1990’ların başında, iki Almanya’nın birleşmesi ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılması, dünya hâkimiyetinde tek kutuplu bir sürecin başladığı algısını yaymıştır. Bu dönemde ideolojinin sonunu ilan etmek yetmemiş, tarihin sonunun geldiği de ileri sürülmüştür. Yeni bir hâkimiyet modeli olarak aktör rol üstlenen Amerika Birleşik Devletleri’nin neo-liberal hâkimiyeti, yenidünya düzeninin küresel hâkimiyet inşası olarak sunulmuştur. Bir başka ifade ile ABD neo-liberal hâkimiyetinin, dünyanın son hâkimiyet modeli olduğunu, başta medya olmak üzere çeşitli araçları kullanarak iddia etmiştir. Modern dönemde on beşten fazla hâkimiyet teorisi inşa edilmiş olup neo-liberal hâkimiyetin, son ve öncekilerin hepsini yok edecek kalıcı bir model olduğu savı öne çıkarılmıştır. Bu iddiayı besleyen başlıca yaklaşım, ulusçulukla birlikte bölgeselciliğin de sonunun geldiği, ulusal ve bölgesel olanın, artık küreselliğe teslim olduğu düşüncesine dayanmaktadır. Tek kutuplu yaklaşıma göre, küresel güce hâkim olan, dünya hâkimiyetine de hâkim olacaktı. Bu yaklaşımdan hareketle dünya ülkelerinin hızla küreselleştirilmesi projesi doğmuştur. Küreselleşme, kısa bir zamanda yeni model dünya hâkimiyetinin başlıca dinamiği halini almıştır.
Küresel Anadolu Hegemonyası, son dönemde söz konusu teori seti içinde dikkat çekici argümanlar ile sağlam bir zemin üzerinde yükselmektedir. Küresel Anadolu Hegemonyası yaklaşımını, teorik bir yapıda olgunlaştıran üç olgu bulunmaktadır. Bu olgular “soy-kimlik“, “kültür-kimlik“ ve “güvenlik-kimlik“ üzerinden kavramdan olguya geçme imkânı bulmuştur. Soy-kimlik, küresel Anadolu-Altay dünyasını; kültür-kimlik, küresel İslam dünyasını ve güvenlik - kimlik de, küresel şiddet karşıtlığı aracılığıyla barış dünyasını temsil etmektedir. Tarihin her devrinde, her toplumda birbirinden farklı uğraklardaki kimlik-olgular ve birbirinden farklı düzeylerdeki iktisadi koşullar arasındaki organik bütünleşme, yeni bir Tarihsel Blok’un doğmasına ve alt-yapı ile üst-yapının organik bileşiminin kaçınılmaz olarak gerçekleşmesine neden olmaktadır. Bir başka ifade ile açıklarsak; bir toplumda değerler sistemini oluşturan kimlik-olgular ile üretim-tüketim sistemini oluşturan iktisadi koşullar, birbirini koşulladıkları gibi, toplumsal-siyasal sistemlerin de koşullanmasına yol açmaktadır.
Bir toplumda yaşanan yapay olmayan, organik ve karşılıklı koşullanma durumu, hegemonik sistemin zorunlu olarak doğuşunu sağlamaktadır. Hegemonik sistemin kurulması ise, yeni bir düzenin başlaması anlamına gelmektedir ki; bu da, o toplumda yeni bir Tarihsel Blok inşa etme iradesinin ve gücünün doğuşuna denk gelmektedir. Türkiye’de son yıllarda hegemonik bir varlık ortaya koyma ve yeni bir Tarihsel Blok üretme koşulları olgunlaşmış, bu doğrultuda yeni bir süreç doğmuştur. Ülkede her geçen gün artan “bilinçli çoğunluk“ tarafından kabul edilerek itibar görüp kurumsal-değer haline dönüşmekte olan “Anadolu Merkezli Bölgesel Hegemonyalar“ ve “Küresel Anadolu - Altay Hegemonyası“ berraklaşmaktadır. Bu doğrultuda yaşanan tarihi koşulları anlama ve toplumsal-siyasal uyum sağlama iradesi de yoğunlaşmaktadır. Henüz bir Tarihsel Blok inşasından söz edilemez olsa da, bu inşanın şafağının gelip çattığı ve önümüzdeki ilk on yıllar içinde, böyle bir büyük inşanın gerçekleşebileceğine dair bulguların arttığı anlaşılmaktadır. En büyük Jeopolitik hedef olan “Küresel Anadolu-Altay Hegemonyası“nı gerçekleştirecek tarihi koşullanmaya geçmeden önce, geçmişten günümüze Dünya Hâkimiyeti ideali ve aynı zamanda güç olgusunun dönüşümü üzerinde durmak yararlı olacaktır. Bir başka ifade ile önce kavramsal genişlik ve kuramsal derinlik incelemesi yapılması, bir arka plan değerlendirmesi olarak gerekmektedir.
