En temel anlamıyla tehdit ve tehlikelerin bertaraf edilmesini ifade eden güvenlik nosyonu öteden beri insanoğlunun ihtiyaçlar hiyerarşisinin en tepesinde yer almıştır. Bir diğer ifadeyle, güvenlik konusunda meydana gelebilecek zafiyetler insanoğlunun diğer yaşamsal ihtiyaçlarını anlamsız kılacaktır. Bu bağlamda güvenlik olgusunu modern devletin ortaya çıkışından çok daha öncelere; hatta insanlık tarihinin başlangıcıyla eş döneme kadar indirgeyebiliriz. Öte yandan, tarihsel sürecin mütemadi ilerleyişine bağlı olarak meydana gelen gelişmeler güvenlik nosyonunda da köklü değişimleri ve dönüşümleri zorunlu kılmıştır.
Şüphesiz ki bu değişim ve dönüşümün en çarpıcı örneklerinden birisi de insanoğlunun basit kabile yaşamından düzenli bir siyasal birim olarak adlandırılan devlet yaşamına geçişidir. Bu durumun gerçekleşmesiyle beraber güvenlik olgusu da daha komplike bir hal almış olup; mikro ölçeği ifade eden kişisel güvenlik ve makro ölçeği ifade eden devlet güvenliği olarak iki alt başlığa ayrılmıştır. Bir başka ifadeyle, vatandaşlarının güvenliğini sağlamaktan mesul olan devlet aynı zamanda kendi güvenliğini de kendisi sağlamak durumunda kalmıştır. Öte yandan, küreselleşme süreci öncesi dönemlere ait olan güvenlik paradigmaları klasik güvenlik anlayışı da olarak adlandırılan askeri güvenlik veya sınır güvenliği hususlarından ibaret olmuştur. Bir başka ifadeyle, küreselleşme sürecinin kendini daha güçlü hissettirmesiyle beraber artan devletler arası etkileşim, devletlerin sahip olmuş oldukları güvenlik paradigmalarını da değiştirmiş veya dönüştürmüştür. Bunun sonucunda ise, artan ve değişen teh ditlere karşı devletler klasik güvenlik anlayışını dönüştürerek kapsamlı güvenlik anlayışına adapte olmuşlardır. Her ne kadar günümüzde kapsamlı güvenlik anlayışı daha çok siber güvenliğe bağlı olarak oluşan yeni savunma doktrinlerini açıklamak için kullanılsa da bu çalışmada kapsamlı güvenlik anlayışı klasik güvenlik paradigmalarının ilk dönüşümü olarak adlandırdığım iktisadi
güvenlik anlayışını da açıklamak için kullanılacaktır.
Devletlerin iktisadi rekabetine bağlı olarak oluşan güvenlik paradigmaları denilince ilk akla gelen süreç şüphesiz ki Sanayi Devrimi’dir. Daha önceki dönemlerle mukayese dahi edilemeyecek oranda artan küresel üretim beraberinde küresel sermayenin paylaşımı sorunsalını da getirmiş olup; kıt kaynakların egemenliği adına tarihte daha önce görülmemiş bir devletler arası mücadele başlamıştır. Ekonomik güç ve siyasal güç arasındaki ayrımın gittikçe ortadan kaybolduğu bu sürecin sınır aşan bir rekabete dönüşmesiyle beraber emperyalizm olarak da adlandırılan sömürgecilik yarışı başlamıştır. Bu deniz aşırı yarış ise bilindiği üzere 1914’e gelindiğinde 1.Dünya Savaşı’nın en önemli nedenini teşkil etmiştir. Öte yandan devletlerin güvenliği ve emperyalizm arasındaki ilişkinin ortaya konması açısından Oral Sander’in aşağıdaki tespiti son derece önemlidir.
“1.Dünya Savaşı’ndan sonra sık sık duyulacak olan emperyalizmin giderek savaşa vardığı varsayımı öykünün ancak yarısını anlatır. Savaş tehlikesinin ve bunun doğurduğu güvenlik endişesinin giderek emperyalizme yol açtığı da aynı derecede geçerli bir varsayımdır. Bir devleti emperyalizme iten, ekonomik çıkarlarla, siyasal ve askeri amaçların bileşimidir.“1
Son tahlilde, güvenlik endişesi ve emperyalist eğilimler arasında doğru orantı vardır. Bu çalışmada devletlerin güvenlik endişeleri ve emperyalist eğilimleri arasındaki ilişki güvenlik ikilemine adapte edilmiştir. Güvenlik ikilemi kavramı uluslararası ilişkiler literatürüne 1950’lerin başında Butterfieldve Herztarafından hediye edilmiştir. Butterfield’e göre bireyler/devletler mütemadiyen başkalarının kendilerine zarar verebileceği korkusuyla yaşarlar ve kendilerini korumaya yönelik önlemler alırlar. Öte yandan, diğer aktörler de aynı korkuyu yaşadığından bir bireyin/devletin almış olduğu önlem diğer aktör için tehdit niteliğinde olur. Bu durum ise sürekli bir silahlanma yarışına sebep olacağı için aktörleri savaşa sürükler.2 Bu çalışmada, Güvenlik İkilemi Teorisi emperyalizm olgusuna adapte edilmiştir. Çalışmadan elde edilen sonuçlara göre, tıpkı silahlanma yarışında olduğu gibi emperyal eğilimler de devletlerin kendilerini güvensiz hissetmelerine neden olmaktadır ve bu durumun netice sinde devletler kendilerini daha güvende hissetmek için yine emperyalist politikalara başvurmaktadırlar. Bu bağlamda 18. ve 19. Yüzyıl Avrupa tarihinin karakteristik eğilimleri, emperyalizm ve güvenlik ikilemi arasındaki ilişkinin doğal bir yansıması şeklinde olmuştur.
