Dr. Hasan CANPOLAT
YENİ NESİL TEKNOLOJİLER VE ORDU 4.0
İster yaylarla kılıçlarla, ister en modern silahlarla olsun, savaşta başarı her zaman şu temel kabiliyetlerle ilgilidir: ‘Tespit edilmeden Hareket Edebilmek, Düşmanı Arayıp Bulabilmek, İsabetli ve Hızlı Ateş Edebilmek, Kesintisiz İletişim Kurabilmek’. Ancak gelişmekte olan teknolojiler, bu kabiliyetlerin edinilmesini, muhafazasını ve kullanılmasını çok daha zor hale getiriyor. Yapay zeka, otonom sistemler, sensörler, gelişmiş elekronik ve kuantum bilimi, orduları radikal bir şekilde dönüştürüyor. Kuantum sensörlerinin kullanılabilir uygulaması uzun yıllar alacak, ancak kuantum sensörleri bir kez elde olduğunda, saklanacak hiçbir yer olmayacak.
Geçmişte, uydu fırlatmanın yüksek maliyetleri, büyük ve onlarca yıl boyunca yörüngede dolaşmak üzere tasarlanmalarını gerektiriyordu. Ancak uzaya erişim ucuzladıkça, uydular küçülüyor, daha çok cep telefonlarına benziyor. Ticari uzay şirketleri artık yüzlerce küçük, ucuz uyduyu uzaya gönderiyor.
Her yerde bulunan sensörler her geçen gün daha fazla miktarda veri üretiyor, makineler daha küçük, daha akıllı ve daha özerk hale geliyor, yapay zekâ yetenekleri sürekli geliştiriliyor. Güç üretimi ve depolamadaki yeni gelişmeler, bu otonom makine sürülerinin her zamankinden daha uzağa ve daha hızlı seyahat etmesini sağlayacaktır. Örneğin, bir zamanlar bir destroyerin olduğu yerde, yakın gelecekte, düzinelerce otonom gemi, hedefler ortaya çıktıkça vurmaya hazır olacaktır.
Teknoloji aynı zamanda bu sistemlerin hareket halinde kalma şeklini de değiştirecektir. Lojistik kuvvetlere yiyecek, yakıt ve ikame sağlama yeteneği geleneksel olarak savaşta sınırlayıcı faktör olmuştur. Ancak özerk ve otonom makinalara sahip orduların yakıta ve yiyeceğe daha az ihtiyacı olacaktır. Ayrıca 3D baskı gibi gelişmiş üretim yöntemleri, karmaşık malların talep noktasında hızlı, ucuz ve kolay bir şekilde üretilmesini sağlayarak geniş, riskli ve pahalı askeri lojistik ağlara olan ihtiyacı azaltacaktır.
Daha kapsamlı bir değişimde, uzayın manevra savaşı alanı olarak ortaya çıkmasıdır. Şimdiye kadar, uzay aracına yakıt ikmali yapmanın neredeyse imkansızlığı, onları büyük ölçüde dünyanın yörüngesinde dolaştırmakla sınırlıyordu. Ancak, sadece uzay aracına yakıt ikmali yapmakla kalmayıp, aynı zamanda uzayda uydular inşa etmek ve uzayda kullanılmak üzere kaynakları ve enerjiyi yakalamak mümkün hale geldikçe, uzay operasyonları dünyaya daha az bağımlı hale gelecektir. Uzay araçları diğer uzay araçlarına karşı manevra yapabilecek ve yörünge silahları savaşa dahil olabilecektir. Uzay kaynaklı Siber saldırılar, iletişimin bozulması, elektronik savaş ve bir sistemin yazılımına yapılan saldırılar, bir sistemin donanımını hedef alanlar kadar önemli hale gelecektir.
Teknoloji orduların ne kadar hızlı ateş ettiğini de radikal bir şekilde değiştirecek. Ateş oranı veya silahların hızlı ateş edebilme yeteneği, lazerler, yüksek güçlü mikrodalgalar ve diğer yönlendirilmiş enerji silahları gibi yeni teknolojiler sayesinde hızlanacaktır. Ancak ateş oranını gerçekten artıracak olan şey, hedeflerin tanımlanabileceği zaman ile saldırıya uğrayabilecekleri zaman arasındaki süreyi radikal bir şekilde azaltacak akıllı sistemlerdir.
