Son on seneye damgasını vuran Doğu Akdeniz’deki Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) sınırlandırma çabaları ve bölgesel uluslararası işbirliği çabalarının mevcut Türk Yunan ilişkileri sorunlarına eklenmesi Türkiye’nin güvenlik tanımlarını derinden etkilemektedir. Denizlerin ve denizciliğin artan önemi, Türk makamları tarafından kabul edilirken, mesele, Türkiye’nin güvenliği ile yakından ilişkilendirilmektedir. Bu çalışma ile Türk Yunan ilişkilerinin, Türkiye’nin deniz güvenliği kavramını sınırlayan ve belirleyen bir etkisi olduğu iddia edilmektedir. Bahsi geçen etki, uluslararası ilişkiler literatüründe güvenlik ve deniz güvenliği kavramlarının gelişimi ile Türkiye’deki deniz güvenliği kavramının gelişimi kıyaslanarak açıklanmaya çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Deniz Güvenliği, Güvenlik, Türkiye, Yunanistan, Doğu Akdeniz
Denizlerde güvenlik ve fırsatlar hususu, uluslararası ilişkilere dair toplantılar ve yazını etkilemeye devam etmektedir. Jeopolitiğin geri döndüğüne dair tartışmaların arttığı şu günlerde, özellikle 2010 sonrası, güvenlik kavramında devlet eksenli analizler de giderek artmaktadır. Yumuşak güç tartışmalarının beslediği yeni güvenlik meselelerinde bile geleneksel devlet eksenli bir yaklaşıma kayılmaktadır. Bu kayışta, Covid-19 pandemisi sürecinde yaşanan ve devletin oynaması gerektiği düşünülen temel roller oldukça etkili olmuş, devletin yalnız sağlık değil, ekonomi alanında da etkinliği ve refah devleti tartışmaları ön plana çıkmıştır. Bu çerçevede, ulusal güvenlik için hayati önemdeki kaynakların korunması ve yönetilmesinde de devlet yine öne çıkan bir aktör olarak görülmektedir. Yaşanan gelişmeler sebebiyle Türkiye’de de güvenlik çalışmalarının her alanda arttığına, bu çerçevede deniz güvenliği kavramının da sıklıkla kullanıldığına vurgu yapılmalıdır. Bu akademik etkinliklere bir örnek olarak, 2018 Nisan ayında TASAM tarafından Girne’de düzenlenen 1. Deniz Güvenliği Forumu verilebilir. Bu forum, Türkiye’de güvenlik kavramının nasıl ele alındığı ve hangi yönde evirildiğine dair güzel veriler sunmuştur. Güvenlik konusunu çalışan araştırmacıların çoğunluğunun alana dair ciddi araştırmaları olan asker kökenli isimler olduğunu söylemek mümkündür. Bu isimler, Doğu Akdeniz’de mesafeleri kendileri bizzat ölçebilecek bilgi ve donanıma sahiplikleriyle sivil uluslararası ilişkiler uzmanları için konuya nasıl detayların eklene[1]bileceğine dair veriler sunarken, öte yandan, bu bilgi birikiminin çerçevesini oluşturan mesleki arka plan, konuya yaklaşımlarını da belirlemektedir. Askeri anlamda yapılan analizler, güvenlik meselesinde, konuyu daha farklı bir kuramsal perspektiften ele almaya sebep olmakta, bu da bazı noktalarda körlük yaratabilmektedir. İnşacı bir kuramsal yaklaşım askeri açıdan daha gerçekçi analizlere, alandaki sorunların ele alınmasında, ufuk açıcı bir rol taşıyabilir. Bu sebeple, öncelikle güvenlik ve daha sonra da deniz güvenliği kavramının Türkiye’de nasıl ele alındığı ve nasıl alınabileceğine dair bir analiz yapılması önem taşımaktadır. Özellikle Türkiye açısından en önemli dış politika hususu olarak ortada duran Doğu Akdeniz’de Türkiye ve Yunanistan arasındaki deniz yetki alanlarının paylaşımı hakkındaki tartışmalar, Türkiye’de deniz güvenliği hususunun nasıl ele alındığını gösteren önemli bir kaynak oluşturmaktadır.