Çalışmadan elde edilen ikinci sonuca göre ise, emperyalist geçmişe sahip devletler için emperyalizm olgusu bugün dahi devam eden bir süreci temsil etmektedir. Bu süreç sadece emperyalizmin modern ekonomik araçlara dönüştürülmesini ifade etmemektedir. Günümüzde özellikle Avrupa’da yaşanan terör faaliyetlerinin temelinde sömürülen devletlerin bilinçaltındaki tarihsel hesaplaşma duygusu yatmaktadır. İki bölümden oluşan çalışmanın ilk bölümünde Sanayi Devrimi ve buna bağlı olarak gelişen emperyalizm olgusu Güvenlik İkilemi Teoremi çerçevesinde analiz edilmiş olup bu tezin geçerliliği 1.Dünya Savaşı’nın ortaya çıkışıyla ispatlanmaya çalışılmıştır. Çalışmanın ikinci bölümünde ise Avrupa’da yaşanan güncel terör olayları ve emperyalizm arasındaki ilişki sorgulanmıştır. Son tahlilde emperyalizm olgusu, ortaya çıkışından günümüze kadar çeşitli politik, sosyolojik ve hukuki evrelerden geçmiştir. Bu duruma bağlı olarak, emperyalizmin yapısı tarihsel süreç içerisinde önemli değişiklikler geçirmiş olsa da halen emperyalizm devletlerin güvenlik paradigmalarını etkileyen canlı bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Sanayi Devrimi’nden Emperyalizme: Değişen Güvenlik Paradigmaları
Siyasi tarihte gerçekleşen pek az olay küresel dengeleri Sanayi Devrimi kadar büyük çapta etkilemeyi başarmıştır. En basit tanımıyla ekonominin insan ve hayvan gücüne dayalı yapıdan fabrika ve makine gücüne bir düzene dönüşmesini ifade eden Sanayi Devrimi şüphesiz ki etkilerini başta ekonomi olmak üzere çok çeşitli alanlarda göstermiştir. Sanayi Devrimi ile birlikte dünya ölçeğinde kayda değer bir nüfus artışı yaşanmış olmasına rağmen tarihte ilk kez nüfus artışı ekonomik büyümeyi sınırlayamamıştır.3 Öte yandan, ilerleyen dönemlerde önüne geçilemeyen ekonomik büyüme, devletler arasında sonu dünya savaşına varacak olan acımasız bir rekabeti de beraberinde getirmiştir.
Avrupa’da emperyalizmin ilk uygulamaları deniz ulaşımının gelişimine bağlı olarak 15.Yüzyıl’da görülmeye başlansa da, emperyalizmin yıkıcı sonuçlar doğurmaya başladığı süreç 19.Yüzyıl’ın sonlarına tekabül etmektedir. 1890’larda Afrika’nın neredeyse tamamının emperyalist güçlerce paylaşılmasının ardından Hindistan 19.Yüzyıl’ın sonlarında İngiltere’nin en büyük ve stratejik öneme haiz sömürgesi haline gelmiştir ve emperyalizm yarışına son radan katılan Almanya ve İtalya denizaşırı imparatorluklar inşa etmeye kalktıklarında bilinen coğrafyaların pek azının paylaşılmamış olduğunu fark etmişlerdir.4 Aşağıdaki şekil 1800’den 1914’e kadar dünya kaynaklarının kimler tarafından paylaşıldığını haritalandırmaktadır. Görüldüğü üzere 19.Yüzyıl’ın başından 1.Dünya Savaşı’na kadarki süre zarfında dünyanın neredeyse tamamına yakını 12 devlet tarafından paylaşılmıştır. Sürecin en tehlikeli yanı ise, özellikle Afrika üzerinde çok sayıda emperyalist devlet arasında sömürgecilik yarışının yaşanmasıdır.Zira Kasım 1884- Şubat 1885 tarihleri arasında düzenlenen Berlin Konferansı’nda emperyalist politikalarının işletilmesi “hukuki“ bazı şartlara bağlanmış ve fiili işgal ilkesi katılımcı devletler tarafından kabul edilmiştir. Bunun yanında, konferansta hinterland görüşü de benimsenmiş olup; sömürgeci devletlerin yerleşmiş oldukları yerlerin hinterlandı üzerinde de hak iddia edebileceği ilkesi kabul edilmiştir.5
“Devlet Doğasının Değişimi: Güvenliğin Sınırları“ e-kitabı için Tıklayınız