Hipersonik mühimmatlar ve uzay tabanlı silahlar sayesinde, geleceğin orduları bugünkünden daha uzağa ateş edebilecekler ve dünyanın herhangi bir yerindeki hedefleri neredeyse anında vurabilecek. Ordular, bir zamanlar uzay ve lojistik ağları gibi dokunulmaz olduğu varsayılan alanlara saldırabilecekler. Kara, deniz, denizaltı ve havadaki otonom sistem sürüleri hedefleri belirlemekle yetinmeyecek, ayrıca onları etkili bir şekilde vurabilecekler. Askeri sistemlerde hem niceliğe hem de niteliğe sahip olma yeteneği, özellikle teknoloji ölümcül yükleri küçülttüğü için yıkıcı etkilere sahip olacaktır.
Teknoloji aynı zamanda mevcut insana dayalı komuta ve kontrol paradigmasını da değiştirecek. Bugün, halen insansız sistemler, düzinelerce insanın uzaktan çalıştırmasını, bakımını yapmasını ve topladığı verileri işlemesini gerektiriyor Bunun yerine, otonom sistemler kendi esnek ve yeniden yapılandırılabilir dağıtılmış ağlarından topladığı bilgileri işleyebilecek ve bir komuta merkezine güvenmeden anlamlandırabilecektir. Yazılımın yalnızca donanımı desteklediği yönündeki eski inanç artık geçersiz hale gelmiştir: Gelecekteki ordular, yazılımlarının kalitesiyle, özellikle de yapay zekalarıyla ayırt edilecektir.
Orduların iletişim kurma şekli büyük ölçüde değişecektir. Geleneksel iletişim ağları hayatta kalamayacak. Yüksek hızlı veri taşıma teknolojisine dayanan bilgi ağları, çok daha büyük miktarlarda veriyi daha yüksek hızlarda taşıyabilecek. Benzer şekilde, kuantum bilimi, iletişimi ve bilgi işlemi dönüştürecektir. Kuantum hesaplama kırılmaz şifreleme yöntemlerini mümkün kılacak ve ordulara veri hacimlerini işleme ve klasik bilgisayarların kapasitesini aşan problemleri çözme gücü verecektir.
Hızlı bir şekilde gelişen beyin-bilgisayar arayüzü teknolojisi, insanların robotik protezler ve hatta insansız uçaklar gibi karmaşık sistemleri sinirsel sinyalleri ile kontrol etmelerini sağlayacak. Basitçe söylemek gerekirse, bir insan operatörünün, birden fazla sistem ile beyni aracılığı iletişimi kurabilecek ve böylece Asker operatörlerin kontrollerinde olan avatar robotların komutasındaki robot askerlerden oluşan birliklerin, otonom makine sürüleri ile hareket icra etmesi mümkün hale gelecektir.
Mevcut askeri kavramları ve yetenekleri aşacak kadar bu ve benzeri yıkıcı teknolojilerin ortaya çıkması orduların nasıl işlediğine dair onlarca yıllık, hatta yüzlerce yıllık varsayımların yerini alacaktır. Yeni nesil teknolojik gelişmeler üzerine inşa edilmiş 4. nesil bir ordu kendi aralarında organize olabilen dağıtık ağlara ve bu ağlara entegre olabilen büyük miktarlarda otonom akıllı makine sürülerine sahip olmalıdır. Böylece ordular daha düşük maliyetlerle daha fazlasını elde edebilecek ve algılama, hareket ve iletişimi kendi alanlarından, hedef alanlara kolaylıkla taşıyabilecektir. Büyük, pahalı, ağır, insanlı ve değiştirilmesi zor sistemlerden oluşan ordular, dağıtık ağları üzerinden haberleşen otonom ve yapay zekaya sahip akıllı makine sürülerinin karada, denizde, denizaltında ve havada her zamankinden daha büyük bir hacimde, entegre ve daha yüksek hızda şiddet sağlayacağı gelecekteki savaşlarda hayatta kalamayacaktır.
Ancak yeni teknolojilerin ordular tarafından benimsenmesi kolay bir süreç değildir. İnsan ve hayvan kas gücüne dayanan 1. Nesil savaş teknolojilerinin kullanımı binlerce yıl devam etmiştir. Barutun ve ateşli silahların yıkıcı bir savaş teknolojisi olarak ordular tarafından benimsenmesi ise yine uzun bir sürecin sonunda gerçekleşmiştir.
