Bundan yaklaşık beş yıl önce Başbakan Abdullah Gül tarafından sunulan bir öneriyle başlatılan ve birincisi 4 Mayıs 2007’de Mısır’ın Şarm El-Şeyh kentinde yapılan Genişletilmiş Irak’a Komşu Ülkeler Konferansı’nın ikincisi 3-4 Kasım 2007 tarihlerinde İstanbul Konferansı adıyla Çırağan Sarayı’nda gerçekleştirildi. Konferans Kuzey Irak sınırındaki hareketliliğin had safhada olduğu, Türk silahlı kuvvetlerinin burada 100.000 asker konuşlandırdığı ve bir operasyon ihtimalinin oldukça yüksek olduğu bir zamana rastladı. Toplantıya komşu ülkeler İran, Kuveyt, Bahreyn, Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün ve Suriye’nin yanı sıra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri; ABD, Fransa, İngiltere, Çin ve Rusya, G-8 ülkelerinden Japonya, Almanya, İtalya ve Kanada ile Birleşmiş Milletler, İslam Konferansı Teşkilatı, Arap Birliği ve AB Komisyonu’ndan temsilciler katıldı. Bu çerçevede ev sahibi Türkiye, BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun, Irak Başbakanı Nuri El Maliki, ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner, Almanya Dışişleri Bakanı Frank Walter Steinmeier, Irak Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari, İran Dışişleri Bakanı Manuçehr Mutteki gibi önemli isimleri katılımcılar arasındaydı.
***
Bölgesel istikrar bakımından Irak’taki durum hayati öneme sahiptir. Irak’ın komşuları Irak olaylarını etkileme noktasında büyük bir potansiyele sahiptirler ve aynı zamanda Irak’taki istikrarsızlık da komşu ülkeleri derinden etkilemektedir. Irak’ın karmaşaya düşmesi daha fazla can kaybı anlamına gelmektedir. Yine bu ülkedeki karmaşa komşu ülkelerden herhangi birinin, kendi güvenliğini garanti altına alma amacıyla söz konusu ülkeye müdahalesini tetikleme potansiyeline de sahiptir.
Irak’a Komşu Ülkeler Konferansı’nın genişletilerek –Genişletilmiş Irak’a Komşu Ülkeler Konferansı haline getirilmesi, dış güçlerin bölgede daha fazla etkin olmasını çekince ile karşılayan kesimlerin eleştirilerine maruz kalmıştır. Ancak, Komşuların, çevre ülkelerin ve uluslar arası toplumun buradaki kaosa bir son verme noktasında bir takım sorumlulukları bulunmaktadır. Ayrıca, şu an için Irak’ta başat güç konumunda bulunan ABD ve İngiltere’nin katılmadığı bir konferansın etkin ve bağlayıcı kararlar alması düşünülemezdi. Yine de alınan kararların ne denli işlevsel olduğu tartışılabilir. Ayrıca, Irak’a doğrudan komşu olan ülkeler dışındaki ülkelerin bu toplantılara katılımı büyük önem taşısa da, kabul edilmelidir ki, komşu olmayan ülkelerin bu toplantıya katılma amaçlarından biri de, bölge ülkelerinin faydasına olsun olmasın kendileri açısından uygun görülen bir takım çözüm kalıplarını empoze etmektir. Oysa asıl olan Türkiye, İran, Arap Birliği, Mısır’ında dâhil olduğu bölge ülkelerinin ortak bir sonuca ulaşabilmesidir. Çünkü bu ülkeler Ortadoğu’da tüm diğer ülkeleri etkileme kapasitesine sahiptirler ve bölgenin güvenliğini, kalkınmasını ve uluslararası ilişkilerini etkileme potansiyeline sahip gerilimlerin merkezinde yer almaktadırlar.
İran Nükleer dosyasından Filistin, PKK ve Lübnan sorunlarına varıncaya dek bölgedeki çatışma ve gerilimler İstanbul Zirvesi’nin gündeminde yer almıştır. Tüm bu sorunların bu tür toplantılarda birlikte gündeme gelmesi zihinlerde bunlar arasında bir tür bağlantı ya da neden sonuç ilişkisi bulunduğu gibi varsayımların oluşmasına neden olmaktadır. Oysa bunun nedeni katılımcı ülkelerin durumu bu şekilde değerlendirmelerinden ziyade, Irak sorunu ile diğerleri arasında bir tür bağlantı kurarak, kendi dış politik çıkarlarına hizmet edecek bir takım kararların alınmasını sağlamaktır. Bu nedenle katılımcı ülkeler bölgedeki olayları bütüncül bir yaklaşımla ele almak istemektedirler. ABD bunu demokrasi söylemi arkasında sunduğu Geniş Ortadoğu projesi olarak gündeme getirmek istemiş, bölge ülkeleri ise bu projenin bölge ülkelerinin özgün koşullarına cevap vermediğini ileri sürerek reddetmişlerdir.
