2010’da yaşanan Mavi Marmara hadisesi, Türkiye ve Körfez ülkelerini sadece devlet adamları ve siyaset düzeyinde, halklar nezdinde de yakınlaştırmıştır. Türkiye’nin Körfez ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmesi, İran’ın “Şiilik“ üzerinde bölgeye nüfuz etmesini dengelerken, Türkiye’ye askeri, siyasi, sosyal ve ekonomik anlamda muazzam fırsatlar sunmaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Temmuz 2023’te Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’ne yaptığı ziyaret sonrasında, Türkiye ve BAE’leri arasında imzalanan 50.7 dolarlık anlaşma, Körfez Bölgesindeki ekonomik işbirliğinin, nasıl da muazzam bir potansiyele sahip olduğuna işaret etmektedir.
Anahtar Kelimeler: Türkiye, Körfez Ülkeleri, İran, ABD, Güç Dengesi
Giriş
Devletlerarası ilişkilerde “denge“ unsuru, Modern devletin ortaya çıkışıyla meydana gelmiş bir durum değildir. Sümer’de, antik Yunan şehir devletleri döneminde ve imparatorluklar çağında da var olan bir durumdu. “Denge unsuru“ veya var olan denge durumunun korunması, hemen hemen her dönemde devletlerin birinci öncelikleri arasında yer almaktaydı. Zira denge durumunun bozulması, bazı devletlerin lehine bir durum yaratırken, diğer bazı devletlerin aleyhine ciddi sonuçlar doğurabilmektedir. Geçmişte olduğu gibi, bugün de dünyadaki pek çok savaş ve çatışma, uluslararası güç dengesindeki değişim veya değişim baskısından kaynaklanmaktadır. Denge unsuru sadece savaşları değil, devletlerin bölgesel ve küresel ölçeklerde iş birliği yapmalarına olanak sağlayabilmektedir.
Türkiye’nin Körfez bölgesinde siyasi, ekonomik ve askeri alanlarda iş birliği yapmasının çok önemli bir zemini bulunmaktadır. Türkiye’yi Körfez bölgesinde önemli bir aktör durumuna taşıyan bölgesel ve küresel dengelerin başında İran’ın Ortadoğu ve Körfez bölgesine yönelik hesapları ve giderek belirginleşen yayılmacı politikalarıdır. Kuşkusuz ABD ve Batılı güçler de İran’ın bölgeye yönelik politikalarında ciddi anlamda rahatsızlık duymaktadırlar, ancak buna rağmen tek başlarına İran’ı dengeleyecek bir güce sahip değiller. Bölge ülkelerinin desteği ve Türkiye gibi bölgesel bir gücün sürece dahil olması, İran’ı dengeleme politikalarının başarılı olmasını sağlayabilir.
İran 1979 Devrimi ve özellikle Irak’la yaşadığı 8 yıllık savaştan sonra, bölgede Neo- Pers bir siyaseti hayata geçirmek amacıyla tüm gücü ve imkanlarıyla mücadele etmektedir.
İran'ın Neo-Pers siyaseti, ülkenin tarihindeki geleneksel Pers kimliğini vurgulayan ve İran'ı bölgesel ve hatta uluslararası bir güç olarak restore etmeyi amaçlayan bir politika ve ideolojidir. Bu siyaset, İran'ın coğrafi sınırlarının ötesinde bir etki ve nüfuz alanı oluşturma amacı taşımaktadır. Neo-Pers siyaseti, İran'ın tarihi ve kültürel kimliğini vurgular. Pers İmparatorluğu'nun büyüklüğünü ve ihtişamını hatırlatır. Bu kimlik, İran'ın geçmişte, büyük medeniyetlerin mirasını taşıdığına vurgu yapar. Neo-Pers siyaseti, İran'ın Orta Doğu'da bölgesel bir güç olarak konumunu güçlendirmeyi hedeflemektedir. Bu politika çerçevesinde İran, tarihsel olarak sahip olduğu toprakları ve nüfuz alanlarını yeniden kazanmayı amaçlamaktadır.
Neo-Pers siyaseti, İran'ın komşu ülkelerde ve bölgesel meselelerde daha fazla etki sahibi olmasını amaçlar. İran bu amaca diplomatik, askeri ve ekonomik araçlarla ulaşmaya çalışmaktadır. Neo-Pers siyaseti, dış politikada yabancı ülkelerin İran'ın içişlerine müdahalesine karşı bir direnç gösterisi olarak da karşımıza çıkar. Neo-Pers siyasetiyle İran, mezhepçi bir zeminde örgütlenmiş olan İslam Cumhuriyeti kurallarıyla uyumlu olmayı hedeflerken, İslam Cumhuriyeti'nin ideolojisi ile geleneksel Pers kimliği arasında bir denge kurmaya çalışmaktadır. İran, diplomasi ve jeopolitik stratejileri kullanarak, Neo-Pers siyasetiyle bölgesel ve uluslararası ilişkilerini yeniden şekillendirmeye çabalamaktadır. Geçmişte yaşanan İran-Osmanlı savaşlarının temelinde Ortadoğu’daki güç dengesinin belirleyici olduğunu unutmamak gerekir.
Osmanlı- İran Savaşları
İran'ın egemenliğini komşu ülkelere doğru genişletme politikası Safevi döneminde başladı ve bu politika 1514 ve 1823 yılları arasında Osmanlı ve İran arasında 13 savaşın çıkmasına yol açtı. Bu savaşların ilki ve en önemlisi, hiç kuşkusuz 1514 yılında yaşanan Çaldıran Savaşıydı.