Barutun savaşlarda ilk kullanımının Çin'de 10. yüzyıla kadar geri gittiği bilinmektedir. Ancak ateşli silah teknolojilerinin gelişimi ve bu teknolojilerin Avrupa ve Asya'da orduları tarafından kullanılması 15. yüzyıldan itibaren sınırlı bir şekilde başlamış ve 19. yüzyıl ortalarına kadar sürmüştür. Bu süreç 1. Dünya savaşı sırasında hızlanmış olmasına rağmen 1.Dünya savaşı ile Waterloo savaşında kullanılan teknolojiler arasında fazla bir fark yoktur. Bu açıdan 1. Dünya savaşı hayvan gücünün yaygın biçimde kullanıldığı son büyük savaş olmuştur. 1. Dünya savaşı askeri teknolojilerin değişmesi sürecinde bir geçiş dönemini veya 1.5. nesil orduları ve savaşları temsil etmektedir. Ancak 2. Dünya savaşı savaş teknolojilerinde çok ciddi bir değişim dönemidir ve 2. Nesil savaş teknolojiler olarak tanımlanabilecek teknolojilerin kara, hava ve denizde yaygın biçimde kullanıldığı küresel bir savaş olmuştur.
2. dünya savaşının son yıllarında ortaya çıkan türbin motor, nükleer güç ve hemen sonrasında gelişen roket, füze ve yakıt teknolojileri ise 3. Nesil savaş teknolojilerinin ve ordularının belirleyici unsurları olmuştur. Günümüzde dünya orduları arasındaki ayrım nükleer teknolojiye ve füze teknolojisine sahip olup olmadığına göre yapılmaktadır. Nükleer bombalara ve bu bombaları uzağa taşıma kapasitesi olan füze teknolojilerine sahip olan ordular Konvansiyonel sistemlere dayalı ordulardan ayrışarak küresel güçler haline gelmişlerdir.
80’li yıllardan sonra gelişmeye başlayan yukarıda bahsettiğimiz teknolojiler ise 4.nesil savaş teknolojileri olarak adlandırılabilir. Ancak bu teknolojilerin ordular tarafından benimsenmesi ve hayata geçirilmesi süreci halen devam ettiğinden şu anda ki askeri teknolojileri ve orduları 3.5. nesil olarak adlandırabiliriz. Daha önceki dönemlerde nesiller arası teknolojik geçiş süreci savaşlarla hızlanmış olmasına karşılık, 3. Nesil teknolojilerin yıkıcılığı sebebiyle küresel bir savaş olmamıştır. Paradoksal olarak savaş teknolojilerinin gelişmesi ve yıkıcılığının artması küresel bir savaşın önünde bir engel olarak ortaya çıkmıştır. Muhtemel bir 3. Dünya savaşı ise 3.5. nesil teknolojilerin kullanıldığı bir savaş olacaktır ve böyle bir savaş 4. Nesil askeri teknolojilere geçişi hızlandıracaktır.
KÜRESEL GÜÇLERİN ASKERİ STRATEJİLERİ VE KÜRESEL DÜZEN 3.0
1940'ların sonundan bu yana küresel güvenlik mimarisi iki kere yeniden düzenlendi. İlki, Yalta sisteminin İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa'nın iki rakip bloğa ayrılmasıyla geldi. İkincisi Sovyetler Birliği'nin çöküşünün ardından ortaya çıktı. Ukrayna krizinde ABD ve Avrupa geri adım atar ve kriz Putin’in istediği gibi sonuçlanırsa bu sonuç nihayetinde, sadece Avrupa-Atlantik güvenliğinin değil küresel düzenin yeniden düzenlenmesinin yani Küresel Düzen 3.0 sonucunu getirebilir.
Soğuk savaşın bitmesinden sonraki ilk on yılda NATO’nun eski SSCB ülkelerine doğru ilerlemesini çaresizlik içinde seyretmek zorunda kalan Rusya şimdi artık savunma durumunda değil. Soğuk savaş sonrası oluşan statükonun meşru olmadığına inanan ve yirmi yıldır ordusunu modernize eden Rusya şu anda küresel düzeni yeniden şekillendirmek hedefiyle ‘saldırı stratejisini’ uygulamaya geçirmiş durumda.