Bu çalışmada Türkiye’de deniz güvenliği kavramı nasıl ele alınmıştır ve Türk Yunan ilişkileri bağlamında nasıl gelişmiştir sorusuna cevap aranmakta ve bu soruya cevap akademik çalışmalar ve kurumsal açıklamaların incelenmesi ile verilmeye çalışılacaktır. Bu sebeple öncelikle güvenlik kavramını uluslararası ilişkiler literatüründe inşacı bir bakış açısından nasıl ele alındığı ve geliştiği ile başlayacak analiz, deniz güvenliği kavramının gelişimi ile devam edecektir. Son bölümde ise Türk Yunan ilişkilerinde deniz güvenliği kavramının gelişimi ele alınacak, Türkiye’deki deniz güvenliği kavramında bu ikili sorunların nasıl kilit rol oynadığı ortaya koyulacaktır.
- Güvenlik Kavramının Uluslararası İlişkiler Literatüründe Gelişimi
Kavramların içeriği kadar kullanım sıklığı ve popülaritesi mevcut koşullar, siyasi tercih ve öncelikler ve bunlara ayrılan kaynaklar ile yakından ilişkilidir. Buna en güzel örnek, Hans Morgenthau’dur. Morgethau, Chicago’ya 1930’larda geldiğinde, güç politikaları, Amerikan sosyal bilimler dünyası için son derece zehirli ve onaylanmayan bir çalışma alanı olarak görülmekteydi.[1] 1930’lar Avrupa’sı için gayet anlaşılır olan bir mesele, ABD içinde farklı bir entelektüel süreç ve siyasi anlayış sebebiyle kabul görmüyordu. İdealizm olarak da adlandırılan bu süreçte karşılıklı ekonomik bağımlılığın ve uluslararası örgütlerin iletişim sorunlarının aşılmasını sağlayacağı ve savaşın daha az olası olacağını iddia etmekteydi.[2] Amerikan liberalizmi ve siyasi kültürü ile yakından ilişkili olan bu yaklaşım, kendi içinde tutarlı görünse de, Avrupa’da savaş, devlet ve güvenlik meseleleri sıklıkla tartışılıyordu. Bu iki ayrı çevrede güvenlik konusu farklı ele alınmaktaydı.
Rasyonel olmayan davranışlar ve insan doğasının da devreye girmesi ile bireysel değil ulus bazında özgürlük ve refah arayışı vadeden totaliter rejimler yükselirken, Avrupa’da savaş çanları, iki savaş arası realistlerin daha çok sesleri duyulmaya başlandı. İkinci Dünya Savaşı sonrası, Soğuk Savaş ve devam eden büyük tartışmalar ışığında güvenlik yeniden oldukça popüler bir mesele haline geldi. Özellikle detant sonrası, 1980’lerde, güvenlik çalışmalarının giderek artan sayıda güvenlik referansı yapan realist akademisyen ve yazın ortaya çıktı. Bu bağlamda Miles Kahler, “Uluslararası İlişkilerin İcadı“ başlık makalesinde, kuramsal gelişmeler ve uluslararası ajanda arasındaki ilişkiyi ele alırken, “1980’lerde büyük oranda fonlanan güvenlik çalışmalarının şüphe götürmez bir şekilde neorealizmi güçlendirmiştir“ demektedir.[3] Kahler bunu, büyük oranda bu dönemde güvenlik çalışan uzmanların kendilerini neorealist olarak tanımlamasıyla açıklamaktadır. Konunun öne çıkmasında güncel gelişmeler ve siyasi ve ekonomik anlamda hangi konuların araştırmalarının fonlandığı önem taşırken, bu alanda çalışan kişiler konuyu ele alışı ve kuramsal duruşu üretilen düşünceyi de şekillendirmektedir.
