Yrd. Doç. Dr. Nuri DEMİREL
Küreselleşme olgusuna ilişkin yapılan tanım ve açıklamalar, konunun daha çok politik, ekonomik ve askeri boyutunu öne çıkarsa da, küreselleşme en fazla kültürel yaşam üzerinde dönüştürücü bir etki yarattığı, toplumların günlük yaşam pratiklerini biçimlendiren temel değerleri, kolektif imgeleri ve sembolleri hedef almaktadır. Bu açıdan bakıldığında, dünyanın farklı coğrafyalarını, kültürlerini ve değerlerini birbirine bağlayan küreselleşmenin, aslında toplumlar arasında iletişim ve etkileşimi sağladığı, benzerlikleri, farklılıkları, tikellikleri ve yerellikleri görünür hale getirmek suretiyle insanlar arasında kültürel bir zeminde ve ortak bir paylaşım alanı yarattığı düşünülmektedir. Küresel değişimler çerçevesinde klasik devlet değerler dizisi ve eğitim uygulamalarının büyük ölçüde önemini kaybettiği görülmektedir. Kapalı devlet modelinden açık devlet anlayışına yönelindiği günümüzde; insandan insana ilişkilerin, yurttaş-devlet ilişkilerinin, devlet-devlet ilişkilerinin, insan-çevre-doğa ilişkilerinin ve bireylerin eğitimlerinin artık klasik paradigmalar ve dayatılan sorgulanmayan eğitim yaklaşımları ve anlayışlarıyla sürdürülemeyeceği öngörülmektedir. Küreselleşme sürecinde öğretim sistemimiz; okul öncesinden üniversiteye kadar açık uçlu ve hayat boyu öğrenmeyi öğreterek insanımıza birey olarak haklarını, sorumluluklarını, görevlerini bağımsız bir kafayla anlamalarını sağlamalı; küresel gelişmeler için gerekli olacak öz değerleriyle bütünleşmiş bireyler; eğitim yoluyla yetiştirileceğinden, eğitim politikalarımızın ve pratiklerimizin çağın gereksinimlere göre yeniden düzenlenmesi ve düzeltilmesi, ruhsal yönden sağlıklı ve dengeli bireylerin yetiştirilmesi bir zorunluluk haline gelmiştir.
Anahtar kelimeler: Küreselleşme, değer, kişilik, toplum, narsizm, hedonizm.
1. GİRİŞ
21. y.y.’da kitle iletişim araçlarının hızla gelişmesi neticesinde dünyamız küçük bir köy haline dönüşmüştür. Günümüzde meydana gelen hızlı değişimler, bireylerin fiziksel, bilişsel, dil, psikolojik, sosyal, duygusal ve ahlak gelişimlerini değişik şekillerde etkilemektedir. Değişen koşullara göre de bireylerin değer algısı değişmektedir. Değerler, birey ve toplum açısından vazgeçilmez bir süreçtir. Bireylerin öncelikle içinde yaşadığı toplumla bütünleşmesi ve sosyalleşmesi ancak eğitim yoluyla kazandırılan değerlerle mümkün olabilmektedir. Psikolojide değerler, bireyin bilişsel dünyasında merkezi bir role sahip bir unsur olarak bireyin, duyguları, algıları, tutumları, güdüleri, inançları, olaylara bakış açıları, değerlendirme biçimleri, toplumun norm ve beklentileri ile birleşerek bir bütün halinde varlık gösterir. İnsanın mutlu olması, sevgi, sevinç ve umut duyguları ile dolu olmasına bağlıdır. Mutluluk insana haz veren bir duygulanım durumudur. Bu durumun tersi olan kaygı, korku, stres ve korkular ise bireyin önce ruh sağlığını, sonra da beden sağlığını bozmaktadır. Bireyin ruhsal yaşantıları ve davranışları ile ilgilenen araştırmacıların insan gelişiminde değerleri göz ardı etmesi düşünülemez. Birçok ruhsal sorunun kaynağı ahlaki sorunlardır. Modern dönemde bireyler daha çok şeye sahip olup, güç elde etme, haz ve zevk hırsına bürünerek yaşamın gerçek anlam ve amacından sapmışlardır. Bunun için, günümüzün modern eğitim anlayışı öğrencilerin yalnızca zihinsel (cognitive) gelişimine yönelik olmayıp, onların bedensel, duygusal, sosyal ve kişilik gelişimini de hedeflemelidir. Bir insanın toplum yaşamında işlevlerini gereğince yerine getirebilmesi, başarılı ve mutlu bir yaşam sürdürebilmesi ancak sağlıklı bir kişilik gelişimi ile mümkündür. Bu temelin en önemli yapı taşları ise “sevgi, ilgi ve güven“dir.