1501’de, Akkoyunlu devletinin başkenti Tebriz’i ele geçirdikten sonra İran’da hakimiyeti ele geçiren Şah İsmail, 1514 yılına geldiğinden doğuda Kandahar, Belh, Batı’da Bağdat, Basra hattı sınırları dahilinde büyük bir imparatorluk kurar ve giderek politik egemenlik alanı genişletmek ister. Şah İsmail egemenlik alanını Fırat’a kadar genişletir ve kaçınılmaz olarak Osmanlılar için bir tehdit oluşturmaya başlar. Şah İsmail’in Anadolu’da Kızılbaş takipçilerinin sayıca çokluğu, Safevilerin Anadolu’ya doğru genişleme politikalarında Şah lehine büyük bir avantaj oluşturmaktadır.
Aslında Şiiler veya Osmanlı tarihçilerinin “Kızılbaş“ olarak adlandırdıkları bu “mezhep mensupları“ 1501 yılına kadar İran coğrafyasında bir azınlık teşkil etmekteydiler. Şah İsmail’in Irak ve Lübnan’daki Şiî âlimleri İran’a getirip Şiiliğin İsna Aşeriyye (On iki İmam) mezhebini resmî mezhep olarak kabul etmesinin ardından Şiilik İran coğrafyasında hızla yayılmaya başladı. Şah İsmail’in Kazvin, Bağdat, Diyarbekir ve Bakü’yü zapt ederek Şiiliği buralara dayatması, ehl-i sünnetin kalesi durumundaki Osmanlı İmparatorluğu’nun sabrını taşacaktır. Zira Osmanlı yönetimi bu siyasi amaçlı mezhebi yayılmayı İslam ve ümmetin geleceği açısından bir nifak olarak değerlendirmekteydi.
Osmanlı Padişahı II. Bayezit, Safevi tehlikesinin İslam’a ve ümmette zarar vermeyecek bir şekilde, sulh yolu ile çözülmesinden yana bir politikayı benimsemişti. Ancak o dönemde Trabzon’da sancak beyliği yapan şehzade Selim, Şiiliği “sapkınlık“ olarak görüyor (Kinross, 2008;164) ve İran’ının Osmanlılar için gelecekte büyük bir tehlike oluşturacağını düşünmekteydi.
Anadolu’daki Kızılbaş nüfusun Safevilere olan bağlılığı Osmanlı otoritelerini ciddi anlamda endişelendirmektedir. Sırf bu nedenden dolayı Osmanlılar Safevileri, önü alınması gereken bir büyük bir siyasi tehdit olarak görmektedirler. Dönemin iki gücünün karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdır. İdris-i Bidlisi’ye göre Padişah Selim, Şah İsmail’in Anadolu’da sahip olduğu bu avantajlı konumun farkındadır ve “akıllık öncelikle evdeki düşmanı düşünmektir, Kızılbaş ordusu çoktur, bu ordunun esası Anadolu’dadır“ (Genç, 2022:302).
Yavuz Sultan Selim, 1514’te İran’a yönelik planladığı seferi “bir Gazi’nin sapkınlara karşı savaşı olarak nitelendirmektedir. Sultan Selim, Hristiyanlara bile “Müslüman sapkınlar“ olarak gördüğü Şiiler’ den daha iyi davranmaktadır. Selim, Şiiliği yayılmacı bir politika olarak benimsemiş anlayışa karşı tavizsiz bir politika yürütmekten yanadır. Çaldıran Savaşı’ndan sonra Halep, Beyrut ve Filistin’deki Gazze’yi zapt eden Yavuz Sultan Selim, Küdüs’e giden Hristiyan hacıların ödediği vergileri indirmişti (Kinross,2008;164). Ancak Şiilere karşı hiçbir taviz vermekten yana değildi.
Osmanlılar Fırat’a kadar olan topraklarda egemenlik iddiasında bulunan Şah İsmail’i durdurmak amacıyla harekete geçmek zorunda kalırlar. Sefer hazırlıkları kapsamında, önce fetvalar çıkartılarak, Anadolu’daki Kızılbaş nüfusun İran ile bağları kopartılma çalışmaları başlatılır. Böylece, “fitnenin başını ortadan kaldırmak“ amacıyla her yöreye katipler gönderilir ve yediden yetmişe Kızılbaş takipçilerin kayıtları tutulur. Katiplerin defterlere kaydettikleri yaşlı- genç sayısı kırık bine çıkınca, defterler her yörenin hakimine ulaştırılır. Böylece keskin kılıç, Kızılbaş takipçilere yöneltilir ve öldürülenlerin sayısı 40 bini aşar (Genç, 2022:302).
Anadolu’daki Kızılbaş nüfus tehditti bertaraf edildikten sonra Padişah İran seferi için 20 Mart 1514’te Edirne’den hareket eder. On gün sonra İstanbul’a varan Padişah, burada ordunun hazırlıklarıyla ilgilenmeye başlar. Daha sonra Üsküdar’dan hareket eden Padişah; Yenişehir, Konya, Kayseri, Sivas, Erzincan, Erzurum üzerinden Tebriz’e doğru yol alır. Bu yolculuk yaklaşık dört ay sürecektir.