Rusya’nın bu küresel stratejisinin temel dayanağı olan ordusunu modernize edebilmek için yılda 150 ila 200 milyar dolar harcadığı tahmin ediliyor. Bu cömert bütçeleri kullanarak, son yirmi yıl boyunca ordusunu başarıyla yeniden inşa eden Rusya, hipersonik füzelerden yönlendirilmiş enerji silahlarına, entegre hava savunma sistemleri, siber ve elektronik savaşa kadar birçok yeni nesil silah geliştirdi ve şu anda küresel olarak da gücünü yansıtma yeteneğine sahip bir askeri güç haline geldi.
Kaslarını esneten sadece Moskova değil. Pekin’de artık daha agresif bir aşamaya geçmiş durumda. Halford J. Mackinder tarafından geliştirilen Kara Hâkimiyet Teorisine uygun biçimde hareket eden Çin, Rusya’nın yaklaşımından farklı olarak askeri gücünü arka planda tutuyor ama Asya merkez olmak üzere Avrasya ve Afrika kıtalarına yönelik çok agresif ekonomik ve siyasi adımlar atıyor. Bu kapsamda, bir Kuşak- Bir Yol Projesi tarih boyunca Asya, Avrasya ve Afrika’yı kara ve deniz ticaret yolları ile birleştirmeyi hedefleyen en agresif ve iddialı projedir.
Çin stratejik önceliklerini hayata geçirirken geleneksel olarak olduğundan daha zayıf görünme ve fırsat penceresi açılana kadar sabırla bekleme yönünde hareket etmeye eğilimli bir Devlettir ve bu aşamaya 70’li yıllardan başlayarak 3 aşamada gelmiştir. 1972’de Nixon’ın Çin ziyaretinden sonra önünde açılan fırsat penceresini değerlendirerek küresel sisteme entegre olmaya ve başlayan Çin, soğuk savaş sonrası dönemde çok dikkatli hareket etti. Çin bu dönemde küresel emellerini gizleyerek güç kazanırken ABD ile dostane ilişkilerini sürdürdü ve ABD’yi bölgeden uzak tutmayı başararak stratejik kuşatmadan kaçındı.
2008'deki küresel mali krizin sonuçlarının ABD'ni zayıflattığına Pekin'in ikna olduğu zaman Çin’in stratejisindeki ikinci büyük değişim gerçekleşti. O dönemde Çin lideri Hu Jintao, tarafından revize edilen Çin stratejisi ‘bölgesel düzen kurmakla ‘ hedefini içeriyordu. Pekin bu stratejiye uygun olarak bölgeyi ekonomik, politik ve askeri olarak şekillendirmek için harekete geçti.
Çin stratejisindeki üçüncü değişim, AB’nin Brexit sürecinin etkisi ile zayıflaması ve ABD’nin artık küresel etkisinin iyice azaldığına kanaat getirildiğinde ortaya çıktı. Bu aşama bölgesel güç olmaya odaklı önceki Çin stratejisinden farklı olarak Çin’i küresel bir güç olarak tanımlamaktadır. Bu yeni yaklaşım doğrultusunda Çin artık askeri gücünü artırma, Asya, Afrika, Avrasya ve ötesindeki nüfuz alanlarını geliştirme, kritik teknolojileri ve kritik kaynakları kontrol etme gibi, zirveye oynayan küresel bir güçten beklenebilecek bütün davranışları agresif biçimde sergiliyor.
Çin, bu anlamda küresel stratejisini askeri bir güçle desteklemek amacıyla son yirmi yıldır ordusunu geliştirmek, modernize etmek ve yüksek teknoloji ile buluşturmak için ciddi çalışmalar yürütüyor. Çin, ülkeyi yapay zeka ve diğer ileri teknolojilerde dünya lideri olarak konumlandırmak için tasarlanmış mega projeler üzerinde uzun süredir çalışıyor. Bu çalışmalar odak noktasında askeri değildir, ancak bu ileri teknoloji mega projelerinin her birinin askeri uygulamaları vardır ve çıktılar "askeri-sivil füzyon" doktrini altında Çin Halk Kurtuluş Ordusu tarafından kullanılmaktadır.
