Giriş
Günümüz retorik ve pratiğinde anlamını yitirmeye başlasa da insanoğlunun en temel ihtiyacı olan güvenlik olgusu, devlet ve halkların bu kavramı mümkün olduğunca bükerek varlıklarına meşruiyet ve süreklilik kazandırma çabaları sonucunda; güvenlik ikilemi, güvenlikleştirme ve terörizmin önemli ortak paydalarda çakışmalarına sebep olmuştur. Bu bağlamda devlet doğasının değiştiği ve dolayısıyla güvenliğin sınırlarının da genişlediği iddia edilse de aslında devletler egemenlik ilkelerinden hiçbir zaman taviz vermemiş ve vermeyeceklerdir. Zira devletler tarafından egemenlik ilkesinin insan haklarından dahi önde bir hak olduğu -tüm uluslararası çatışma ve/veya savaşlarda tespit edildiği üzere ve en azından pratikte- kabul edilmiştir.
Egemenlik ile coğrafya arasındaki hassas etkileşim ise, küreselleşmeyle sınırların etkisinin azaldığı yorumlarına karşın, önemini korumuştur. Sınırların ilerisinde güvenlik ikilemleri önemli hale gelirken sınırların berisinde ise terörizm, devletlerin egemenliklerini tehdit eden en önemli faktör olmuştur.
Bununla birlikte bireylerin ülke içindeki güvenliğinin sağlanmasında çevresel faktörlerin önemi yadsınamaz. İnsanların kentleri kurmasına karşın kentlerin de insanları kuracağı; birey ve toplumların ancak yerleşik ve medeni bir düzene geçtikten sonra kimlik kazanacakları, çalışmanın ilerleyen bölümlerinde ifade edildiği üzere ortaya konan, bilimsel gerçeklerdir. Bu bağlam[1]da uluslararası sistemde Avrupa Kentsel Şartı ve Birleşmiş Milletler Güvenli Kent Programı gibi örneklerle birey-çevre ilişkisinin güvenliğe olan etkileri düzenlenmeye çalışılmıştır. Çevreden kasıt günümüzdeki kent ve şehirlerdir. Dolayısıyla egemen bir devletin çatısı altında, ancak ve ancak güven ve güvenliğin sağlanması halinde, birey ve toplumlar mevcut medeniyet seviyesini aşabileceklerdir.
Bu çalışmada, güvenliğin çevreyle olan ilişkisi bağlamında, Hakkâri ili örneğinden hareketle güvenlik ve refahın sağlamasında kentsel dönüşüm politikaları kapsamında şehir merkezlerinin değiştirilmesinin sebep ve sonuçları incelenecektir. Çalışma ile hükümet tarafından uygun bulunan bir proje dâhi[1]linde1 teröre maruz kalmış kentlerin, başta coğrafi engellerden dolayı tesis edilemeyen güvenlik sorunlarının, medeniyet, küreselleşme ve refah paradigmalarıyla ele alınarak çözülmesi hedefi eleştirilmiştir. Kamuoyundan gelen yoğun tepkiler üzerine Meclise sunulan torba tasarıdan ilgili maddeler çıkarılmış olsa da bu makalenin hedefi, SWOT Analizi çerçevesinde ilgili projenin güçlü ve zayıf yönleri ile fırsat ve tehditlerini değerlendirmektir.
Çalışmanın temel amacı, sinek-bataklık metaforunda olduğu gibi, Türkiye’de terörün kısa vadeli, askeri ve popülist hedeflerle değil uzun vadeli, sosyoekonomik ve sosyokültürel temelli çözümüne katkıda bulunacak yeni fikirleri ortaya koymak ve böylece egemenlik ilkesi çerçevesinde değişebilen devlet doğasının terörizm tehdidiyle evrilmesinin önüne geçmektir. Bununla birlikte dünya örnekleri incelendiğinde, çalışma ile elde edilecek pozitif ve negatif çıktıların, diğer ülkeler için de bir çözüm önerisi olarak kabul edilecek yönlerinin olması bu çalışmanın önemini artırmaktadır. Çalışmanın temel hipotezi, küreselleşme ve öngörülemezlik fenomenleri etkisiyle değişen devlet doğasının gözden geçirilerek birey, toplum ve kentler lehine revize edilirse Türkiye’de güvenlik ve refahın sağlanabileceği üzerine bina edilecektir.