Aylarca devam eden yolculuktan sonra Osmanlı ve Safevi orduları, Tebriz’in 80 mil kuzeybatısında yer alan Çaldıran Ovası’nda karşı karşıya gelirler. 23 Ağustos 1514’te (2 Recep 920) meydana gelen savaşta Osmanlılar hem askeri hem de teçhizat açısından Safevi’lerden çok daha üstün bir konumdadırlar. Şah İsmail savaşa sadece 23 000 süvari askerle katılacaktır. Safevi ordusu ateşli silahlar ve piyade birliklerinden yoksundur. Sayıları 50-60 bin civarında olan Osmanlı ordusunda tüfek ve top gibi ateşli silahlar vardır. Şah’a karşı ezici bir üstünlüğe sahip olan Osmanlı ordusu, 23 Ağustos 1514’te Safevi ordusunu ağır bir yenilgiye uğratır ve Safeviler geri çekilir (Genç, 2011: 92-132)
Çaldıran Savaşı Osmanlı devletinin giderek bir imparatorluğa doğru evirilmesi açısından en önemli dönüm noktalarından birini teşkil edecektir. Önceleri Balkanlara doğru genişleme politikası izleyen Osmanlılar, Yavuz Sultan Selim’in en yakın danışmaları arasında yer alan İdris-i Bitlisi’nin de yönlendirmeleriyle, bu kez dümeni doğuya doğru kırarak İran, Kürdistan ve Arabistan topraklarına doğru genişleme politikasını benimser. İran Seferi, Bidlisi ve Sultan Selim arasındaki yakınlığı iyice pekiştirecektir. Aşık Celebi, Bidlisi’nin yolculuk boyunca Padişahın en yakınında bulunan dört kişiden biri olduğunu, Tacîzade Cafer Çelebi ve Halimî Çelebi ile, Padişahla sürekli çeşitli meseleler üzerinde konuştuklarını söyler (Genç, 2022:303). Bidlisi’nin oğlu Ebufazl Mehmed’in aktardığına göre, Bidlisi Sultan Selim’e dersler verecek kadar yakındır ve kendisi bir anlamıyla dönemin İskender’i sayılan Selim’in Aristo’sudur. Hiç kimse onun kadar Sultan’a yakın değildir (Genç, 2022:306-307).
Çaldıran Savaşı’ndan sonra İdris-i Bidlisi’nin en önemli hedefi, Osmanlı devletinin düşmanı Safevilerin Diyarbekir memleketinden defedilmesidir. Bidlisi’ye göre padişahlık merkezi olan Diyarbekir’in alınması, “İstanbul’un fethinin tamamlanması, Arap ve Acem memleketlerinin fetihlerinin başlangıcını teşkil etmesi“ bakımından önemliydi (Genç, 2022:314). Gerçekten de Çaldırandan sonra Osmanlı’nın fetihleri Kürd, Arap ve Acem memleketlerine doğru olacaktır.
1979 Devriminden Sonra İran’ın Genişleme Politikası
Tarihi Pers İmparatorluğu'nun sınırlarına doğru genişleme politikası İran Devrimi'nden sonra daha belirgin bir hale geldi. Devrimden sonra hazırlanan 1979 İran Anayasası, ülke yönetimine "rejimi yayma" sorumluluğu vermektedir. Bu nedenle İran, sadece Şii Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerde değil, Sünni nüfusun çoğunlukta olduğu ülkelerde de örgütsel ve ideolojik faaliyetlerde bulunmaktadır.
İran’daki İslami rejimi sınırların ötesine taşıma amacı, başta devrim lideri İmam Humeyni olmak üzere devrimi gerçekleştiren kadroların öncelikli hedefleri arasında yer almaktaydı. Aslında İran- Irak savaşının önemli bir sebebi de İran’ın kendi rejimini komşu ülkelere taşıma siyasetinden kaynaklanmaktaydı. İmam Humeyni, İslami rejimin başka ülkelere de ihraç edilmesi hususunda şöyle diyordu: “Devrimimizi dünyaya ihraç etmeye çalışmalıyız. Devrimimizi ihraç etmemeliyiz düşüncesini bir kenara bırakmalıyız. Çünkü İslam’da dünyanın farklı Müslüman ülkelerine farklı bir gözle bakmak yoktur ve İslam dünyadaki tüm ezilenlerin destekçisidir. Öte yandan, tüm süper ve büyük güçler bizi yok etmek için ayağa kalktı. Eğer biz kapalı bir ortamda kalırsak kesinlikle yenilgiyle karşılaşacağız“ (Kamrava, 2005:177).
Gelinen süreçte İran, mezhebi politikalar ve “Şiilik“ maskesi altında komşu ülkelerin pek çoğunda siyasi alan elde etmekte zorlanmamaktadır ve bugün İran yönetimi, emin adımlarla, adeta 2500 yıl önce Pers Kralı Koreş ‘in (Xerxes) ordularıyla elde ettiği topraklara doğru genişlemektedirler.
İran'ın Şii Hilali projesi Neo Pers politikalarından ayrı düşünülemez. ABD'nin 2003 yılında Irak'tan çekilmesi ve Arap Baharı sonrası yaşanan gelişmeler, İran'a Neo-Pers politikalarını hayata geçirmede büyük avantajlar sağlamıştır. 8 yıllık İran- Irak savaşında İran, Irak’tan tek bir karış toprak alamadı, ancak bugün Bağdat ve Şam gibi başkentler, nerdeyse İran'ın Pers İmparatorluğu dönemindeki Satraplıklarına dönüşmüş bulunmaktadırlar.