Türk Milli Eğitim Sisteminin Genel Amaçları incelendiğinde “öğrencilerin ilgi, istidat ve kabibiyetlerini geliştirme, birlikte iş görme alışkanlığı kazandırma, hayata hazırlama, kendilerini mutlu kılacak ve toplumun mutluluğuna katkıda bulunacak, bir meslek sahibi olmalarını sağlama, beden, zihin, ahlak, ruh ve duygu bakımlarından dengeli ve sağlıklı bir kişiliğe sahip, insan haklarına saygılı, kişilik ve teşebbüse değer veren, topluma karşı sorumluluk duyan; yapıcı, yaratıcı ve verimli kişiler olarak yetiştirmek“ amaçlanmıştır (MEB, 2003;2007). Bu çalışmada, küreselleşme sürecinde birey ve toplum ilişkisi değerler bağlamında incelenmiştir.
2. ÇALIŞMANIN AMACI
Küreselleşmenin doğal bir sonucu olarak bireylerin başta değer algısı olmak üzere onların duyuşsal, düşünsel, davranışsal, sosyal, psikolojik ve kişilik olarak gelişimleri etkilenmiş ve değişmiştir. Sağlıklı bir toplumda yetişen bireylerde sağlıklı bir kişiliğe sahip olacaklardır. Kendini tanıyan ve giderek kendine güvenen insan, kendi değerini keşfetmeye başlayacaktır. Bundan dolayıdır ki, topyekun bir kalkınma için, eğitimi tüm tabana yayarak ve yaşam boyu sürdürülebilir eğitimi esas alarak nitelikli insan gücü yetiştirmeye önem vermeliyiz. Öz-değerlerinden gittikçe uzaklaşan bireylerin sayısının günümüzde hızla artması, milli bünyemizi, sosyal dokumuzu ve geleceğimizi tehdit eder bir hale gelmiştir. Bireyde küçük yaştan itibaren oluşan değer algısı onun hayatına yön vermekte ve tüm yaşamı boyunca etkisini göstermektedir. Küreselleşen dünyada yok olmaya yüz tutmuş ahlaki, insani ve vicdani değerlerin ilk çocukluktan itibaren çocuklarımıza kazandırılması geleceğimiz açısından büyük bir önem taşımaktadır.