Bu bağlamda çalışmada ilk olarak egemenlik ve terör kavramları ile bunların günümüzdeki etki alanları incelenecek; ardından Türkiye’nin şehir güvenliği bağlamında terörle mücadelesinin çerçevesi çizilecektir. Devamla çalışmada seçilen örnek il üzerinden terör ve şehir güvenliğinin mevcut yapısı sorgulanacak ve sorunun çözümü noktasındaki tartışmaları derinleştirmek amacıyla, kamuoyunda tartışılan model irdelenecektir.
Terörizm Kavramı
Birey ve toplumların rutin iş ve eylemlerinin devamını engelleyen ve bu grupları korkutup dehşete düşüren terör fenomeninin (Wilkinson, 1974, s. 9; Laquer, 1977, s. 6) devletler düzeyindeki en önemli negatif etkisi halkın devlete olan inanç ve bağlılığını sekteye uğratması ve sonuç olarak devlete güveni/aidiyeti azaltmasıdır. Terör örgütleri -devlet terörizmi fenomeni haricinde[1]devlet dışı bir politik aktördür ve bu özelliğiyle devletlerin siyasi hedeflerini tehdit eden bir yapısı vardır. Bu bağlamda siyasal şiddet hareketleri içinde en güçlü ve asimetrik özelliklere sahip terör örgütlerinin en önemli unsurları olarak siyasal bir amaç için devlet erkinin meşru/yasal güç kullanımı dışında silahlı bir gücün sistematik olarak kullanılması sayılabilir (Stepanova, 2008, s. 23). Terör örgütlerinin en önemli hedefi devletin bir bütün olarak işleyişine engel olmaktır. Bu bağlamda birey ve toplumun rutinlerinin engellenerek belirsizlik ve güvensizliğin hâkim olması, bununla birlikte insan hak ve özgürlüklerin engellenerek terör örgütünün amaçları gerçekleşmediği müddetçe bu özgürlüklere ulaşılamayacağının halk içinde kabul görmesi, bu kabule ulaşmak içinse halkın cahil, köktenci, güvensiz, kimliksiz/dikotom ve yoksul olması/kalması terör örgütlerince istenir (Keyman, 2006, s. 12). Bazı yazarlara göre bu eylemler bile bir hak arama yöntemi olarak tanımlanmış olsa da (Hardman, 1934) siyasal şiddet hareketi olarak terör eylemleri devletlerin en kutsal ve biricik özelliği olan egemenliğe en ciddi ve açık bir tehdittir.
Terörizmi açıklamak için dilimizde kullanılan 5S formülasyonuna rağmen (siyasal, silahlı, sistematik, sivil, sürekli) terörizmin en önemli sorunu uluslararası hukuktaki tanımsızlığıdır. Bu tanımsızlığın en önemli sonucu ise geçmişten bugüne kadar terör eylemlerinin ve terörizm dalgasının hala ve hala uluslararası arenada takip ve mücadelesinin yapılamıyor oluşudur. Bu sonuç günümüzde terörü büyüten ve cesaretlendiren yegâne faktördür (Wardlaw, 1982). Bu sonuca bağlı olarak uluslararası ilişkilerdeki çıkar çatışmaları sonucunda her devletin özgürlük savaşçıları ile teröristleri ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda IŞİD, ABD ve Batı tarafından bir terör örgütü olarak görülse de Rusya ve Çin tarafından özgürlük ve adalet savaşçıları olarak görülebilmektedir. KCK/PKK örneği de aynı denklemde yerini almıştır. Türkiye’nin, PKK ve uzantılarını Türkiye Cumhuriyeti Devletini yıkmak/bölmek isteyen bir terör örgütü olarak tanımlamasına ve Türkiye-ABD stratejik ittifakına rağmen Suriye iç savaşında PKK/PYD, ABD tarafından bir siyasi aktör olarak tanımlanmıştır (Albayrak, 2016).