Safeviler döneminde İran Anadolu ve Kafkaslara doğru genişleme politikası güderken, bugün İran’ın Şii Hilali projesiyle Irak, Suriye ve Lübnan üzerinde Akdeniz’e ulaşma planına ağırlık verdiği görülmektedir. Buna paralel olarak İran, Körfez ülkelerini de içine alan bir egemenlik alanı politikası da takip etmektedir. Son 30-40 yıldaki gelişmeler, İran’ın Ortadoğu’daki politikalarını hayata geçirmesinde kolaylaştırıcı bir rol oynadılar. 1. Ve 2. Körfez Savaşları, ABD’nin 2011 yılında Irak’tan çekilmesi ve Arap Baharı gibi üç temel gelişme, İran’ın bölgedeki etkinliğini artırdı.
Körfez Savaşı Ortadoğu güç dengesinde çok önemli değişikliklere yol açtı. Savaşı’nın önemli bir sonucu da Ortadoğu’da Pan Arabist düşünceye büyük bir darbe vurmasıydı. 1980’lerde “merkezsiz“ kalan Arap devletleri sistemi, 1990’larda darmadağın oldu. Körfez Savaşı’na kadar Filistin Kurtuluş Ordusunu destekleyen Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleri, FKÖ’nün savaş sırasında Irak’ı desteklemesi nedeniyle Filistinlilere yaptıkları finansal desteği keserek, farklı İslami örgütlere yardım etmeye başladılar (Butko, 2002: 148). Böylece “Arap Birliği“ hülyası başka baharlara ertelenirken güç dengesi, askeri ve diplomatik açıdan, Arap olmayan Türkiye, İran ve İsrail gibi ülkelere kaydı. İran bu yeni denge durumundan faydalanarak Filistinli örgütlerin hamiliğine soyundu (Martin,2002:45).
2015 yılından itibaren Suriye ve Irak’ta IŞİD’den boşaltılan yerlere yerleşmekte zorluk çekmeyen İran, Hizbullah aracılığıyla Lübnan’daki politikaları da çok rahat bir şekilde belirleyebilmektedir. Suriye’de, İran Devrim Muhafızları tarafından eğitimden geçirilip silahlandırılmış olan yabancı uyruklu Şii gönüllü savaşçılar, ülkedeki sivil savaşın İran lehine everilmesinde hayati bir rol oynamaktadırlar. Rusya’nın da 2015’te Suriye Savaşına doğrudan müdahil olmasından sonra, İran ve destekçilerine sağladığı modern savaş materyalleri, İran’ın elini ciddi anlamda güçlendirdi (Munir, 03.05.2017). Yemen savaşında Şii Hutileri destekleyen İran, ABD ve Suudi yanlısı iktidarı alaşağı ettikten sonra, Yemen’de de egemenlik alanını alabildiğince genişletmiş bulunmaktadır. Yemen’de İran yanlısı Hutilerle çatışma içinde olan Suudi Arabistan, Irak ve Suriye’de ciddi bir varlık göstermemektedir. İran yönetimi, Arap Baharını Bahreyn’deki Şii çoğunluğun ülkede iktidarı ele geçirmesi açısından önemli bir fırsat olarak gördü. Suudi Arabistan’ın Bahreyn’e asker göndererek iktidarı desteklemesi, olayların şimdilik iktidar lehine kontrol altına alınmasını sağlamışsa da, orta ve uzun vadede İran’ın Bahreyn’deki Şii nüfusu desteklemekten vazgeçmesi için yeterli olmayacaktır.
İran, Şii nüfusun bulunduğu tüm ülkelerde gönüllü taraftarlar bulmakta zorlanmamaktadır. Suudi Arabistan’daki petrol yatakları dâhil olmak üzere, Ortadoğu’daki petrol ve doğalgaz rezervlerinin neredeyse tamamı Şii nüfusun çoğunlukta olduğu topraklarda bulunmaktadır (Fisk, 2005:161).
8 Aralık 2004’te Washington Post’a bir mülakat veren Ürdün Kralı Abdullah, Ortadoğu’da Şii hilali gerçeğine el atan ilk atan lider olarak hatırlanmaktadır. Kral Abdullah röportajında, “Eğer İran yanlısı partiler ve siyasiler Irak’taki yeni hükümette baskın olsalar, İran’dan Irak’ın içine, oradan Suriye ve Lübnan’a uzanan, Şii hareketler veya hükümetlerin baskın olduğu yeni bir ‘hilal’ oluşabilir“ (The Washington Post, 8 Dec. 2004). Arap Baharı ve sonrasında yaşanan gelişmeler, Kralı Abdullah’ın işaret ettiği hususların tamamının İran açısından hayata geçmiş olduğunu göstermektedir.
İran; Arap ülkelerinde yaşayan Şii Müslümanları adeta “Beşinci Kol“ (ülke içindeki düşman ülke yandaşları) şeklinde görmektedir (Amıri, February 19,2010). 2006 yılında Al Arabiye TV’ye konuşan Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, “Bölgedeki bütün ülkelerde önemli oranda bir Şii nüfusu bulunmakta ve bu Şiiler genellikle yaşadıkları ülkeden daha çok İran’a sadık olmaktadırlar“ diyordu (Amıri, February 19,2010). 1979 devriminden bu yana bölgede aşırı mezhepçi politikalar güden İran’ın siyasi ihtiraslarını gerçekleştirmesinde Şiilik mezhebi önemli bir rol oynamaktadır. Gelinen noktada Şiilik, İran’ın emperyal amaçlarına ulaşmasını sağlayacak teo-politik (teolojik- Politik) bir maske halini almıştır.