Öte yandan Soğuk Savaş’ın sona erişi ve tehdit ve kaynağının yok olduğu düşüncesi ile güvenlik eksenli çalışmalar yeniden temel kaybetti. Kuhnian bir etik anlayışı ve Shortwell’in de referans verdiği devletler ötesinde transnasyonel yapılar ile devlet dışı temsiliyet argümanları 1990’larda yeniden ortaya çıktı. İnşacılığın önemli isimlerinden olan Barry Buzan 1990’larda güvenlik çalışmalarına ilginin azalmasının sebeplerini şöyle özetlemektedir[4] : 1) Tanımlanması zor ve muğlak bir kavram olması. 2) Realizmin çeşitli eleştirilerinin bu kavrama yeterli ilgiyi göstermek için fazla meşgul olmaları, mesela teknoloji ve politikalar ile daha yakından ilgili olunması. Ancak bu konuda David Baldwin, özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde adalet, özgürlük, eşitlik, temsil ve güç gibi çeşitli kavramların uluslararası ilişkiler ajandasını fazlaca meşgul etmesi ve güvenlik kavramının bu dönemde kullanıldığı alanlarda genelde bireysel özgürlüklerin kısıtlanması ve savaşması ile farklı konuların üstünün örtülmeye çalışılması ile ilişkili bir kavram olarak algılanmasının altını çizer. Soğuk Savaş süresince de güvenlik konusundaki yazım daha çok asker kökenli akademisyenler tarafından çalışılmıştır diyen Baldwin, bu sebeple güvenlik çalışmalarında askeri gücün merkeze yerleşen bir mesele haline geldiğinden bahseder.[5]
1990’larda değer eksenli, bireyleri önceleyen ve devleti güvenlik sağlayıcı olarak tanımlayan bir anlayışla, güvenlik çalışmaları ve güvenlik tanımı genişlerken, öte yandan devletin bu rolünü yerine getirememe durumunda uluslararası topluma rol biçen yaklaşım yine askeri unsurları ve hesapları öne çıkarmıştır. 1990’larda Yugoslavya’nın çözülmesi süreci ile başlayan süreç 2014’te sona eren Afrika’nın dünya savaşı ile sona eren bir süreci ortaya çıkardı. Bu dönemde güvenlik konusunda en göze çarpan çalışmalar John Mersheimer’dan, devletlerin güvenliklerini maksimize etmeyi hedefleyen aktörler olduğu argümanı ile geldi. Bu iddiadaki güvenlik, geniş bir biçimde tanımlanan ancak devletlerin ana aktör olarak uluslararası ilişkiler en etkili aktör olduğunun altını çizen bir yaklaşımdı.
2000’lerde değerler ve uluslararası örgütler aracılığıyla devletlerin fonksiyonlarını iyileştirici olma sözü veren etkin süper güçler ortaya çıksa da, savaş değişik ve daha da vahşi formlarda geri döndü. Sistemsel bir değişimi de gösteren olaylar sonrası, küresel ve bölgesel aktörlere karşı, ulusal devletlerin, düzen ve huzur için korumacı rolü ön plana çıkmaya başladı. Realist ve Marksist literatürün bir tür karışımı ile küresel aktörlerin yeni bir kolonyal düzen için ulusal çıkarlarını önceledikleri düşüncesi ile gerek BM’de gerek başka platformlarda, güvenlik kavramı daha da öne çıktı. Pandemiden, siber saldırılara kadar pek çok alanda güvenlik yeniden merkeze çekilirken, ulus devletler önemli bir aktör olarak tanımlanmaya devam etti. Ulus devlete alternatif tek başarılı örnek olan supranasyonel AB bile, pandemi süresince güvenlik konusunda devletlerarası koordinasyon sorunu yaşarken, o dönemde ulusal devletler önemli bir rol oynadı. Aynı dönemde, yeni dönemin niteliğine adapte olmak adına küresel strateji ve bölgesel politikalar üretmeye çalıştığının da altını çizmek gerekir. Bu durum AB’nin bütünlüğünü ulus üstü bir yapıda devam ettirirken, dış politikada devletler ile mücadele edebilecek oranda bütünleşmesinden bahsediyordu. Bu noktada, zor da olsa, dış politikada ulusal çıkar benzeri bir Avrupa çıkarı söylemi üretilmeye çalışıldığı görülebilir.