Sonuç olarak dış desteksiz varlığını sürdüremeyeceği bilinen bir gerçek olan terörizm kavramının (Lutz ve Lutz, 2008, s. 51) egemen bir devlete zararının minimize edilebilmesi için insan hak ve özgürlüklerinden taviz vermeden ülke güvenliğinin sağlanması gerekmektedir.
Egemenlik Kavramı
Devlet egemenliği kavramının en önemli somut göstergesi mevcut yapının kendisine ait bir sınırının olması; soyut göstergesi ise hâkimiyet altındaki toprak parçasında yaşayan halk üzerinde kural koyması ve bunları hukuk çerçevesinde (gerekirse zorla) uygulatmasıdır. Bununla birlikte egemenlik; toprak, nüfus/halk, yönetim sistemi ve hükümet, diğer devletlerden ayrı ve bağımsız bir tüzel kişiliğe sahip olma ve bu kişilik üzerinden dünya ile ilişki kurabilme halidir (Shaw, 2008, s. 212-214; Schrijver, 1999, s. 65). Bu unsurlar ile tesis edilmiş bir devlet için egemenlik kavramı, devlet varlığının devamı noktasında kutsal addedilen bir vasıftır. Devletin, bu vasıf üzerine temellenmiş tüzel kişiliği, onu diğer tüzel kişiliklerden (dernek, cemaat, şirket, STK gibi) ayıran en önemli özelliktir. Bununla birlikte günümüzde devlet olabilmenin en önemli kıstası Birleşmiş Milletler (Şartı) tarafından bu statüde tanınmış olma kabulüdür. Bu forma erişememiş yönetimler ise (Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Filistin Yönetimi gibi) günümüzde dahi çatışma alanı olarak varlıklarını devam ettirmeye çalışmaktadırlar.
Egemenliğin kutsallığı uluslararası ilişkiler disiplini için en önemli kriterlerin başında gelmektedir. Bu bağlamda yirminci yüzyılda bu kavramı korumak için çıkan savaşların önlenebilmesi ve bir daha yaşanmaması maksadıyla uluslararası barış ve güvenliğin tesisi için Avrupa Birliği örneği önemli bir rehberdir. Bu örnekte, korunması gereken barış ve güvenlik uluslararası ekonomik bağımlılıkların tesis edilmesiyle pratize edilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda neofonksiyonalizm teorisinin yayılma etkisi (spillover effect) fenomeni ile Avrupa coğrafyasındaki ilişkilerin uluslararası ekonomik bağımlılıklar çerçevesinde iyileştirilebileceği savunulmaktadır (Haas, 1961). Fakat günümüzde bile bu teori ve etkinin siyasi birlikteliğe evrilememesinin temel sebebi üye devletlerin egemenlik haklarını hiçbir uluslararası veya üstü bir örgüt ile paylaşmaya yanaşmamasında yatmaktadır (Schmitter, 2005, s. 259). Günümüz[1]de de devletlerin egemenlik ilkelerinin uluslararası sistemi ve uluslararası toplumu domine edecek yapıda olması hem dış hem de iç politika ve karar verme süreçlerinde bireyin ve dolayısıyla sivil toplumun gücünü azaltmakta, devletlerin ise aşkın güç formunu korumalarını sağlamaktadır (Wendt, 2013). Oysa günümüzde hala bir süreç olarak varlığını devam ettiren küreselleşme sonucu bireyin hak, özgürlük ve “gücündeki“ artış, devletlerin aşkın güçlerinin azalması için bir tehdit olmamalıdır. Aksine bazı yazarlar için (Negri ve Hardt, 2004, s. 116) bu sınırların kaldırılarak devletleri de içine alan ama onların egemenlik ilkelerinden taviz vermeden oluşacak bir imparatorluk formunda egemenlik kavramı devam etmelidir. Böylece hem birey hem de aşkın devletin varlığı korunacaktır.