3. ÇALIŞMANIN KAVRAMSAL ÇERÇEVESİ
3.1. Küreselleşme (Globalization)
20.y.y.’ın en büyük değişikliklerinden biri dünyanın “küreselleşmesidir“. Küreselleşmenin farklı şekillerde tanımı yapılmıştır. Özdemir’e (1998) göre, küreselleşme, genel olarak; "ülkeler arasındaki ilişkilerin yaygınlaşması ve gelişmesi, ideolojik ayrımlara varan kutuplaşmaların çözülmesi, farklı toplumsal kültürlerin, inanç ve beklentilerin daha iyi ancak, birbiriyle bağlantılı olguları içerdiği, bir anlamda maddi ve manevi değerler çerçevesinde oluşmuş birikimlerin milli sınırları aşarak dünya çapında yayılmasıdır“. Diğer bir tanında küreselleşme, “ürünlerin, fikirlerin, kültürlerin ve dünya görüşlerinin değiş-tokuşundan doğan bir uluslararası bütünleşme sürecidir“. Küreselleşme kavramının en çarpıcı özelliklerinden biri, olası etkilerinin çok sayıda ve çeşitli olduğu izlenimini vermesidir. Küreselleşme, yalın toplumsal gerçekleri oldukça aşan spekülasyonlar, varsayımlar, güçlü toplumsal imgeler ve metaforlar üretme kapasitesiyle olağanüstü doğurgan bir kavramdır. Hatta birçok düşünürün de belirttiği gibi bu kavramın çok boyutluluğu onu, sınırlarını çizme uğraşını bile zora sokmaktadır. Bu anlamda küreselleşme, sosyal bilimlerin her dalında yaygın kullanılan bir kavram olmakla beraber, genellikle bir "durum"dan, daha çok bir "akım"ı veya bir zihniyeti ima eder hale getirilmiştir. Küreselleşme, ekonomik olduğu kadar siyasal, teknolojik ve kültürel boyutlu bir süreçtir. Giddens’a göre küreselleşme, tek bir süreç değildir, karmaşık süreçlerin bir araya geldiği bir olgular kümesidir. Üstelik çelişkili ya da birbirine zıt etkenlerin devreye girdiği bir süreçtir. Çoğu insanın gözünde, küreselleşme basitçe gücün ya da etkinin yerel toplulukların elinden alınıp küresel arenaya aktarılmasından ibarettir. Bu sürecin toplumsal yaşama yönelik bir etkisine bakarsak Giddens, modernliğin sonucu olarak değerlendirdiği küreselleşmeyi, uzak yerleşimlerin birbiri ile ilişkilendirildiği yerel oluşumların millerce ötedeki olaylarla biçimlendirildiği dünya çapındaki toplumsal ilişkilerin yoğunlaşması olarak tanımlamaktadır (tr.wikipedia.org).
Küreselleşen günümüz dünyası hızla değişmekte ve değişen koşullar beraberinde birçok yenilikleri getirmektedir. Ulusal ve uluslararası değişme ve gelişmeler, tüm bireyleri ve kurumları derinden etkilemiştir. Dünya küçük bir köy haline gelirken, buna paralel olarak da toplumsal ve psikolojik sorunlarda beraberinde artış göstermiştir. Toplumsal yapı yozlaşırken, bireylerde ise bir kimlik krizi ve kimlik bunalımı, psikolojik hastalıklar, intiharlar, suç oranları, saldırgan davranışlar, boşanmalar, aile içi şiddet ve cinayetler vb. sosyal olaylar hızlı bir şekilde artış göstermiştir. Bilgi ve iletişim çağını yaşadığımız günümüzde, bilimsel ilerleme, teknolojik başarı ve icatlar, bir yandan insanlığı eski çağlara göre daha zengin hâle getirirken, diğer yandan insanların ahlaklarını zayıflatmış, onları daha bireysel, bencil, sorumsuz, kıskanç ve kavgacı hâle getirmiştir. Karşılıklı olarak birbirini besleyen kapitalist ekonomi ve ahlaki değerleri hiçe sayan medya da bu duruma çanak tutarak, insanları olumsuz yönde etkilemekte, aşırı ve dengesiz tüketimi yaşamın amacı haline getirmiştir (Turiel, 2002).
Bugün enformasyon teknolojilerini yoğun bir biçimde kullanan insanlar diğerlerinden daha fazla gözetim altındadırlar; online alışverişler, internet üzerinden gerçekleştirilen ticari işlemler ve ödemeler, ziyaret edilen web siteleri, vb. gibi etkinlikler, kişisel özellik ve alışkanlıkların daha kolay izlenebilmesinin önünü açmıştır. Günümüzün gelişmiş ve gelişmekte olan toplumlarının yapılanma biçimi giderek daha fazla tüketim toplumu olmaya yöneliktir. Bu süreçte insanlar köklerinden kopmakta, kimliksiz bir tüketici olarak pazarda yer alırken kültür parçalanmakta, insanlar birbirlerinden ayrışmakta, yabancılaşmaktadırlar. Aslında insanlar geçmişte hiç olmadığı kadar bugün ne kadar yabancılaşma ve ayrışma yaşasalar da, birbirleri ile iç içe, ötekisi ile her an burun buruna gelme risk ve olasılığı ile bağımlı bir yaşam sürmektedirler (Bozkurt, 2000; Keleş, 2008). Bauman’a göre de günümüz insanı, tüketici piyasasının tüm aktif yurttaşlık biçimlerini gölgede bırakmış olup, “yurttaşlıktan tüketiciliğe geçiş eğilimine“ doğru yönelmiştir (Lyon, 2012) .