Ana kıtalardan uzaktan olması sebebiyle başlangıçta jeopolitik olarak dezavantajlı durumda iken, kıtanın sınırsız hammadde kaynakları ve iki okyanusa birden erişimi olması gibi avantajlarını iyi kullanan ABD ise zaman içinde Asya-Avrasya kıtaları karşısında alternatif bir güç olarak yükseldi. 2. Dünya savaşı sonrasında da dünyanın bütün kıtalarına, okyanuslarına ve denizlerine erişimi olan küresel bir güç haline geldi, dahası soğuk savaş sonrasında küresel düzenin oyun kurucusu ve jandarması statüsüne yükseldi.
2. Dünya savaşı sonrasında Küresel bir güç haline gelen ve Soğuk savaş sonrasındaki dönemin ilk on yılında rakipsiz biçimde küresel düzeni domine eden Amerika Birleşik Devletlerinin askeri stratejisi küresel bir askeri gücün yapması gereken biçimde yapılandırılmıştır. Bu kapsamda, Batı Avrupa ve Pasifik bölgesi başta olmak üzere dünya genelinde askeri üsler kuran ve büyük bir deniz gücü oluşturan ABD, Özellikle soğuk savaş sonrası dönemde NATO’nun Doğu Avrupa’ya doğru yayılmasını teşvik etti. Daha sonrasında da İkiz Kule saldırılarını bahane ederek Irak ve Afganistan’a girerek Ortadoğu ve Asya bölgesinde de daha geniş çaplı inisiyatif aldı.
Böylece, Batılı güçler tarafından kurulan uluslararası düzeninin ve Batılı değerlerin koruyusu rolüyle ABD ordusu dünya tarihinde hava, kara ve denizlerde küresel olarak konumlanabilen ilk askeri güç olmuştur.ABD ordusunun bölgesel güçlere karşı askeri güç yansıtma yaklaşımı, çatışmanın nasıl ortaya çıkacağına ve süreceğine dair bir dizi varsayımdan oluşmaktadır. Bu varsayımlar ABD kuvvetlerinin küresel düzeyde bir rakibinin olmadığına, bölgesel güçlere karşı ise engelsiz bir şekilde ileri pozisyonlara geçebileceğine, kendi seçtiği bir zamanda harekata başlayabileceğine ve düşmanlarının da herhangi bir alanda hareket özgürlüğüne karşı çıkamayacaklarına dayanmaktadır.
Bu varsayımlara dayalı olarak ABD ordusu, tespit edilmeden yakın hareket etmek için optimize edilmiş, sınırlı sayıda ancak son derece etkili bir şekilde hedefini vurmaya dayalı sistemlerin, pahalı ve büyük platformlara entegre edildiği bir kuvvet olarak dizayn edilmiştir. Dahası, bu gibi sistemler neredeyse tamamen savunmasız olan iletişim, lojistik ve uydu ağlarına bağlıdır, çünkü hiçbir düşmanın onlara saldıramayacağı öncülü altında tasarlanmıştır.
Ancak son on yıl içindeki askeri teknolojilerin değişimi ve Rusya ve Çin’in bu teknolojileri ordularına uyarlamaktaki başarıları karşısında bu varsayımlar artık eski geçerliliğini korumuyor. ABD'nin bazı savunma uzmanları da, ABD'nin tehlikeli bir şekilde geride kaldığı konusunda seslerini yükseltmeye başladılar. Ancak ABD siyasi sisteminin ve askeri-endüstriyel kompleksin işleyişinden kaynaklanan sebeplerle ABD yönetimleri gelişmelere ayak uyduramıyor.
Amerikan silah endüstrisi sistemi, Demokratik ve sivil bürokratik kontrol altında faaliyet gösteren tamamen özel sektöre dayalı bir sistem. Buna karşılık Rusya ve Çin ordularının askeri silah kompleksleri siyasi, sivil bürokratik kontrole ve kamuoyu denetimine tamamen kapalı ve silah endüstrileri devletin kontrolü altında. Bu durum Rusya ve Çin’e ordularını yeni teknolojilere uyum sağlamada çok büyük avantaj sağlarken, ABD için ise kendi sisteminin işleyişi ciddi bir dezavantaj durumunda.