Buna rağmen yeni milenyumda küreselleşme ve liberalizmin gelişmesiyle en önemli güç haline geldiği varsayılan birey, günümüze kadar egemen devletlerin çizdiği sınırlar ve kurallar içerisinde varlığını sürdürebilmiştir.
Dolayısıyla İkinci Dünya Savaşından sonra dünya düzenin şekillenmesinde önemli bir etken olan Birleşmiş Miletler Şartı’ndan çevreye verilen görünüşteki önemin devletlerarası antlaşma ile somutlaşmış hâli olan Kyoto Protokolü ve diğer akdedilen uluslararası antlaşmalar ile devletlerin egemenlik hakları uluslararası hukuk çerçevesinde dahi bireyin önünde ve ötesinde bir kabul olarak varlığını sürdürmüştür (Held, 2009, s. 543). Bazı görüşlere göre ise İkinci Dünya Savaşından sonra kurulan dünya düzeninde devletlere biçilen rol, ulus devlet üzerinden egemenlik ilkesini koruyup kollayan devlet merkezli şekillenmiştir (Fine, 2007, s. 11).
Bu görüşe paralel fikirler ilgili literatürde sıklıkla yer bulmuştur. Zira ilgili teorisyenler için uluslararası arenada her ne kadar bireyin söz hakkı ve öz[1]gürlükleri artmış olsa bile devletlerin egemenlik ilkelerinin daima var olacağı belirtilmiştir. Bu yazarların aynı eserde belirttikleri görüşlerden ilki Halliday’e aittir.2 Halliday (2004, s. 489-499), birey ve devlet ilişkilerinde bireylerin hak ve özgürlüklerinin kısıtlanması noktasında endişelenecek bir durum olmadığını, zira aşkın devletlerin zaten bireylerin hak ve özgürlüklerini uluslararası arenada da koruduğunu ve koruyacağını, böylece uluslararası barış ve refahın artacağını savunmuştur. Bu sonuç ise Dahl için (2004, s. 530-541) bir zorunluluktur. Zira uluslararası örgütlenmelerde demokratik hakların savunulması kadar zor bir durum yoktur; bu zorluğu karşılayacak en sistemli yapı ise egemen devletler olmalıdır. Bu dilek şart kipi bireylerin hak ve özgürlüklerinin nereye gideceği bilinmeyen devletsiz, anarşik/bölgesel/federal bir yapıda tesis edilebilmesi ise küresel çıkarların maksimizasyonuna katkı sağlamayacağı için garantili bir savunu değildir (Habermas, 2004, s. 542-547). Bununla birlikte egemen devlet ile birey arasındaki güç mücadelesi yirmi birinci yüzyılda iyice belirginleşmiş olsa da uluslararası sistem ile uluslararası toplum arasındaki egemenlik kavgasında bireylerin hak ve özgürlüklerinin daima korunacağı ve fakat bu korumanın dahi egemen devletlerin çatısı altında olacağı için devletlerin egemenlik ilkelerinin zayıflamayacağı da savunulmuştur (Rosenau 2004, s. 223-234).
“Devlet Doğasının Değişimi: Güvenliğin Sınırları“ kitabından alınmıştır. Makalenin tamamını okumak için lütfen tıklayınız.
“Devlet Doğasının Değişimi: Güvenliğin Sınırları“ kitabını incelemek için lütfen tıklayınız.