Uluslararası kapitalizmin, ülkelerin iç dengeleri üzerinde yarattığı baskıyı, ulus devletlerin kontrol edebilmeleri güçleşmiştir. Çünkü küreselleşme ulus devletlerin altında ve üstünde gerçekleşen şirketlerin birleşmeleriyle ve küresel organizasyonların gelişmeleriyle sürmektedir. Bu nedenle toplumların değişme sürecinde ortaya çıkan bir takım düzensizliklerin ve değerler düzeyinde çelişki ve çatışmaların giderilmesi, kontrol edilmesi güçtür. Dolayısıyla bu değişmeler, küreselleşme sürecinin baskılarıdır. Bu gelişmelerle birlikte, toplumsal değerlerin ve ahlak kurallarının göreceli geçerliliği olduğu, çeşitli kültürlerin bireylerince benimsenmektedir. 1980’li yıllardan itibaren, küresel kapitalizmin mantığını oluşturan, tüketim kültürü, bireyleri üretimden çok tüketime, faydadan çok imaj ve tasarıma, gerçekten çok hiper gerçekliklere vb... yönlendirmektedir (Touraine, 1991; akt: Önür, 2004).
Tam olarak otomatiğe bağlanmış, robotlaşmış bir yaşam içinde görev bilinciyle gündelik yaşamın rutinini yerine getirme yaşamda bir ritüele dönüşmüştür. Anlamanın ve anlamın yerini bilme /nedensellik almış, geçmiş ve geleceği birbirine bağlayacak hikâye ve öyküler yıkılmıştır. Anlamı taşıyan semboller buharlaşmış, onların yerini sadece işaretler ve boş sloganlar almıştır. Şuur kaybı yaşayan insanoğlu ne yazık ki, yaşantıyı ve hayatın ritmini dışa vuracak güçlü şairler çıkarmaktan da mahrum kalmıştır. Hüzün ve hissetme bir zafiyet olarak görülmekte, bu bilgi ve bilgiçlik döneminde kişiler duygulanmaz hale gelmişlerdir. İmaj ve etiket (marka) bu dönemde oldukça önemli olup, bunlar insanları yönetebilmektedir. Akıl denetimi ele geçirince, düşünme duracaktır. Âdete gözleri perdeli, elleri kelepçeli ve kulakları tıkalı birer mahkûmlar haline dönüşmüşlerdir. Sonuçta, insan eşyalarıyla bir başına kalmış ve yapayalnızdır. Kişinin basireti ve feraseti de kalmamış, tefekkür ise haneyi terk etmiştir (Çınar, 2013).
3.2. Küreselleşen Dünya ve Değerler Sorunu
Toplumda temel ahlaki değerlerde hızlı bir çöküş, yozlaşma ve değerlerden uzaklaşma yaşanmaktadır. Neticede, Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un (1985) “Gün Uzar Yüzyıl Olur“ adlı eserinde değindiği gibi, “mankurtlaştırılmış bireylerin“ (belleği temizlenmiş, boşaltılmış, amaçsız, hedefsiz) sayısında artışa neden olmuştur. Bunun sonucunda da kendisine ve içinde yaşadığı topluma saygısı olmayan, öz değerlerine yabancılaşmış, psikolojik sorunlu, bunalımlı, şiddete meyilli, tahammülsüz, gelecekten ümidini kesmiş bireyler yetişmiştir. Yaşadığımız dünyada, sadece çok bilen bireylere değil, daha ahlaki ve insani değerlere sahip yüksek karakterli bireylere ihtiyaç vardır. Bireyin hayatında başarılı olabilmesi için, mesleki ve teknik bilginin yanında, toplum hayatına uyum sağlayabilme ve katkıda bulunmak için gerekli sorumluluk, başkalarına saygı ve yardımlaşma gibi değerlere de ihtiyacı vardır (Şişman, 2010; Erkan, 2003). Değerlere uygun bir hayat için çaba göstermeyen bir toplum ve eğitim düzeni insanlığın ahlaki çürüme ve yozlaşmasını hiçbir şekilde engelleyemez (Hökelekli, 2013).