Eski ABD Savunma Bakanı Robert Gates ‘Duty’ adlı anı kitabında ABD’nin sisteminin işleyişini ve dezavantajlarını şöyle açıklıyor: ‘Askeri departmanlar bütçelerini beş yıllık olarak geliştirir ve çoğu tedarik programı karardan teslimata kadar uzun yıllar alır. Sonuç olarak, bütçeler ve programlar yıllarca kilitlenir ve her askeri departmanın tüm bürokratik hileleri, bu programları sağlam tutmaya ve finanse etmeye adanmıştır. Bu çabalara, ekipmanı üreten şirketler, bu şirketlerin kiraladığı Washington lobicileri ve bu fabrikaların eyaletlerinde veya bölgelerinde bulunduğu Kongre üyeleri katılıyor. Bu uzun vadeli programlara yönelik herhangi bir tehdit hoş karşılanmaz.’
Gates’in bahsettiği askeri-endüstriyel kompleksin tüm geçim kaynağı, geleneksel savunma sistemlerini geleneksel yollarla geliştirmeye, üretmeye, edinmeye, işletmeye ve sürdürmeye bağlıdır. Bu kompleks ilk bakışta ileri teknolojilere hoş geldiniz diyor gibi görünebilir, çünkü onları hala tehdit olarak görmüyorlar. Öte yandan mevcut sisteme hakimiyetlerine alan bürokratlar, onu değiştirmekten nefret ediyorlar. Askeri pilotlar ve gemi sürücüleri, işlerini akıllı makinelere kaptırmak için fabrika işçilerinden daha istekli değiller. Ve tüm bu direniş kaçınılmaz olarak hoşnutsuz seçmenlere dönüştüğü için, Kongre üyeleri değişimi engellemek için kamuoyu desteği bulabiliyorlar.
Yükselen eleştirilere karşılık Amerika Birleşik Devletleri yönetimleri askeri modernizasyonun amacının, "savaş jetleri, uçak gemileri" gibi on yıllardır güvendikleri askeri platformları daha iyi versiyonlarıyla değiştirmek olduğuna inanıyor. Statükoyu sürdürmek, Washington'un rakiplerinin tam olarak yapmasını istediği şeydir: ABD hükümeti aynı mekanizmaları kullanarak ve aynı şeylere daha fazla para harcamak suretiyle , kendisini iflas ettirirken rakipleri için daha fazla hedef oluşturmaktadır.
Bütün bunlar ABD’nin temel bir hayal gücü eksikliğine işaret ediyor: ABD liderleri, ABD'nin dünyanın önde gelen askeri gücü olarak yerinden edilebileceğine inanmıyorlar. Değişim için gereken vizyona veya aciliyet duygusuna sahip değiller. Eğer bu tutum hakim olursa, değişim stratejik bir yaklaşımdan dolayı değil, büyük bir savaşta Amerikan yenilgisi gibi bir başarısızlığın sonucu olarak gelebilir.
Gelişmeler ABD’nin teknolojik olarak gelişmiş rakiplere karşı son derece farklı şartlarda savaş yapacağını, ve savaşta çok sayıda askeri sistemi kaybedeceğini gösteriyor. Teknoloji devrimi, halen ABD'nin savaşı caydırmak ve barışı desteklemek için kullandığı bir eğilim haline gelmiş durumda değil ve bu, ABD'nin yıkımının önde gelen sebeplerinden birisi olacaktır.
Bu kapsamda RAND Corporation'ın 2017 tarihli bir raporunda, "ABD kuvvetleri, makul varsayımlar altında, çağrıldıkları bir sonraki savaşı kaybedebilir’ tespitini yapmıştı. Aynı yıl, Genelkurmay Başkanı Joseph Dunford, alarmı sert biçimde seslendirdi: "Sadece birkaç yıl içinde, yörüngeyi değiştirmezsek, niteliksel ve niceliksel rekabet avantajımızı kaybedeceğiz. “dedi.
Bu ve benzeri uyarılar ABD’nin çok daha derindeki zaafiyetlerine odaklanmayı gerektiriyor.İki okyanusa erişimi olan bir kıtaya yayılmanın tüm avantajlarını kullanan ve 2. Dünya savaşı sonrasında küresel askeri bir güç haline gelen ABD gelinen aşamada artık bu sorumluluğu ve yükü ekonomik ve siyasi olarak taşıyamıyor. Bunun başlıca sebebi olarak, ABD’nin başarısında öne çıkarılan kapitalist demokratik modelin artık çözülmeye başlaması gösterilebilir. Bu çözülmeye bağlı olarak, daha önceleri karşı hem refah hem demokrasi taahhüt ederek öne çıkan ABD sistemi şimdi artık her iki vaadini de yerine getirmekte zorlanıyor.