Günümüz retorik ve pratiğinde anlamını yitirmeye başlasa da insanoğlunun en temel ihtiyacı olan güvenlik olgusu, devlet ve halkların bu kavramı mümkün olduğunca bükerek varlıklarına meşruiyet ve süreklilik kazandırma çabaları sonucunda; güvenlik ikilemi, güvenlikleştirme ve terörizmin önemli ortak paydalarda çakışmalarına sebep olmuştur. Bu bağlamda devlet doğasının değiştiği ve dolayısıyla güvenliğin sınırlarının da genişlediği iddia edilse de aslında devletler egemenlik ilkelerinden hiçbir zaman taviz vermemiş ve vermeyeceklerdir. Zira devletler tarafından egemenlik ilkesinin insan haklarından dahi önde bir hak olduğu -tüm uluslararası çatışma ve/veya savaşlarda tespit edildiği üzere ve en azından pratikte- kabul edilmiştir.
Egemenlik ile coğrafya arasındaki hassas etkileşim ise, küreselleşmeyle sınırların etkisinin azaldığı yorumlarına karşın, önemini korumuştur. Sınırların ilerisinde güvenlik ikilemleri önemli hale gelirken sınırların berisinde ise terörizm, devletlerin egemenliklerini tehdit eden en önemli faktör olmuştur.
Bununla birlikte bireylerin ülke içindeki güvenliğinin sağlanmasında çevresel faktörlerin önemi yadsınamaz. İnsanların kentleri kurmasına karşın kentlerin de insanları kuracağı; birey ve toplumların ancak yerleşik ve medeni bir düzene geçtikten sonra kimlik kazanacakları, çalışmanın ilerleyen bölümlerinde ifade edildiği üzere ortaya konan, bilimsel gerçeklerdir. Bu bağlam[1]da uluslararası sistemde Avrupa Kentsel Şartı ve Birleşmiş Milletler Güvenli Kent Programı gibi örneklerle birey-çevre ilişkisinin güvenliğe olan etkileri düzenlenmeye çalışılmıştır. Çevreden kasıt günümüzdeki kent ve şehirlerdir. Dolayısıyla egemen bir devletin çatısı altında, ancak ve ancak güven ve güvenliğin sağlanması halinde, birey ve toplumlar mevcut medeniyet seviyesini aşabileceklerdir.
Bu çalışmada, güvenliğin çevreyle olan ilişkisi bağlamında, Hakkâri ili örneğinden hareketle güvenlik ve refahın sağlamasında kentsel dönüşüm politikaları kapsamında şehir merkezlerinin değiştirilmesinin sebep ve sonuçları incelenecektir. Çalışma ile hükümet tarafından uygun bulunan bir proje dâhi[1]linde1 teröre maruz kalmış kentlerin, başta coğrafi engellerden dolayı tesis edilemeyen güvenlik sorunlarının, medeniyet, küreselleşme ve refah paradigmalarıyla ele alınarak çözülmesi hedefi eleştirilmiştir. Kamuoyundan gelen yoğun tepkiler üzerine Meclise sunulan torba tasarıdan ilgili maddeler çıkarılmış olsa da bu makalenin hedefi, SWOT Analizi çerçevesinde ilgili projenin güçlü ve zayıf yönleri ile fırsat ve tehditlerini değerlendirmektir.
Çalışmanın temel amacı, sinek-bataklık metaforunda olduğu gibi, Türkiye’de terörün kısa vadeli, askeri ve popülist hedeflerle değil uzun vadeli, sosyoekonomik ve sosyokültürel temelli çözümüne katkıda bulunacak yeni fikirleri ortaya koymak ve böylece egemenlik ilkesi çerçevesinde değişebilen devlet doğasının terörizm tehdidiyle evrilmesinin önüne geçmektir. Bununla birlikte dünya örnekleri incelendiğinde, çalışma ile elde edilecek pozitif ve negatif çıktıların, diğer ülkeler için de bir çözüm önerisi olarak kabul edilecek yönlerinin olması bu çalışmanın önemini artırmaktadır. Çalışmanın temel hipotezi, küreselleşme ve öngörülemezlik fenomenleri etkisiyle değişen devlet doğasının gözden geçirilerek birey, toplum ve kentler lehine revize edilirse Türkiye’de güvenlik ve refahın sağlanabileceği üzerine bina edilecektir.