Bütün bunlara ilave olarak İran’ın yıllardır sürdürmekte olduğu nükleer enerji programı, başta Körfez ülkeleri olmak üzere, tüm Arap ülkelerini endişelendirmektedir. Körfez ülkeleri Yüksek Şurası, 15 Aralık 2009’da düzenlediği 30. Oturumunda, İran’ın nükleer programının diplomatik araçlarla son bulması yönündeki desteğini dile getirdi (www.gcc-sg.org ). Körfez ülkeleri dün olduğu gibi bugün de İran’ın nükleer programını bölgedeki barış ve huzur açısından bir tehdit unsuru olarak değerlendirmektedirler.
Türkiye ve Körfez Bölgesindeki Denge Politikaları
Şimdiye kadar işaret ettiğimiz hususlar, Türkiye’nin Körfez bölgesinde ne derece tarih bir rol üstlenebileceği göstermektedir. Bilindiği üzere İran; Körfez bölgesinin Kuzey kısmında yer alırken Körfezi'nin güney kıyısında, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Suudi Arabistan, Kuveyt ve Katar gibi bir dizi bağımsız Körfez ülkesi bulunmaktadır. Körfez ülkelerinin toplam yüzölçümü 2.57 milyon km2 olup toplam nüfusu 58.86 milyon kişidir. Bugün dünya nüfusunun %0,74’ü Körfez ülkelerinde yaşamaktadır. Körfez İş birliği Konseyi bölgesinin toplam nüfusu son 20 yılda neredeyse iki katına çıkmıştır. 1995'te 26,2 milyon olan bölge nüfusu 2021'de 56,4 milyona yükselmiştir. Körfez bölgesindeki nüfus artışında ekonomik ve sosyal nedenlerden dolayı dışarıdan gelen göçlerin payı büyüktür.
Körfez ülkelerinin yıllık ekonomik üretimi 2. 197 trilyondur. Körfez ülkeleri global ekonomide %2,2’lik bir paya sahiptirler. 2022 yılında Körfez ülkelerinden (altı ülke) 791,61 milyar dolarlık bir ihracat gerçekleşmiştir. Körfez ülkelerinden Suudi Arabistan, Katar ve BAE’nin GSMH’si 1,8 trilyon dolardır. Körfez ülkelerindeki bu devasa sermaye, başta İran olmak üzere pek çok ülkenin iştahını kabartmaktadır.
Arap Yarımadası'nda bulunan ve zengin petrol rezervlerine sahip olan Körfez ülkelerinin çoğu, 20. yüzyılın ortalarında ve sonlarında bağımsızlıklarını kazanmışlardır. En eski Körfez ülkesi olarak kabul edilen Modern Suudi Arabistan Krallığı, 1932 yılında Abdulaziz bin Suud tarafından kuruldu. Abdulaziz bin Suud, çeşitli kabileleri birleştirerek Suudi Arabistan'ı oluşturdu ve kendisi de ülkenin ilk kralı oldu. Suudi devletinin temelleri 18. yüzyılın ortalarında Muhammed bin Abdülvehhab ve Abdulaziz bin Suud'un iş birliği ile atıldı. Ülkenin kuruluşunda Vahhabilik olarak bilinen dini hareketin çok önemli bir etkisi oldu. Muhammed bin Abdülvehhab'ın öğretileri, Abdulaziz bin Suud liderliğindeki Suudi kabileleri tarafından benimsendi ve böylece Suudi Arabistan’ın kuruluş süreci başladı. Abdulaziz bin Suud’un 1902 yılında Riyad'ı ele geçirerek kendi liderliği altında Suudi devletini kurması, 1915 yılında Osmanlı İmparatorluğu ile Taif Antlaşmasının imzalanması ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Suudi bölgesindeki bazı topraklardan çekilerek Suudi Arabistan'ın iç işlerine müdahale etmemeyi kabul etmesi, bağımsız Suudi devletinin ortaya çıkışına yol açtı. 1932 yılında Abdulaziz bin Suud tarafından resmi olarak ilan edilen Suudi Arabistan Krallığı ((2.150 000 km2, nüfus:36.41 milyon), İran- Irak savaşından bu yana, İran’ı büyük bir tehdit olarak görmektedir.
1961 yılında Birleşik Krallıktan ayrılarak bağımsızlığını ilan eden Kuveyt ((18000 km2, nüfus: 4.27 milyon), yine 1971 yılında İngiliz sömürgeciliğinden ayrılan yedi emirlikten (Abu Dabi, Dubai, Şarika, Ummül Kayveyn, Fujeire, Aşağı Trak ve Ra's el-Hayme) altısının birleşerek meydana getirdikleri Birleşik Arap Emirlikleri (84 000 k2, nüfus:9.44 milyon) ve 3 Eylül 1971 tarihinde bağımsızlığını kazanan Katar (11571 km2, nüfus: 2.7 milyon) da, aynen Suudi Arabistan gibi İran’dan çekinmektedirler.