Verimliliğinin sınırlarına dayanan ve durgunlaşan ABD ekonomisi küresel olarak Asya ekonomileri karşısında gerilirken, ABD’nin liberal küresel düzenin öncüsü olma rolünü sağlayan demokrasi modeli de ülke siyasetindeki derin bölünmelerden kaynaklanan sebeplerle ciddi sıkıntılar yaşıyor. ABD siyasetinde popülist ve aşırı sağ eğilimler güçleniyor ve giderek artan siyasi bölünmüşlük karşısında ABD’nin bütünlüğünü koruyup korumayacağı tartışmaları dahi gündeme gelmiş durumda.
Refah ve demokrasi vaadi zayıflayan ABD modeli gerilerken,, Rusya ve Çin gibi otoriter ülkelerin uyguladığı devlet kontrollü kapitalizmin sunmuş olduğu kalkınma modeli yükseliyor. Bu durum dünya genelinde demokrasi ve serbest piyasaya dayalı kapitalist modelin vazgeçilmezliğinin sorgulanmasına yol açıyor. Demokrasi ve kapitalizmin ayrılabileceği fikri dünya genelinde de otoriter eğilimlerin güçlenmesine yol açan bir etken haline gelmiş durumda.
GÜÇ OYUNLARI
Washington'un son dönemlerdeki istikrarsız davranışları ve verdiği çelişkili mesajlar gerektiğinde müttefiklerini savunmak için ordusunu gerçekten gönderip göndermeyeceği konusunda şüphe uyandırmakta ve bu durum ABD’nin küresel bir güç olarak caydırıcılığını aşınmaktadır.
Bu şüpheleri sürekli körükleyen ve çok kutuplu bir dünyada daha fazla nüfuzları olan yeni bir düzen talep eden Pekin ve Moskova'daki liderler ise kendileri için bir fırsat penceresi açıldığını, ABD’ne karşı bir savaşı kazanabileceklerini düşünüyorlar ve giderek daha agresif hareket ediyorlar.
Bu talebin bir yansıması olarak, küresel düzenin kurucuları olan ABD öncülüğündeki batılı güçler ile Çin-Rusya arasında artık soğuk savaş döneminden, sonu nükleer bir savaşa dahi kadar gidebilecek olan, birçok aracın birlikte kullanıldığı hibrit vekalet savaşları dönemine geçilmiş durumda.
Bu vekalet savaşları döneminin sahnesini ise Avrupa bölgesinde Ukrayna, Pasifik bölgesinde ise Tayvan oluşturuyor. ABD Ukrayna krizini gevşeyen ABD-Avrupa ilişkilerini onarmak, NATO’yu yeniden aktive etmek, Avrupa’da nüfuzunu yeniden güçlendirmek ve Rusyayı yıpratmak gibi amaçlar için bir araç olarak kullanıyor.
ABD Taywan krizini ise, Ukrayna krizinde olduğu gibi fırsata çevirmek amacıyla bölgedeki müttefiklerinin savunma harcamalarını artırmaları için teşvik ediyor ve onlara silah satışı ve askeri desteğini artıyor. Washington şu anda bölgede bugüne kadar ki en büyük askeri genişlemesini gerçekleştirmiş durumda.
Avustralya, Hindistan, Japonya ve ABD'yi kapsayan ve stratejik bir ortaklık olan Dörtlü Güvenlik Diyaloğu, (Quadrilateral Security Dialogue) Hint-Pasifik bölgesinde Çin karşıtı işbirliğinin odak noktası olarak ortaya çıkmış durumda. Yeni AUKUS (Australia– United Kingdom–United States) ittifakı ise Pasifik bölgesinin NATO’su olmaya aday.