Bölgedeki sorunlar son derece karmaşık olduğundan hemen hiçbir soruna siyasi bir çözüm bulunamamakta ve taraflar zaman zaman askeri güç kullanma yoluna gitmektedirler. Oysa askeri güç kullanımı maddi ve manevi kayıpların çok yüksek olması nedeniyle nihai çözüm değildir. Asıl çözüm iktisadi önlemler, kalkınma, hukuksallık ve insana saygı gibi ilkelerin ön plana çıkarılması ve bu manevi unsurlarla maddi güç arasında sağlıklı bir ilişki kurulması ile mümkün olabilecektir.
***
Türkiye açısından bakıldığında, sonuç bildirisinde terörün kınanması ve teröre karşı işbirliği yapılmasının önerilmesi bir kazanç olarak değerlendirilmelidir. Ama eğer Irak’ta istikrar sağlanabilir ve durum normale dönebilirse Türkiye asıl o zaman daha kazançlı duruma gelecektir. Ayrıca bu tür konferanslar Türkiye’nin son dönemde izlediği düşünülen Ortadoğu açılımının da birer aracı konumundadırlar. Ne var ki, benzer toplantılarda Türkiye’nin kendi sıkıntılarını ön plana çıkarması bu açılım misyonuna gölge düşürmekte, Türkiye’yi çok yakından izlemekte olan Arap kamuoyu nezdinde olumlu bir izlenim bırakmamaktadır. Bu tutumun çağdaş uluslararası ilişkiler anlayışına ters düşmesi yanında, Osmanlı’nın yıkılışı sürecinde ortaya çıkan olumsuzluklar, bu olumsuzlukların süreç içerisinde Türk ve Arap milliyetçiliği anlayışlarınca pekiştirilmesi nedeniyle kötü çağrışımlar uyandırmaktadır. Yani bölge devletleri bir “ağabey“ ya da “lider“ devlet, ya da kendi sorunlarını herkesin sorunları sanan bir devlet yerine, tüm sorunların eşit biçimde paylaşıldığı uluslararası ve bölgesel bir platform görmek istemektedirler.
***
İstanbul Konferansı Ortadoğu’daki temel aktörler konumunda bulunan bölgesel ve küresel güçler arasında diyalogun mümkün olduğunu göstermiştir. Ne var ki, sorunların çözümü için sadece diyalog yeterli değildir. İran ve Suriye başta olmak üzere bölgedeki tüm aktörlerin sürece aktif katılımı sağlanmalıdır. Çünkü, örneğin, nükleer sorun sadece Batı ve İran arasında bir sorun değildir. Başta Körfez ülkeleri olmak üzere tüm Arap ülkeleri –ve belki Türkiye- için nükleer güce kavuşmuş bir İran büyük bir tehdit ve sorundur.
***
Irak’ın durumuna gelince, terör ve şiddet olaylarının bir türlü önlenemiyor olmasına rağmen, bazı olumlu gelişmeler de yaşanmaktadır Mayıs ayında düzenlenen ilk konferansta sınır güvenliği mülteciler ve enerji alanlarında faaliyet göstermek üzere bir kaç çalışma grubu oluşturulmuştur. Irak şimdi Türkiye’ye ek olarak Körfez üzerinden de petrol ihraç edebilmektedir. Ayrıca Ürdün’e de ham petrol sevkıyatı başlamış bulunmaktadır. Varılan anlaşmalar sonucunda Irak’ın kritik ihtiyacı olan dizel yakıt Kuveyt’ten karşılanmaya başlamıştır. Bu dış gelişmelere paralel olarak içerde de bir takım gelişmeler gözlemlemek mümkündür. Bağdat, yönetimi bütün gücüyle elinde tutan bir merkez olmaktan çıkmış, sadece Kuzey Irak’taki Kürt bölgesi ya da güneydeki Şii bölgesi değil, Ambar gibi bölgelerde de siyasi karar alma mekanizmasına yerel düzeyde katılım ve yerel otoriteler güçlenmiştir. Abu Garib bölgesinde bile içerisinde eski isyancıların da bulunduğu 1700 kişi Irak güvenlik güçlerine katılmıştır. Irak hükümeti resmi olarak ilan etmese de, pek çok eski ordu mensubuna ulaşmış ve onları orduya katılmaya ikna etmiştir. Bu tür gelişmeler teşvik edilmeli ve yaygınlaştırılmalıdır. Bu sürecin devam ettirilebilmesi ve birleşik, güvenli ve istikrarlı bir Irak amacına ulaşılabilmesi için Irak ve Irak’ın komşuları kadar küresel aktörlerinde olumlu katkı yapmaları gerekmektedir.