Son yıllarda uluslararası ilişkiler literatüründe en popüler güvenlik tanımı, Wolfers’ın, “temel değerlerin her türlü tehditten muaf olması hali“dir tanımıdır. Bu tanımın yapı taşları olan “temel değerler“in ve “tehdit“ unsurlarının da tanımlanması, güvenlik çalışmalarını ulusal ve bölgesel bazlı niteliklerini ortaya çıkarmaktadır. Bu noktada güvenlik kavramının çok boyutluluğu, hangi değer, hangi tehdit, hangi araç ve hangi bedel ile gibi soruları da beraberinde getirmektedir.[6]
Ulusal olduğu kadar uluslararası düzen içerisinde de bu yapı taşları tanımlanmakta, bu da siyasi gücün tanımında olduğu gibi, neyin doğru neyin yanlış olduğunu belirleme gücü ile bazı küresel aktörlere hegemonik bir güç vermektedir. Örneğin ABD kendi hegemonyasına tehdit olabilecek, önce ekonomik sonra da muhtemelen siyasi anlamda hasım haline geleceği Çin’e karşı çeşitli adımlar atmaktadır. Denizcilik de bu noktada en önemli unsur olarak önümüze gelmektedir. Çin’in Bir Kuşak Bir Yol projesi, Çin’in dünya ile bağlanacağı yolları ortaya koyarken, denizciliğin önemi giderek artmakta, bu da 19. y.y.’da olduğu gibi su yolları ve kanalları yeniden ön plana çıkarmaya başlamıştır. Doğu Akdeniz üzerinde süren rekabetin taraflarının ve ittifakların şe[1]killenmesinde bu çok önemli bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ancak aynı iki dünya savaşı arasında olduğu gibi sadece materyalist bir açıklama yeterli olmayacak, ekonomik getiri hesabı yanında bir takım tarihsel ve kültürel unsurlar da kendisini göstermektedir. Rusya’nın Akdeniz siyaseti, hem Karadeniz hem Balkanlar ve Doğu Avrupa’daki agresif tavırlarıyla yakından ilişkilidir. ‘Hayati çıkarlar’ veya ‘temel değerler’ tanımlaması siyasi tercihler, ulusal tarih ve bilinçteki temel varsayımlar ve teknoloji gibi farklı alanlardaki gelişmeler ile paralel olarak değişip, yeni güvenlik konularını öne çıkarmaktadır. Denizler yeniden jeopolitiğin merkezine yerleştiği için deniz güvenliği de bu bağlamda tanımlanmaya başlanmıştır.
- Deniz Güvenliği Kavramının Gelişmesi
Deniz güvenliği, hem ticarete yönelik tehditleri, hem de ticaret yollarının güvenliği dâhil jeopolitik kaygıların öne çıktığı bir alandır. Burada önemle altı çizilmelidir ki, bu kavram yeni de değildir; ancak farklı zamanlarda farklı anlamlar yüklenmiştir. Peki, IR açısından güvenlik ve hatta deniz güvenliği kavramı nasıl gelişmiştir ve geliştirilebilir? Bu konuda elimizde ne tür kaynaklar var? IR çalışmalarında referans verilen uluslararası örgütler, uluslararası hukuk, çok taraflılık, düzen, barış, diplomasi gibi önde gelen kavramlarla ilişkisi nasıl ele alınmalıdır? Bu alandaki gelişmeler ışığında deniz güvenliği kavramı değişmekte ve farklılaşmaktadır.
Wolfers’ın tanımında yer alan tehdidin olmaması hali, deniz güvenliği kavramının da esasını oluşturmuştur. Christian Bueger, bu tanıma referans verirken, iyi ve dengeli bir düzenin varlığının, güvenlik kavramı ile yakından ilişkili olduğunu iddia etmektedir.[8] Ancak düzenler baskın aktörler tarafından belirlenir ve bu alanda daha çok devletlerin etkili olduğu söylenebilir. Bu devletlerin mevcut hükümetleri ve liderlerinin ideolojik eğilimleri yanında ulusal tarih anlatıları da tehdit ve çıkar tanımlarını etkileyecek temel değerlerin şekillenmesinde önemli unsurlar olacaktır.