İran ile ilişkiler bağlamında, Umman ve Bahreyn’in durumu biraz farklıdır. Ancak bölgedeki güç dengesinin İran lehine bozulmasına, ellerinden geldiği ölçüde müsaade etmek istemezler. Daha önce Birleşik Krallığa bağlı olan Umman (310 000 km2, nüfus:4,58 milyon), 1951 yılında bağımsızlığını ilan etmesine karşılık İngiltere ülkedeki iç karışıklıktan yararlanarak buradaki egemenliğini yaklaşık 20 yıl daha devam ettirmiştir. Modern Umman, 1970 yılında Sultan Kâbus bin Said'in yönetimine geçmesiyle İngiltere’den bağımsızlığına kavuşmuş ve 1973 yılında Türkiye tarafından tanınmıştır. Arap Baharı sürecinde Körfez monarşileri ciddi sıkıntılar yaşarken, Umman durumdan fazla etkilenmedi. Körfez ülkeleri arasında İran’la en iyi ilişkilere sahip ülke Ummandır. Umman ticari olarak Çin ve Hindistan ile de iyi ilişkilere sahiptir. Diğer Körfez ülkeleri gibi Umman’ın da ticareti ağırlıklı olarak petrole dayanmakta ve petrol ülke ihracatının %95’ni teşkil etmektedir.
Uzun bir tarih boyunca çeşitli imparatorlukların egemenliği altında kalmış olan Bahreyn (778 km2, nüfus:1.47 milyon), ancak 19. yüzyılın ortalarında Osmanlı İmparatorluğu'nun hâkimiyetinden çıkmış ve 1861'de Birleşik Krallık ile "Perpetual Truce of Peace and Friendship" anlaşmasıyla bağımsızlığını korumuştur. Buna karşılık, Birleşik Krallık ile ilişkisi devam etmiş ve Bahreyn 1971'e kadar Birleşik Krallık ‘tan resmi olarak bağımsızlığını kazanmamıştır.
Türkiye’nin Arap ülkeleri ve Körfez bölgesindeki zengin ülkelerle ticari ilişkileri halen istenilen bir seviyede değildir. Türkiye, bu ilişkileri daha ileri bir seviyeye taşıma anlamında son yıllarda ciddi çabalar harcamaktadır. KİK Türkiye Ekonomik Formu 2023’te bir konuşma yapan Ticaret Bakanı Ömer Bolat, Türkiye’nin Arap ülkeleri ve Körfez bölgesindeki devletlerle ticari ilişkilerini şu şekilde özetlemektedir: “"2022 yılında Arap ülkelerine ihracatımız bir önceki yıla göre yüzde 15 artarak 46 milyar dolara ulaştı. İthalatımız ise yüzde 31 artarak 36 milyar dolar oldu. Aynı yıl Arap ülkelerinin toplam ihracatımızdaki payı yüzde 18, ithalatımız içerisindeki payı ise yüzde 10 oldu… "İslam İş birliği Teşkilatı (İİT) ülkeleriyle ihracatımız, 2022'de 65 milyar dolara yükselmiştir. İthalatımız da 2022’de 67,8 milyar dolara ulaşmıştır. Bu kapsamda, İİT ülkeleriyle 2002’de 10,8 milyar dolar olan ticaret hacmimiz, 2022’de 132,8 milyar dolara yükselmiştir. Müslüman ülkelerin Türkiye'nin ihracatındaki payı yüzde 26'ya yükseldi. Bu rakam 2002'de sadece yüzde 11'di. Hedefimiz bu rakamı 5 yıl sonra yüzde 35'e çıkarmaktır… Türkiye'de 2002'de sadece 5 bin yabancı yatırımcı vardı. Bugün 85 bin yabancı yatırımcı bulunmaktadır. Bunlar içinde çok fazla Arap ve İslam ülkelerinden yatırımcı bulunmaktadır. Bu yatırımların toplamı 252 milyar dolardır. Bunun yüzde 73'ü Avrupa ve ABD gibi batılı ülkelerden gelirken, 16 milyar dolara denk gelen yüzde 7'si ise KİK ülkelerinden gelen yatırımlardır" (Dünya Gazetesi, 13 Ekim, 2023)
Türkiye’nin Körfez ülkeleriyle ticareti 2013-2020 dönemindeki ayaklanmalar sebebiyle bir yavaşlama dönemine girse de, 2022’de 22 milyar dolara yükselmiştir. Türkiye bu ticaret hacmini önümüzdeki 5 yıl içinde 5 katına çıkarmayı hedeflerken, Körfez ülkeleri de Türkiye’deki yatırımlarını artırmayı düşünmektedirler. Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ülkeleri, 2022 yılında Türkiye'deki doğrudan yabancı yatırımın yüzde 7,1’ini gerçekleştirdiler. 2020’den bu yana yaptıkları doğrudan yatırım 15.8 milyar dolar civarındadır. Şimdiye kadar en büyük yatırımı 9.9 milyar dolar ile Katar gerçekleştirdi. Katar’dan sonra en çok yatırım yapan Körfez ülkesi, 3.4 milyar dolar ile Birleşik Arap Emirlikleri gelmektedir. Suudi Arabistan’ın yaptığı yatırım 500 milyon dolar civarındadır. Katar ve BAE Türkiye ile 20 milyar dolarlık bir SWAP antlaşması imzalarken, Suudi Arabistan dolar likiditesini desteklemek amacıyla Merkez Bankasına 5 milyar dolar yatırdı (Çubukçuoğlu & Almarzooqi,2023).
Ticaret Bakanı Ömer Bolat: “Körfez ülkeleri ve Avrupa'yı Irak üzerinden birbirine bağlayacak bin 200 kilometrelik demir yolu ve kara yolu ağından oluşan "Kalkınma Yolu Projesi’nde Türkiye'nin aktif bir rol oynayacağını“ belirtmektedir. Bu proje Irak’ın geliştirmek istediği 17 milyar dolarlık demiryolu projesidir. Türkiye üzerinde Avrupa ile bağlantı sağlayacak bu projeye Körfez ülkeleri de ilgi duymaktadırlar.