Dünyada yaşanan bu tür toplumsal ve ahlaki sorunların farkına varan Alman sosyal bilimci Hans Freyer, toplumların, modern dönemlerini yaratan kömür, petrol, uranyum gibi enerji birikimlerine ihtiyaçları olduğu kadar, ruhsal, manevi ve ahlaki enerji birikimlerine de ihtiyaçları olduğunu belirtmektedir. Bir diğer sosyal bilimci Francis Fukuyama da benzer ifadelerle; teknoloji ve ahlak alanlarındaki gelişmelerin birbirine paralel olarak yürümesi gerektiğine; aksi halde, ahlaki ilerleme olmadan tekniğin kazanımlarının kötü amaçlar için kullanılabileceğine ve insanlığın durumunun eskisinden daha kötüye gidebileceğine dikkat çekmektedir (Freyer, 1954; Fukuyama, 1992; akt: Özen, 2011).
Ahlaki değerlerin kazılmasında ve kazandırılmasında en önemli fonksiyonu sosyal çevre oynamaktadır. “Kendisini bilmek“ ve “kendini tanımak“ değerlerin başı ve sonudur. Bir toplumda, değerler sarsılır ve önemini yitirirse, çocuk ve gençlerden sağlam bir kişilik geliştirmeleri beklenemez. Bireyin ve toplumun ruh sağlığı ciddi anlamda tehlikeye düşer. Kendini tanıma ve tanımlama, toplumdaki rolünü ve hayattaki amacını belirleme konusunda gençlerin ciddi sıkıntıları ve arayışları gözlenmektedir. İlk olarak Erikson tarafından dile getirilen, günümüz gençleri, bir “kimlik bocalaması“ ya da “kimlik bunalımı“ sürecini yaşamaktadırlar (Hökelekli, 2006; Güngör, 2010). Ünlü Fransız Sosyolog Durkheim (1897) “İntihar“ adlı eserinde, bu durumu “anomi“ (yozlaşma/değerlerden sapma) olarak ifade etmektedir. Böyle bir toplum yapısında da intiharlar artmaktadır.
Günümüzde küreselleşme, bireyleri, kültürleri ve toplumları derinden etkileyerek, “Tüketim kültürünü“ ve “Hedonizmi“ (hazcılığı) ön planda tutan yeni bir Narsist (özsever/kendine hayran) insan modeli ortaya çıkarmıştır. Günümüz Narsist insanın bazı özellikleri ise şunlardır:
• Bireycidir (egoisttir).
• Kendini beğenir.
• Günlük mutluluk ve çıkarları peşinde koşar.
• Vaktinin büyük bir kısmını sanal âlemde geçirir.
• Gerçek sevgiden mahrumdur.
• Bağlılık duyguları zayıftır.
• Geçmişe ve geleceğe ilgi duymaz
• Her yolu mubah görür.
• İsteklerinde sınır tanımaz.
• Suçluluk duygusu duymaz.
• Cinselliği ve cinsel yönünü ön planda tutar.
• İçerisinde sürekli bir boşluk yaşar.
• Kendi değerlerini sahip oldukları ile bir tutar.
• Tüketim çılgınlığına kendini kaptırmış bireylerdir (Hökelekli, 2011).
KİTABIN KÜNYESİ
Kitap Adı | : Değerler İnşası Referans Değerler, Kurumlar, Kişiler |
Editör | : İhsan TOY |
Sayfa Sayısı | : 240 s. |
Yayınevi | : TASAM Yayınları |
Format | : E-Kitap, PDF Merchant© |
ISBN | : 978-605-4881-40-6 |
Yayın Tarihi | : 2020 |
Fiyatı | : 29,00 TL (KDV Dâhil) |
E-kitap için tıklayınız