Tarih boyunca
Türk Dünyası coğrafyası dünya çapında kültür ve uygarlıkların doğduğu benzersiz bir bölge olmuştur. Coğrafi anlamda Avrasya kıtasının merkezinde bulunan
Türk Dünyası asırlar boyu Doğu ile Batı’nın büyük uygarlıkları arasında köprü vazifesi üstlenmiştir. Dahası,
Türk Dünyası
Avrupa da dahil olmak üzere, çoğu zaman pek çok uygarlığın çıkış /ilham noktası olmuştur.
Türk kültürünün en büyük özelliği onun hoşgörü kültürü olmasıdır. Bu yüzden
Türkler kendi kültürlerine diğer milletlerin en iyi yönlerini almaya çalışmıştır.
Türkler bu konuda çok şanslı idiler, çünkü çevresinde tercih yapabileceği pek çok millet, devlet mevcuttu. Örneğin, Hint ve Atlas okyanusları arasında bulunan devletler ve topluluklar zamanında
Türk İmparatorluklarının Hakimiyetleri
altında bulunmuşlardır. Böyle bir ortamda
Türk boyları kimilerinin dinini kabul etmiş, kimilerinden aldıkları sözcüklerle kelime hazinesini zenginleştirmiş, kimileriyle ise kültürel alış verişte bulunmuşlardır. Sonucunda her zaman en iyileri seçme yoluyla eşsiz, benzersiz ve özgün bir kültür ve uygarlığa sahip olmayı başarabilmişlerdir.
Kendi tebaasındaki halkların en iyi yönlerini seçme konusundaki
Türklerin yeteneğini belirtirken, büyük Hint düşünürü Jawaharlal Nehru şunları vurgulamıştır. “Moğollar ve
Türkler mimarlık sanatlarında Hint halkının ruhunu canlandırdı; Farsların kültürünü, Arapların dinini ve eski
Türklerin savaş yeteneklerini benimsediler“. Göçebe
Türkler miras olarak, anlı şanlı tarihleriyle ilgili az sayıda yazılı kaynak bırakmışlar. Ama buna rağmen babalarımızdan gerçek değerinin bugünlerde anlaşıldığı büyük manevi eserler miras kalmıştır.
Bir zamanlar pek çok nedenden dolayı ilgilenemediğimiz
Türk kültürünü yeniden canlandırmak bugünün görevidir. Ve önemlisi: bütün herkes anlamalı ki evrensel uygarlık sadece Batının değil, Avrasya başta olmak üzere dünyanın kalan kısımlarının katkılarıyla da vücut bulmuştur.
Türk Dünyası tarihte olduğu gibi, bugün de Moğolistan steplerinden Baykal gölüne,
Akdeniz’den Tuna nehrine kadar uzanan Avrasya kıtasının büyük kısmını kapsamakta olup, aynı dil, gelenek ve tarihe sahip, aynı geleneği, maddi kültürü yaşatan 250 milyonluk bir nüfus demektir. Farklı kültür, din ve geleneklerin taşıyıcı olan pek çok halkın kaderi de Avrasya’da kesişmiştir.
Günümüzde ulus ve halkların kimlikleri, kültürlerarası diyalog konusu küreselleşme süreçleriyle ilgili olarak en güncel konu şeklinde öne çıkmaktadır.
Bundandır ki kültürlerarası diyalogun yürütülmesinde ve istikrarlı, gelişen dünyanın inşasında
Türklerin manevi miraslarının canlandırılması önemli temel taşı oluşturmaktadır. Bu bağlamda, Kazakistan dünya kamuoyu için başarılı
ekonomik kalkınma, farklı din ve milletlerle karşılıklı anlayış, diyalog ve kültür sentezi içinde bir arada yaşama konusunda örnek olmayı başarmıştır.
Aynı zamanda Kazakistan yeni bir kültür fenomeni, bünyesinde
Asya ve
Avrupa kültür ve tarihinin özelliklerini barındıran Avrasyacılığın da doğduğu bölgedir.
Bütün bunlar bağımsızlıklarını yeni kazanan Post-Sovyet devletleri açısından günümüzde büyük bir öneme haizdir. Halkların tarihinin öğrenilmesi, kültürel ve milli kimliklerin inşası Kazakistan için de son derece önemlidir. Sonuncu, ancak kendi tarihini, kökünü bildiğin zaman mümkün olabilmektedir.
Gerçek tarihin öğretilmesi
Türk Dünyası gençlerinin vatanseverliği açısından da önem arz eden bir konudur. SSCB çöküşünden önce sömürge ülkesi olması nedeniyle Kazak tarihinin objektif biçimde ele alınmadığı, değerlendirilmediği de bir gerçektir. Dolayısıyla, hem Kazak tarihi hem de Kazak kültürünün, dar görüşlü
Avrupamerkezciliğine göre değil, yeni bir yaklaşımla yeni ortama göre ele alınması gerektiği kanaatindeyiz. Konuyla ilgili biz de görüşlerimizi aktarmaya çalışacağız. Bu, bir nevi
Türklerin tarihini felsefe tarihi bakımından ele alma çabasıdır.