2. Dünya Hâkimiyeti İdeali
“Dünya Hâkimiyeti“ kavramı, Küreselleşme ile fazlaca öne çıkmış olmakla birlikte, aslında tarihi bakımdan oldukça geçmişe dayanmaktadır. Devletler tarihine mercek tuttuğumuzda, eski çağlardan beri birçok devletin, ken disini “dünyaya hâkim olması gereken devlet“ olarak gördüğünü anlıyoruz. Eski çağların haşmetli krallarında, bir dünya hâkimiyeti idealinin var olduğu bilinmektedir. Akad Kralı Sargon daha milattan önce beş yüzlü yıllarda bile, kurduğu imparatorluğu bir dünya imparatorluğu olarak tahayyül etmiş, bunu gerçekleştirmek için yayılma politikası izlemiş, ülkeyi coğrafi olarak genişletmiş ve çok geniş toprakları kendi merkezi otoritesinin hükmü altına almıştır. Aynı şekilde Asurlular da, tıpkı Akadlar gibi, bir dünya hâkimiyeti kurmak amacıyla yayılmacı siyaset gütmüşlerdir. Asurlardan başka Persler, özellikle Kral Kiros aynı şekilde bir dünya hâkimiyeti kurma hayaline kapılmıştır, bu uğurda ağır bir yayılmacı siyaset gütmüş ve çok kan dökmüştür. Sonunda Saka Hakanı Tomris Hatun tarafından canı alınarak durdurulabilmiştir. Cengiz Han’ın da, böyle bir tahayyül peşinden gittiği bilinmektedir. Kısmen bir dünya hâkimiyeti sağladıkları kabul edilen Büyük İskender, Roma İmparatorları ve Osmanlı Padişahları aynı düşünce ile dünya hâkimiyeti kurmak istemişler ve fetih siyaseti yürütmüşlerdir. İmparatorlukların genel özelliklerinden birinin fetih siyaseti yürütmek ve olabildiğince geniş bir coğrafyaya hâkim olmak olduğunu ifade etmek gerekir.
etkili olmuşsa bile, bu yayılmacı isteği hiçbir şekilde azaltmamıştır. Modern dönemde, eski çağlara benzer biçimde yine dünya hâkimiyeti peşine takılan siyasi figürler ve görüşler öne çıkmıştır. Özellikle sanayi devrimi ile birlikte Dünya Hâkimiyeti kavramı, teorik olarak da ifade edilmeye başlamıştır. Jeopolitik ve jeostratejik derinliğin temsili biçiminde anlam kazanan, ama aynı zamanda jeoekonomik ve jeokültürel hükmediciliği içinde barındıran Dünya Hâkimiyet teorileri, zaman geçtikçe devletlerin dış politikalarını belirleyen unsurlar olarak gelişip siyasileşmiştir. Yirminci yüzyıldan itibarense, bir bilim olarak itibar ve süreklilik kazanmış olan jeopolitik içinde yer almıştır. “Jeopolitik; dünya coğrafyasını, coğrafi yapı ve evrensel değerleri inceleyerek dünya, bölge ve ülke çapında güç ve politik düzeyde hareket tarzı araştırması yapan“ bir bilimdir.1 Ancak burada şu gerçeğe vurgu yapmak gerekir; jeopolitiğin her ne kadar yüzyılı geçen bir süreden beri bilimsel varlığından söz edilse de, daha henüz tam olarak olgunlaşıp kurumsallaşmış bir bilim olduğunda ısrarcı olmak mümkün değildir. Öte yandan, hem jeopolitik görüşlerin hem de buna bağlı gelişen Hâkimiyet teorilerinin, “bütün dünya için geçerli olduğunu savunma da, en azından bütün dünya için geçerli bir tanımını ortaya koymada“ yaşanan güçlüğü görmezden gelemeyiz.2
Jeopolitik kavramını ilk defa Rudolf Kjellen (1864-1922) kullanmış olmakla birlikte, ilk defa Friedrich Ratzel (1844-1904) tarafından bilimsel niteliğe kavuşturulmuştur. Bundan günümüze kadar, jeopolitiğin özellikle “milli strateji“ biçiminde algılanması ve buradan hareketle ulusal-bölgesel-küresel hâkimiyetin sağlanmasının bir yöntemi olarak yararlanılarak geliştirilmesi söz konusudur. Atilla Sandıklı da, jeopolitiğin bu “millilik“ niteliğinden yola çıkarak jeopolitiğe ilişkin şu tanımı getirmiştir. “Bir milletin, milletler topluluğunun veya bir bölgenin, mevcut coğrafi platform üzerinde, değişen ve değişmeyen unsurlarını dikkate alarak güç değerlendirmesi yapan, etkisi altında kaldığı o günkü dünya güç merkezlerini, bölgedeki güçleri inceleyen, değerlendiren, hedefleri, hedeflere ulaşma şart ve aşamalarını araştırıp belirleyen bir bilimdir.“3 Bu tanımın açıkça ifade ettiği gibi, dünya güç merkezleri koşuldan koşula değişmekte ve değişime uğramaktadır. Bununla birlikte her çağda coğrafyanın imkânlarının en verimli biçimde kullanılarak büyük stratejik belirlenim oluşması, bu öncüllerden hareketle gücün arttırılması ve nihayetinde hâkimiyetin sağlanması, sağlanan hâkimiyetin sürdürülmesi jeopolitik derinliğin çeşidini ve boyutunu göstermektedir. Jeopolitik derinliğe bağlı olarak öne çıkan Dünya Hâkimiyet teorilerinin, Klasik Jeopolitik Teoriler olarak bilinen ilk aşaması, birbirini tetikleyen bir dizi aynı amaçlı teorinin doğmasına yol açmıştır.