Denizcilik, ticaret açısından önemli olduğu kadar ekonominin ve aktarım yollarının kontrolü üzerinden jeopolitik anlamda da önemli bir alan olarak ele alınmaktadır. Deniz alanlarının ve suyollarının kontrolü, limanların denetimi vs. gibi konular, son zamanlarda giderek daha da fazla egemenlik alanlarıyla da kesişir hale gelmektedir. Deniz ticaretinde ve ulaşımında serbest geçiş hakkının ve uluslararası suların varlığı (Mare Liberum[9]), denizleri karalardan farklı kılan bir özellik olarak ortaya çıkmaktadır. Serbest ticaretin öncelendiği değer sistemleri içerisinde hala bu prensip önemini korusa da denizlerin serbest ve uluslararası alanlara sahip olmasının bir diğer sebebi de derin deniz alanlarının karalar kadar sıkı korunamadığı, egemenlik kavramının içini dolduracak oranda tam kontrol sağlanamayacağı düşüncesinden ileri gelmekteydi. Oysa teknoloji durumu farklılaştırmaya başlamış ve bu durum bazı deniz hukuku kavramlarının gelişmesine ve derinleşmesine sebep olmaktadır. Örneğin, kıta sahanlığı kavramı ve münhasır ekonomik bölge kavramları giderek daha fazla konuşulmakta, çok taraflılık ilkesi çerçevesinde bir uluslararası deniz hukuku oluşturulmaya çalışılmaktadır. Her ülkenin denizlerinin özelliği ve tabi ki karasal morfolojisinin farklılıkları sebebiyle farklı tanımlar ve kurallardan taraf olduğu bilinmektedir.
Teknolojik kapasitesi arttıkça kıyı devletleri daha fazla deniz alanında etkili olmaya çalışmaktadır. Örneğin Kanada ve ABD Genişletilmiş Kıta Sahan[1]lığı Kavramı üzerinde durmaktadır. [10] Bu sadece kıta sahanlığı değil, kara suları hususunda da öne çıkan bir meseledir. Kıta Sahanlığı hususu deniz tabanındaki kaynakların kullanımı hakkında bir kavram olarak, üzerindeki su kitlesinde[1]ki kaynakların kullanımını ifade eden MEB ile birlikte daha çok ekonomik temelli çıkarları ortaya koymaktadır. Öte yandan kara suları, tanımı itibariyle başından beri kıyı devletinin egemenliğindeki bir sahayı ifade etmektedir. Ancak jeopolitik çıkarlar hususunda bu kavramsal tartışmalar bazen siyaset alanında muğlak kalabilmekte, MEB gibi nispeten yeni bir kavram kıta sahanlığı sınırlarını aşacak şekilde rakip devletler tarafından tanımlanabilmektedir. Özellikle dar denizlerde bu durum daha da fazla ortaya çıkmaktadır. Örneğin Doğu Akdeniz buna örnek teşkil etmektedir. Bu örnekte görüldüğü gibi adaların varlığı, adalara tanınması gereken yetkiler ve benzeri sorunlar da devreye girince, deniz yetki alanları ciddi bir çatışma kaynağı olabilmektedir.
“Atlantik’ten Hint Okyanusu’na Geleceğin İnşası“ E-Kitabından alınmıştır. Makalenin tamamını okumak için lütfen tıklayınız.
“Atlantik’ten Hint Okyanusu’na Geleceğin İnşası“ E-Kitabını incelemek için lütfen tıklayınız.
KİTABIN KÜNYESİ
Kitap Adı : Atlantik’ten Hint Okyanusu’na Geleceğin İnşası - Building Future From Atlantic to Indian Ocean
Editör : İzgi SAVAŞ
Yayın Yönetmeni : İhsan TOY
Grafik Tasarım : Ahmet TECİK
Sayfa Sayısı : 238
Yayınevi : TASAM Yayınları
Dizisi : Uluslararası İlişkiler Dizisi
ISBN : 978-605-4881-50-5
Yayın Tarihi ve Yeri : 2021 Aralık, İstanbul
Format : PDF Merchant©
Fiyatı : 37,00 TL (KDV Dâhil)