Tüm dünyada ekonomik gelişmeye ağır bir darbe vuran pandemi döneminde sonra, Türkiye ekonomisi yaşanan deprem felaketiyle de büyük bir yara aldı. Şubat 2023 yılında yaşanan depremin altyapılarda yol açtığı hasar ve ekonomik kaybı Türkiye için 104 milyar dolar oldu. Bu kayıp ülke GSMH’nin %12’sine denk gelmekteydi. 2023 yılı seçimleri öncesinden izlenen yanlış ekonomik politikalardan sonra, Türkiye biraz geç de olsa, piyasa ekonomisiyle uyumlu rasyonel kararlar almaya başladı. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, "Türkiye'ye yatırımcı güveni geri geldi. Türkiye'nin kredi risk primi (CDS), mayıstaki 700 baz puan seviyesinden 400 baz puanın altına indi. Türkiye'nin risk primi neredeyse yarıya inmiş durumda yani yatırımcı güveni geliyor, bu da sermaye girişine yol açacak" (iletişim.gov.tr) diyor.
Körfez ülkelerinin Türkiye’ye yatırım yapmasında, yatırıcı güveni önemli bir unsurdur. BAE, İstanbul’daki metro ve Ankara -İstanbul arasında hızlı tren projelerine yatırım yapmayı düşünmektedir (atlanticcouncil.org). Türkiye ve BAE arasındaki petrol dışı ticaret, 2022 yılında bir önceki yıla göre %40 oranında bir artışla 19 milyar dolara ulaştı. BAE, son beş yılda Türkiye’nin 6. Büyük ticari ortağı konumuna yükseldi. Türkiye’nin Birleşik Arap Emirlikleri’yle imzaladığı 50.7 milyar dolarlık anlaşması uzay, savunma, enerji ve doğal kaynaklar alanlarındaki projeleri içermektedir. Bu anlaşma ile, iki ülke ortak bir Ekonomik ve Ticari Komisyon kurma konusunda da anlaşmaya vardılar. BAE Cumhurbaşkanı Şeyh Mohammed bin Zayed Al Nahyan, Twitter üzerinde yaptığı açıklamada, “Türkiye ve BAE’nin bölgesel istikrarı, büyümeyi ve sürdürülebilir ekonomik gelişmeyi destekleme taahhüdünü“ tutacaklarını dile getirdi. Cumhurbaşkanlığı İletişim Ofisi tarafından yapılan açıklamada, “İmzalayacağımız mutabakat zaptı ile ilişkilerimizi stratejik ortaklık düzeyine çıkartacağız“ denildi. Türkiye ve BAE’nin ilişkileri 2021 yılından bu yana giderek güçlenmektedir. BAE’nin 2021 yılında Suudi Arabistan, Mısır ve İsrail ile yaşadığı krizde Türkiye’nin BAE’den yana bir tutum sergilemesi, iki ülkeyi yakınlaştırdı. Son üç yılda Cumhurbaşkanı Erdoğan ve BAE Devlet Başkanı Al Nahyan’la dört kez görüştü. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Mayıs ayında tekrar seçilmesinin ardından, Türkiye’yi Haziran ayında ziyaret eden ilk devlet başkanı Al Nahyan idi (Akın& Essaid, 2023).
Türkiye diğer zengin Körfez ülkelerinin de yatırımlar yapmasını teşvik edecek politikaları hayata geçirmelidir.
Sonuç
İran’ın Ortadoğu ve Körfez bölgesine yönelik yayılmacı politikaları, Türkiye’nin Körfez bölgesindeki önemi ve ağırlığını her geçen gün artırmaktadır. İran, Körfez bölgesindeki güç dengesini kendi lehine değiştirme politikasına, İran-Irak savaşından sonra daha çok ağırlık vermeye başladı. İran Devrimi liderlerinin, İran’daki dini ve mezhebi rejimi komşu ülkelere yayma politikası, ABD’nin 2011 yılında Irak’tan çekilmesi sonrasında daha hızlı bir ivme kazanmaya başladı. İran’ın mezhebi politikaları ABD’nin 2003 yılındaki müdahalesinden sonra Irak, Arap Baharı süreciyle birlikte Suriye’de hayat bulmaya başladı. Bağdat ve Şam gibi merkezler, son yirmi yıldaki gelişmeler neticesinde adeta İran’ın Pers imparatorluğu dönemindeki Satraplıklarına (Valiliklerine) dönüştüler. İran- Irak savaşı sırasında, Irak’tan bir karış toprak alamayan İran, bugün Irak ve Suriye’de “egemenliğe“ ortak olmuş bir konuma yükselmiştir.
İran Arap Baharı ve Suriye’deki iç savaştan sonra Şii Hilali projesini hayata geçirme anlamında büyük imkanlar elde etti. Bilindiği İran, Şii Hilali projesiyle Irak, Suriye ve Lübnan üzerinde Akdeniz’e ulaşmaya çalışmaktadır. Özellikle 2015 yılından sonra, Suriye’deki rejim Rusya ve İran’ın desteğiyle ayakta durabilmektedir. Suriye’nin içine düştüğü kaostan en çok yararlanan ülkelerin başında İran, Rusya ve İsrail gelmektedirler. Gelinen aşamada İran’ın Suriye ve Lübnan üzerinde adeta İsrail’e komşu durumuna geldiğini söylemek abartılı olmayacaktır. İran, Hamas ve Hizbullah gibi örgütlere vasıtasıyla, İsrail ile bir vekalet savaşı sürdürmektedir. 7 Kasım 2023 yılında başlayan binlerce kişinin hayatını kaybettiği son Hamas, Hizbullah ve İsrail arasındaki çatışmalarda İran’ın rolü asla yabana atılamaz.