Bu bağlamda çalışmada ilk olarak egemenlik ve terör kavramları ile bunların günümüzdeki etki alanları incelenecek; ardından Türkiye’nin şehir güvenliği bağlamında terörle mücadelesinin çerçevesi çizilecektir. Devamla çalışmada seçilen örnek il üzerinden terör ve şehir güvenliğinin mevcut yapısı sorgulanacak ve sorunun çözümü noktasındaki tartışmaları derinleştirmek amacıyla, kamuoyunda tartışılan model irdelenecektir.
Terörizm Kavramı
Birey ve toplumların rutin iş ve eylemlerinin devamını engelleyen ve bu grupları korkutup dehşete düşüren terör fenomeninin (Wilkinson, 1974, s. 9; Laquer, 1977, s. 6) devletler düzeyindeki en önemli negatif etkisi halkın devlete olan inanç ve bağlılığını sekteye uğratması ve sonuç olarak devlete güveni/aidiyeti azaltmasıdır. Terör örgütleri -devlet terörizmi fenomeni haricinde[1]devlet dışı bir politik aktördür ve bu özelliğiyle devletlerin siyasi hedeflerini tehdit eden bir yapısı vardır. Bu bağlamda siyasal şiddet hareketleri içinde en güçlü ve asimetrik özelliklere sahip terör örgütlerinin en önemli unsurları olarak siyasal bir amaç için devlet erkinin meşru/yasal güç kullanımı dışında silahlı bir gücün sistematik olarak kullanılması sayılabilir (Stepanova, 2008, s. 23). Terör örgütlerinin en önemli hedefi devletin bir bütün olarak işleyişine engel olmaktır. Bu bağlamda birey ve toplumun rutinlerinin engellenerek belirsizlik ve güvensizliğin hâkim olması, bununla birlikte insan hak ve özgürlüklerin engellenerek terör örgütünün amaçları gerçekleşmediği müddetçe bu özgürlüklere ulaşılamayacağının halk içinde kabul görmesi, bu kabule ulaşmak içinse halkın cahil, köktenci, güvensiz, kimliksiz/dikotom ve yoksul olması/kalması terör örgütlerince istenir (Keyman, 2006, s. 12). Bazı yazarlara göre bu eylemler bile bir hak arama yöntemi olarak tanımlanmış olsa da (Hardman, 1934) siyasal şiddet hareketi olarak terör eylemleri devletlerin en kutsal ve biricik özelliği olan egemenliğe en ciddi ve açık bir tehdittir.
Terörizmi açıklamak için dilimizde kullanılan 5S formülasyonuna rağmen (siyasal, silahlı, sistematik, sivil, sürekli) terörizmin en önemli sorunu uluslararası hukuktaki tanımsızlığıdır. Bu tanımsızlığın en önemli sonucu ise geçmişten bugüne kadar terör eylemlerinin ve terörizm dalgasının hala ve hala uluslararası arenada takip ve mücadelesinin yapılamıyor oluşudur. Bu sonuç günümüzde terörü büyüten ve cesaretlendiren yegâne faktördür (Wardlaw, 1982). Bu sonuca bağlı olarak uluslararası ilişkilerdeki çıkar çatışmaları sonucunda her devletin özgürlük savaşçıları ile teröristleri ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda IŞİD, ABD ve Batı tarafından bir terör örgütü olarak görülse de Rusya ve Çin tarafından özgürlük ve adalet savaşçıları olarak görülebilmektedir. KCK/PKK örneği de aynı denklemde yerini almıştır. Türkiye’nin, PKK ve uzantılarını Türkiye Cumhuriyeti Devletini yıkmak/bölmek isteyen bir terör örgütü olarak tanımlamasına ve Türkiye-ABD stratejik ittifakına rağmen Suriye iç savaşında PKK/PYD, ABD tarafından bir siyasi aktör olarak tanımlanmıştır (Albayrak, 2016).
