1883 yılında Afgani’nin Ernest Renan’a cevabı, Renan’ın İslam dininin ilmi gelişmeye mani ya da kapalı olduğu yönündeki ifadelerine karşı verilmişti. Afgani’nin iddiası ise aslında ilmin İslamda olduğu, İslamın hem Kur’an ve hem de hadislerle İlmi teşvik ettiği yönündeydi. Bu mülahazaların özündeki siluet ise kaynakların ne dediği ve o kaynaklardan beslenen insanların ne olduğuna dair oluşan bir kültürel vakumun tarihsel izdüşümü idi.
Bu bir anlamda, yaklaşık bir asırdır askeri, siyasi,
ekonomik, kültürel ve sanatsal anlamda yaşanılan gerilemenin getirdiği defans psikolojisinin ilmi ve dini sahaya yansımasını tarihsel bir çerçeve içine yerleştiriyordu.
Avrupaya karşı yaşanan bu psikoloji sadece Osmanlının değil aynı zamanda bütün müslümanların endişe ve tedirginlikle izlediği bir defans, yeni ve en son cephenin kaybedilmesine yönelik kimi endişeleri de beraber getiren bir dil geleneğini teşkil ediyordu tedricen. Bu dilin adı ürkeklik, kültürel fay kırılması, kendinden, kültüründen endişe ve Renan’ın iddialarını zahiren ve haklı olarak reddeden ve fakat aynı zamanda zımnen teyid eden hayranlık ve düşmanlıkla karışık sosyal-psikolojinin mücessem haliydi. Hayranlık veya imrenme ile karışık bir kıskançlık belki bütün entellektüel kesimlerine ve hatta Devlet-i Ali’nin en üst kademlerine kadar sinsice sirayet etmişti aslında. Sadece zaman ve mekana göre bu karmaşık duyguların alaşımlarının oranlaması değişiyordu. Eczacıya göre mütemmim cüz şekil alıyordu. Doktor hem çok, hem de yoktu. Eskiden dil hem lisan hem de gönülü ifade ediyordu; şimdi ise zilleti, gafleti, şaşkınlığı…
Önceki dönem Topkapı’nın dönemiydi: Osmanlının en mücella dönemlerinde yapılmış sade, süzülmüş bir mimari, amaçlara ve ihtiyaca göre-lükse değil- hitap eden, gerek görüldükçe genişletilen Boğaza hakim tavrıyla mağrur bir saray. Şecaatin sarayı. Devletin sarayıdır. Ağyara hükümran, halkına hadim devletin sarayı. Sonraki ise Dolmabahçe’nin tavrıdır: Mimarisi ve mimari yabancı, borç parayla ve Osmanlı’nın çöküş döneminde yapılmış, tepelerin kartalı olmayı değil denizin dudağından tutmayı amaç edinen denizle lebaleb, sefahatin ve lüksün, haramzadeliğin eseri ki sütunların
altından yapılan ısıtmasıyla Topkapı’ya nazaran çok daha heybet ve teferruata sahiptir. Sultanın sarayıdır. Halka değil ona ve avanesine hizmet için yapılmıştır. Koskoca bir alem onca kıtaları nallarıyla hallaç pamuğu gibi atan, kargılarını semaya sütun yapan alem, Hakka tapan alem, adaleti mabed yapan alem, ıssız adaya düşen Robinson gibi, alabora olan gemiden birşeyler kurtarıp bir kulübe inşa etme telaşındaydı. Üstelik sürek avcıları ona Robinson’luğu bile çok görüp onu Cuma’nın konumuna sokmak istiyorlardı. EL-hamra çoktan vaftiz olmuştu. Granada yerle bir. Tekbir kükremeye hasretti millet; Topkapı’dan Dolmabahçe’ye tenzili rütbe ile inmişti devlet ve milleti indirmişti beraberinde.. Devlet-i Ali, Bab-ı Ali ile cedelleşmedeydi. İlim öğrensin diye Fransaya giden nesiller, siyaset erbabı olarak geri dönmüşlerdi. Kimisi İslamcı, kimisi
Türkçü veya Turancı, Kimi Osmanlıcı, kimi de Batı’cı idiler.
(Makalenin tamamı alttaki ilgili dokümanda)