Şehir ve kent mefhumları özensizce daha doğrusu bilinçsiz bir şekilde birbiri yerine kullanılmaktadır. Oysa bu iki mefhûm, iki farklı dünyanın (İslâm/Batı) iki farklı mekân tasavvurunu/anlayışını temsil etmektedir. Şehrin dinî ve kentin secüler(dindışı) karakteri en başta etimolojilerinde kendini belli etmektedir. “Şehir/Medine lafız olarak dinî yaşama yeri anlamına gelir. Arapça’da şehir anlamına gelen Medine din’den, din ise deyn’den türemiştir. Deyn borç demektir. Allah(el-deyyan) borç veren ve insan(el-medin) borç alandır. El-medin’in hem borçlu hem kul anlamına gelmesi insanın din ve deyn’in tek muhatabı olduğunu göstermektedir.“ Buna göre şehr’in dünya ve ahireti birbirine bağlayacak bir büyük alışverişin merkezi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.1 Şehrin(me-din-e) Arapça’da din kökünden, Latince’de kent(city) civis/halk kökünden türemiş olması bu iki mefhûmun farklı olarak değerlendirilmesi gerektiğini göstermektedir.
Batı’da Max Weber şehir-kent ayrımı yapar. Weber’e göre kentin ayırdedici vasfı özgürlüğünü zorla koparan tüccar birey (burjuva) tarafından kurulmuş olmasıdır. Weber, Doğu şehirlerini (biraz da mağrurâne) kent olarak nitelemez, ona göre kent salt Batı’ya özgüdür. 2(2) Doğrusu biz de aynı kanaatteyiz, Weber’in kent demekten imtina ettiğine biz de şehir diyoruz.
Ancak Weber’in kent kurucusu dediği bu birey bize göre Âdem kıvamında biri değil. Bu; meleklerin “-Ey Rabbimiz, fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?“3 (3) dediği türden vahşi bir beşerdir. Zîra Batılı/kentli hiç de öyle merhametli, dost canlısı biri değil. O; yıkan, bozan, çalan, kandöken, bozguncu, tahripkâr bir tip olarak karşımıza çıkmaktadır. Aztek, İnka, Kızılderili gibi saf/temiz yerli halklar 16. yüzyıl başlarında Kristoff Kolomb, Hernan Cortes gibi Batılı (sözde) kâşifler (gerçekte soyguncular) ile ilk karşılaştıklarında âdeta şoke olmuşlardı, böyle arsız, hırsız, katil tipleri hayatlarında ilk kez görüyorlardı, zaten bu karşılaşma da onların sonu olmuştu.
Ancak Weber’in kent kurucusu dediği bu birey bize göre Âdem kıvamında biri değil. Bu; meleklerin “-Ey Rabbimiz, fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?“3 (3) dediği türden vahşi bir beşerdir. Zîra Batılı/kentli hiç de öyle merhametli, dost canlısı biri değil. O; yıkan, bozan, çalan, kandöken, bozguncu, tahripkâr bir tip olarak karşımıza çıkmaktadır. Aztek, İnka, Kızılderili gibi saf/temiz yerli halklar 16. yüzyıl başlarında Kristoff Kolomb, Hernan Cortes gibi Batılı (sözde) kâşifler (gerçekte soyguncular) ile ilk karşılaştıklarında âdeta şoke olmuşlardı, böyle arsız, hırsız, katil tipleri hayatlarında ilk kez görüyorlardı, zaten bu karşılaşma da onların sonu olmuştu.
Thomas Hobbes de 17. yüzyıl İngiliz kentlerini tasvir ederken kentin insanları birbirinin kurdu haline getirdiğini (homo homini lupus) ve ortaya vahşi bir insan modeli çıkardığını söyler.4 (4) Batılılar kendilerini bizden daha iyi tanıyor…
Şehir-kent dikotomisini biraz daha ilerletmek mümkündür; Şehrin iklimi maneviyât, kentin maddiyâttır. Şehirde hükümrân Allah, kentte menfaattır. Şehirli rıza ve kanaat ile yaşar, kentli rekâbet ile ortalığı birbirine katar. Şehirli mütevekkil, kentli (kapitalist) hırslıdır, kentli kazanç için herşey yapabilecek tıynette biridir. Kentlinin tabiata ve diğer canlılara da hürmeti yoktur. Onun için tabiat sömürülecek bir meta, yerküre altı üstüne getirilecek bir maden deposudur. O, toprağı hor görür, denizi kirletir, dereleri kurutur, havayı dumana boğar, tohumu bozar, hayvana ezâ verir… verir verir de bir kez olsun yine yüzü kızarmaz…
Tekrar asıl konuya dönersek;
Şehir ve kent ayrımını en başta Kur’an-ı Kerim yapmaktadır. Kur›an, insan yerleşimleri için üç arklı kelime kullanmaktadır, karye, medine ve belde. Karye 56 defa, medine 13 defa, belde 14 defa geçer.