Hibrit savaşta her ülke kendi baskın konumunu kullanıyor. ABD küresel ekonomideki halen baskın olan gücünü ve doların küresel ölçekte geçerli rezerv para birimi olmasını rakiplerine karşı kullanıyor. Ancak ambargo ve müeyyidelerin bu şekilde kullanılmasının etkinliği tartışmalı bir durum. ABD öncülüğünü yaptığı serbest ve kurallara dayalı dünya ticaret sistemini de baltalayarak aslında kendi bindiği dalı kesiyor. Öte yandan doların bir silah gibi kullanılması da ABD’nin rakiplerinin dolarsız bir ticaret ve finans sistemi kurması sürecini hızlandırıyor yine ABD’nin çıkarlarını zedeliyor.
Çin ise, Taywan krizini kendi açısından bir fırsata çevirmek için bölgede askeri faaliyetlerini ve silahlanma çabalarını artırmış durumda. Ayrıca değerli ve nadir elementler üzerindeki hakimiyetini ve başta chip üretimi olmak üzere birçok üretim alanındaki baskın konumunu kullanarak batı ekonomilerini baskı altına almaya çalışıyor.
Batı ülkelerinin ambargoları ve Rusya’nın gıda ve enerji politikaları ile Çin’in hammaddeler ve üretim alanındaki kısıtlamalarının yanısıra lojistikte yaşanan sıkıntılar dünya ekonomisini ciddi bir krize doğru sürüklüyor ve bu durum birçok ülkede iç karışıklarının ortaya çıkmasına sebep oluyor.
Ukrayna krizi üzerinden göçmenleri ve Avrupa ülkelerinin buğday ve gaz bağımlığını kullanarak Avrupa kamuoyunun direncini kırmaya çalışan Rusya eğer bu süreçte Avrupa ülkelerinin direncini kırmayı ve sonrasında ABD’ni savaşmadan Avrupadan çıkarmayı da başarabilirse Avrupa üzerinde nüfuzunu tekrar kurabilir. Bu durumda, bir sonraki aşamada nihai hedefi olan küresel düzenin mimarisini kalıcı olarak değiştirme amacıyla Asya-Pasifik bölgesine odaklanabilir ve dünya tarihinde ilk kez Rusya ve Çin gibi iki büyük nükleer güç, ABD’ne ve onun öncülüğündeki koalisyona karşı bir askeri ittifak oluşturabilirler.
Böyle bir senaryo dahilinde üç ihtimal ortaya çıkmaktadır. İlk ihtimal böyle bir koalisyon karşısında ABD’nin fazla direnmeyip Pasifik bölgesinden çekilmesi ve kendi kıtasına, 1.Dünya savaşı öncesi konumuna dönmesidir. Böyle bir senaryo, sadece soğuk savaş sonrası kurulan dengelerin değil, yaklaşık 200 yılda oluşan Batı öncülüğü ve üstünlüğüne dayalı liberal küresel düzenin sonu ve yeni bir küresel dengelerin önünün açılacağı anlamına gelecektir. İkinci ihtimal bölgede 3. Nesil savaş teknolojilerinin kullanıldığı bölgesel bir çatışmanın olması ve galiplerin kim olduğuna bağlı olarak dengelerin buna göre yeniden şekillenmesidir. Üçüncü ihtimal ise 3.5 nesil teknolojilerin yani nükleer silahların da kullanıldığı küresel bir savaş ihtimalidir. Bu son ihtimalin sonuçlarını ise hiç kimse öngöremez.
Bu üç ihtimal bir arada değerlendirildiğinde şu söylenebilir. Şu anda vekâlet savaşı seviyesinde olan küresel güçler arasındaki gerilimin bir sonraki aşamasında, nükleer silahlarında kullanıldığı doğrudan çatışmaya dönüşmesi daha güçlü bir ihtimal olarak öne çıkıyor. Bu ihtimalin öne çıkmasının temel sebebi, kendi iç bünyelerinde siyasi ve ekonomik zaafiyetleri olan Rusya ve Çin’in, bu zaafiyetler bir gerilemeye yol açmadan önce, şu anda önlerinde açıldığını düşündükleri fırsat penceresini kullanmak istemeleri ve bu sebeple giderek agresifleşmeleri, buna karşılık ABD öncülüğündeki batılı güçlerinde 200 yıldır sürdürdükleri küresel hakimiyetten vazgeçmek istememelerine bağlı olarak gerilimi artırmalarıdır. Bu durum tüm oyuncuların parmaklarının diğerinin dişleri arasında olduğu bir oyuna benziyor. Elini önce çeken kaybedecek.