İran şimdiye kadar girdiği her ülkede, milli ordunun yanı sıra, mutlaka kendisine bağlı, çoğunlukla Şii milislerden oluşan paramiliter yapılar teşkil etmektedir. Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’de doğrudan doğruya İran’a bağlı olarak hareket eden paramiliter yapılar bulunmaktadır.
İran; Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’de olduğu gibi, Körfez ülkelerindeki Şii nüfusun da desteğini sağlayarak, buralarda da çeşitli egemenlik alanları teşkil etmeye çalışmaktadır. Arap Baharı sürecinde İran, Bahreyn’deki Şii nüfusu harekete geçirerek mevcut iktidarı devirmeye kalkınca, Suudi Arabistan, Bahreyn’e asker göndererek müdahil oldu.
İran’ın Körfez ülkelerine yönelik yayılmacı politikalarına karşı, bölge ülkeleri arasında en önemli caydırıcı rolü Türkiye üstlenebilir. İran, NATO ittifakı içinde yer alan Türkiye ile karşı karşıya gelmek istemez. İran faktörü, Körfez ülkelerini Türkiye ile yakın bir ilişkide olmaya zorlamaktadır. Kuşkusuz Körfez ülkeleri de Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak ağırlığının farkındadırlar. Bölgesel güç dengesi, Türkiye’nin Körfez ülkeleriyle ticari ve ekonomik ilişkilerini çok daha ileri bir boyuta taşıma potansiyeline sahiptir. Sadece üç Körfez ülkesinin; Suudi Arabistan, Katar ve BAE’nin GSMH’si 1,8 trilyon dolardır. Körfez İş birliği Konseyi (KİK) ülkeleri, Türkiye'deki doğrudan yabancı yatırımın yüzde 7,1’ini değil, çok fazlasını gerçekleştirme potansiyeline sahiptirler.
Kaynakça
Amiri, R. (2010). The Shia Cresent Revisited. https://www.counterpunch.org/2010/02/19/the-shia-crescent-revisited/ (Erişim:25.09.2017)
Ezgi Akın, Salim A.Essaid, “Turkey and UAE ink $50 billion in trade deals during Erdogan visit,“ Al- Monitor, July 19.2023
Fisk, R. (2005). The Great War of Civilazation, The Qoquest of the Midde East, Vintage Books, New York.
Genç, V. (2022) Acemden Rumâ Bir Börokrat ve Tarihçi, İdris-i Bitlisi, TTK Yayınları
Genç, Vural, İranlı Tarihçilerin Kaleminden Çaldıran, (1514), Bengi Kitap, İstanbul 2011, s.92-132
https://www.atlanticcouncil.org/blogs/turkeysource/whats-behind-growing-ties-between-turkey-and-the-gulf-states/ Erişim:20 Ağustos, 2023
https://www.iletisim.gov.tr/turkce/yerel_basin/detay/hazine-ve-maliye-bakani-simsek-korfez-ulkeleri-isbirligi-konseyi-turkiye-ekonomik-forumu-2023-etkinliginin-acilisina-katildi Erişim:18.11.2023
Ismael, T.Y. (2001). Middle East Politics Today, Government and Civil Society, Universty Press of Florida
İdris-i Bidlisî (2001). Selim Şah-Nâme, (Haz. Hicabi Kırlangıç), Kültür Bakanlığı, Ankara.
Kamrava, M. (2005). The Modern Middle East, A Political History Since The First World War, University of California Press,
Kaplan, O. C. (2016). Osmanlı-İran Savaşlarının Kısa Tarihi. Derin Tarih, Kasım Sayısı.
Kinross, L. (2008). Osmanlı İmparatorluğu’nun Yükselişi ve Çöküşü, Türkçesi: Meral Gaspirali, Altın Kitaplar, 2. Basım
Küçükdağ, Y. (2008). “Osmanlı Devleti’nin Şah İsmail’in Anadolu’yu Şiîleştireme Çalışmalarını Engellemeye Yönelik Önlemleri,“ Gaziantep University Journal of Social Sciences, Cilt:7, Sayı:1, 1-17
Martin, L.G. (2002). Conceptualizing security in the Middle East: Israel and a Palestinian state in Redefining security in the Middle East, Edited by Tami Amanda Jacoby and Brent E. Sasle
Munir, Z. (2017). Iran’s resilience: The rise of a powerful Neo-Persian empire? Global Village Space, May 3, 2017, https://www.globalvillagespace.com/irans-resilience-the-rise-of-a-powerful-neo-persian-empire/ Erişim:17.09.2017
Pappê, I. (2005). The Modern Middle East, Routledge
Rogan, E. L. (2005). “The Emergence of the Middle East into the Modern State System,“ in International Relations of the Middle East, Edited by Louise Fawcett, Oxford University Press
Serhat S. Çubukçuoğlu & Mouza Hasan Almarzooqi, “What is behind growing ties between Turkey and Gulf States, Atlantic Council, July 21, 2023
The Final Communiqué of The 30th Session, https://www.gcc-sg.org/en-us/Statements/SupremeCouncil/Pages/The30thSession.aspx Erşim: 15 Ağustos 2023