Ancak Kur’an’ın yaptığı bu ayrıma Türkçe meallerin birçoğunda dikkat edilmediğini hatta bir mealde aynı kelimenin kimi zaman şehir kimi zaman kent olarak özensizce tercüme edildiğini görüyoruz. Kanaatimce Kur’an’ın herhangi bir eşya/varlık/olgu hakkında kullandığı bir kelimeyi tercümede zorluk çekiliyorsa veya şüphe hâli hâlâ zâil olmamışsa prensip olarak tercümeyi bırakmak ve kelimenin Arapça aslını aynıyla meale almak daha uygun olacaktır, hiç olmazsa Kur’an okurları yanlış yönlendirilmemiş olacaktır.
Kur’an-ı Kerim, Mekke için “karye“den başka bir kelime kullanmaz. (6/92) Mekke Kur’an nazarında şehir(medine) değil, kent(karye)dir. Oysa Resûlullah henüz Mekke’de görev yaptığı sırada nazil olan Mekkî surelerde bile muhtelif yerleşimler için şehir(medine) kelimesi kullanılmaktaydı. Meselâ 7/111, 19/82… gibi. Burada dikkati çeken husus, içinde Kâbe olmasına ve bir Peygamber’in görev yapmasına rağmen Mekke’ye karye dışında bir kez olsun medine denmemiş olmasıdır. Demek ki bir peygamberin varlığı bile o beldeyi medine yapmaya yetmiyordu. O halde medine ne idi ve karyeden farkı ne idi? Bu hususta tatminkâr tek açıklama bana göre Lütfi Bergen Bey tarafından ortaya konmuştur: “Medeniyet, dinin iktisadî ve sosyal pratiğidir. İslam şehrinin özellikleri nedeniyle ortaya çıkmıştır. Tüm nebevî dönemleri muhtevidir. Başka bir ihtimal hiç bir şekilde Resûlullah’ın (s) Yesrib’e “Medine“ adını vermesini anlamlandırmayacaktır. Medeniyet kavramı, Kur’an’da bu telaffuzla yer almamış olmakla beraber “medinetî“ şeklinde bir kavramın (şehir anlamında) Müslüman toplulukların iktisadî/içtimaî/ahkâmî yükümlülüklerini yansıtacak şekilde kullanıldığını görüyoruz. Bu kavram A’râf-123; Tevbe-101,120; Yusuf-30; Hicr-67; Kehf- 82; Neml-48; Kasas-15, 17, 20; Ahzap-60; Yasin-20; Münafikun-8 ayetlerinde geçmektedir. Buna göre, “medîneti“ kavramının geçtiği ayetlerde resuller kavimlerine tevhid inancını anlatmaktan ziyade ahkâmı emretmektedir. Kur’an Medine’de de ahkâm olarak inmiştir.“ 5(5)
Kur’an-ı Kerim’de “karye“ geçen bütün ayetlerde sadece imanî ve akidevî meseleler va’zedilirken “medine“ geçen ayetlerde mü’minlere/İslâmtoplumuna ahkâm ayetleri emredilmektedir. Bir misâl verirsek; Kur’an, Musa kavminin yaşadığı yere medine/şehir der. Çünkü orada İsrailoğulları/Müslümanlar kendi aralarında Tevrat/İslâm şeriatını yaşamaktadırlar. İsrailoğulları Mısır’da esaret altında olmalarına rağmen cemaat halinde namaz kılacak bir toplumsallığın da sahibi idiler. Bu durumda şehrin(medine) dinin ahkâm/adâlet/şeriat olarak bir bütün halinde toplum/cemaat düzeyinde yaşandığı yerler, kentin(karye) ise yaşanamadığı yerler olduğu ortaya çıkmaktadır. Zîra karyelerin/kentlerin hâkimi olan beşerî egemenler, dinî ahkâmın/şeriatın uygulanmasına mâni olmakta, din ancak ferdî/bireysel düzeyde ne kadar yaşanabiliyorsa işte o kadar yaşanmaktadır.
-------------------------------------------------------------------------------------
1 Gencer Bedri, “Medine’den Kente ve Edepten Medeniyete“ Şehirlerimizin Geleceği Sempozyumu, Düzenleyen MMG, 19.11.2011
2 Weber Max, Şehir, (Çev. Musa Ceylan), Bakış Yayınları, İstanbul, 2003
2 Weber Max, Şehir, (Çev. Musa Ceylan), Bakış Yayınları, İstanbul, 2003
3 Kur’an-ı Kerim, Bakara Suresi, 30. Ayet
4 Hobbes Thomas, Leviathan, (Hazırlayan Ömer Yıldırım. Atatürk Üniversitesi, Sosyoloji, Felsefe’ye Giriş Ders Notları)
4 Hobbes Thomas, Leviathan, (Hazırlayan Ömer Yıldırım. Atatürk Üniversitesi, Sosyoloji, Felsefe’ye Giriş Ders Notları)
5 Bergen Lütfi, Ferdin Dini İslâm Toplumun Dindarlığı Medeniyet,
lütfibergen.blogspot.com, 24.06.2013
(Makalenin tamamı alttaki ilgili dokümanda)