Sonuç olarak dış desteksiz varlığını sürdüremeyeceği bilinen bir gerçek olan terörizm kavramının (Lutz ve Lutz, 2008, s. 51) egemen bir devlete zararının minimize edilebilmesi için insan hak ve özgürlüklerinden taviz vermeden ülke güvenliğinin sağlanması gerekmektedir.
Egemenlik Kavramı
Devlet egemenliği kavramının en önemli somut göstergesi mevcut yapının kendisine ait bir sınırının olması; soyut göstergesi ise hâkimiyet altındaki toprak parçasında yaşayan halk üzerinde kural koyması ve bunları hukuk çerçevesinde (gerekirse zorla) uygulatmasıdır. Bununla birlikte egemenlik; toprak, nüfus/halk, yönetim sistemi ve hükümet, diğer devletlerden ayrı ve bağımsız bir tüzel kişiliğe sahip olma ve bu kişilik üzerinden dünya ile ilişki kurabilme halidir (Shaw, 2008, s. 212-214; Schrijver, 1999, s. 65). Bu unsurlar ile tesis edilmiş bir devlet için egemenlik kavramı, devlet varlığının devamı noktasında kutsal addedilen bir vasıftır. Devletin, bu vasıf üzerine temellenmiş tüzel kişiliği, onu diğer tüzel kişiliklerden (dernek, cemaat, şirket, STK gibi) ayıran en önemli özelliktir. Bununla birlikte günümüzde devlet olabilmenin en önemli kıstası Birleşmiş Milletler (Şartı) tarafından bu statüde tanınmış olma kabulüdür. Bu forma erişememiş yönetimler ise (Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Filistin Yönetimi gibi) günümüzde dahi çatışma alanı olarak varlıklarını devam ettirmeye çalışmaktadırlar.
Egemenliğin kutsallığı uluslararası ilişkiler disiplini için en önemli kriterlerin başında gelmektedir. Bu bağlamda yirminci yüzyılda bu kavramı korumak için çıkan savaşların önlenebilmesi ve bir daha yaşanmaması maksadıyla uluslararası barış ve güvenliğin tesisi için Avrupa Birliği örneği önemli bir rehberdir. Bu örnekte, korunması gereken barış ve güvenlik uluslararası ekonomik bağımlılıkların tesis edilmesiyle pratize edilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda neofonksiyonalizm teorisinin yayılma etkisi (spillover effect) fenomeni ile Avrupa coğrafyasındaki ilişkilerin uluslararası ekonomik bağımlılıklar çerçevesinde iyileştirilebileceği savunulmaktadır (Haas, 1961). Fakat günümüzde bile bu teori ve etkinin siyasi birlikteliğe evrilememesinin temel sebebi üye devletlerin egemenlik haklarını hiçbir uluslararası veya üstü bir örgüt ile paylaşmaya yanaşmamasında yatmaktadır (Schmitter, 2005, s. 259). Günümüz[1]de de devletlerin egemenlik ilkelerinin uluslararası sistemi ve uluslararası toplumu domine edecek yapıda olması hem dış hem de iç politika ve karar verme süreçlerinde bireyin ve dolayısıyla sivil toplumun gücünü azaltmakta, devletlerin ise aşkın güç formunu korumalarını sağlamaktadır (Wendt, 2013). Oysa günümüzde hala bir süreç olarak varlığını devam ettiren küreselleşme sonucu bireyin hak, özgürlük ve “gücündeki“ artış, devletlerin aşkın güçlerinin azalması için bir tehdit olmamalıdır. Aksine bazı yazarlar için (Negri ve Hardt, 2004, s. 116) bu sınırların kaldırılarak devletleri de içine alan ama onların egemenlik ilkelerinden taviz vermeden oluşacak bir imparatorluk formunda egemenlik kavramı devam etmelidir. Böylece hem birey hem de aşkın devletin varlığı korunacaktır.
Buna rağmen yeni milenyumda küreselleşme ve liberalizmin gelişmesiyle en önemli güç haline geldiği varsayılan birey, günümüze kadar egemen devletlerin çizdiği sınırlar ve kurallar içerisinde varlığını sürdürebilmiştir.
Dolayısıyla İkinci Dünya Savaşından sonra dünya düzenin şekillenmesinde önemli bir etken olan Birleşmiş Miletler Şartı’ndan çevreye verilen görünüşteki önemin devletlerarası antlaşma ile somutlaşmış hâli olan Kyoto Protokolü ve diğer akdedilen uluslararası antlaşmalar ile devletlerin egemenlik hakları uluslararası hukuk çerçevesinde dahi bireyin önünde ve ötesinde bir kabul olarak varlığını sürdürmüştür (Held, 2009, s. 543). Bazı görüşlere göre ise İkinci Dünya Savaşından sonra kurulan dünya düzeninde devletlere biçilen rol, ulus devlet üzerinden egemenlik ilkesini koruyup kollayan devlet merkezli şekillenmiştir (Fine, 2007, s. 11).
Bu görüşe paralel fikirler ilgili literatürde sıklıkla yer bulmuştur. Zira ilgili teorisyenler için uluslararası arenada her ne kadar bireyin söz hakkı ve öz[1]gürlükleri artmış olsa bile devletlerin egemenlik ilkelerinin daima var olacağı belirtilmiştir. Bu yazarların aynı eserde belirttikleri görüşlerden ilki Halliday’e aittir.2 Halliday (2004, s. 489-499), birey ve devlet ilişkilerinde bireylerin hak ve özgürlüklerinin kısıtlanması noktasında endişelenecek bir durum olmadığını, zira aşkın devletlerin zaten bireylerin hak ve özgürlüklerini uluslararası arenada da koruduğunu ve koruyacağını, böylece uluslararası barış ve refahın artacağını savunmuştur. Bu sonuç ise Dahl için (2004, s. 530-541) bir zorunluluktur. Zira uluslararası örgütlenmelerde demokratik hakların savunulması kadar zor bir durum yoktur; bu zorluğu karşılayacak en sistemli yapı ise egemen devletler olmalıdır. Bu dilek şart kipi bireylerin hak ve özgürlüklerinin nereye gideceği bilinmeyen devletsiz, anarşik/bölgesel/federal bir yapıda tesis edilebilmesi ise küresel çıkarların maksimizasyonuna katkı sağlamayacağı için garantili bir savunu değildir (Habermas, 2004, s. 542-547). Bununla birlikte egemen devlet ile birey arasındaki güç mücadelesi yirmi birinci yüzyılda iyice belirginleşmiş olsa da uluslararası sistem ile uluslararası toplum arasındaki egemenlik kavgasında bireylerin hak ve özgürlüklerinin daima korunacağı ve fakat bu korumanın dahi egemen devletlerin çatısı altında olacağı için devletlerin egemenlik ilkelerinin zayıflamayacağı da savunulmuştur (Rosenau 2004, s. 223-234).
“Devlet Doğasının Değişimi: Güvenliğin Sınırları“ kitabından alınmıştır. Makalenin tamamını okumak için lütfen tıklayınız.
“Devlet Doğasının Değişimi: Güvenliğin Sınırları“ kitabını incelemek için lütfen tıklayınız.