1974’deki Kıbrıs Barış Harekâtı başladığında Türk donanması, birinde benim de baş çarkçı vekili olduğum sadece 4 adet güdümlü mermi atan gemiye sahipti. 1974 sonrası ABD silah ambargosuna maruz kaldık. Ancak bu ambargo, Türkiye’yi kimseye güvenmemesi ve kendi ayakları üstünde durması yönünde önemli ölçüde cesaretlendirdi. Milli savunma sanayimizi geliştirme kararı bu dönemde alındı ve hala başarı ile devam ediyor. Artık kendi komuta kontrol sistemlerinin yazılımını yapan, denizaltı, firkateyn, korvet ve hücumbot yapabilen bir donanmaya sahibiz.[1] Türk donanmasının tarihinde ilk kez oluşturduğu açık deniz görev filosu iki ay (Mayıs- Haziran 2010) boyunca Akdeniz ve Adriyatik’te görev yaptı. Doğal olarak güçlü Türk donanması, ABD, Avrupa, Rusya ve Yunanistan’ı büyük ölçüde rahatsız etti. Dost ve müttefiklerinin bile hedefi haline geldi. ABD dış siyasetinde oldukça etkili olan Stratfor adlı düşünce kuruluşunun başkanı George Friedman şöyle yazıyor: Global güç dengesi için deniz gücü dengesi şarttır. Çünkü deniz gücü her yere limitsizce ulaşabiliyor, güç nakledebiliyor. ABD’nin dünya askeri güç liderliği rakipsiz deniz gücünden kaynaklanıyor. Bu nedenle, dünyanın herhangi bir yerinde bölgesel bir deniz gücünün gelişme ve güçlenmesi ABD için tehdittir. [2] ABD, ülke içindeki askeri endüstri ve finans kapital sistemin dayatması ile Avrupa’yı da suiistimal ederek, Ukrayna’da kriz yarattı. Böylece yeni bir Soğuk Savaş dönemini başlattı. Artık Rusya da dâhil bölgedeki herkesin silahlanması gerekiyor. ABD’nin silah satışları arttı. ABD’nin amacı, Çin -Rusya-Hindistan stratejik ittifakını zayıflatmak. Fransa Rusya’ya satmayı önceden kabul ettiği Mistral tipi çıkarma gemilerini ABD baskısı ile satmaktan vazgeçti. ABD çok uluslu petrol şirketleri ile petrol fiyatlarını bilinçli olarak düşürdü. Amacı, Rusya’yı ekonomik krize sokarak iç istikrarını bozmak. Pasifik bölgesindeki Çin donanmasının güçlenmesi de, ABD’yi ciddi anlamda endişelendiren bir başka faktör. Ancak Rusya’nın Karadeniz ve Akdeniz’den izole edilmesi ABD için öncelik kazanmış durumda. ABD’nin yeni stratejisi Karadeniz, Kafkaslar, İran, Basra Körfezi, Arap Yarımadası ve Doğu Akdeniz’i bir bütün olarak ele almaktadır. Bu bağlamda Doğu Akdeniz, Avrupa’yı Rusya’nın enerji bağımlılığından kurtaracak enerji kaynakları nedeniyle, bu bölgenin kalpgahı durumundadır. Bu büyük coğrafyadaki mücadelenin kesin sonucunu deniz gücü tayin edecektir. Bu nedenle İngiltere donanması 1971’de çekildiği Basra Körfezine 43 yıl sonra geri dönmüştür. Türkiye’nin stratejik önemi de, ulusal çıkarlarının korunması da Türk donanmasının ne kadar güçlü olacağına bağlıdır. Türk donanması Karadeniz, Ege ve Doğu Akdeniz’de aynı anda savaşmaya mecbur kalabilir. Bu nedenle Türk donanmasının, tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar güçlü olması gerekmektedir.
Bugünlere Nasıl Geldik?
Deniz gücü, uzun soluklu bir eğitim ve alt yapı gerektiren değerli bir kuvvettir. Bu nedenle donanmasızlılığın, kayıpları da kazanımları da bir ülke için çok büyük olur. Bu noktada bugünkü donanmamızın nereden nereye geldiğini de hatırlamamız gerekiyor. Sizleri yine Emekli Albay Şerafettin Erdem’in sıcak ve samimi anlatımlı anıları ile baş başa bırakıyorum;
I. Cihan Harbi sonunda İstanbul işgali edilmişti. Bu dönemde Haliç’e hapsedilmiş 70-80 parça Osmanlı harp gemisi ve yardımcı gemisi vardı. İstiklal Savaşı kazanıldıktan sonra yeni Türkiye Cumhuriyeti, bu gemileri onarmaya ve hizmete sokmaya çalıştı. İlk tamir edilen gemiler, Taşoz sınıfı üç torpido bot ile Berk, Peyk ve Hamidiye muhripleri oldu. Daha sonra İtalya’dan satın alınan gemiler donanmaya katıldı. Bunlar Kocatepe sınıfı dört muhrip, Denizkuşu sınıfı dört avcı botu, İnönü sınıfı iki ve Sakarya sınıfı bir denizaltı idi. Yavuz-Havuz başlığı ile gazetelere konu olan Yavuz'un uzun süren onarımı bitebilmiş[3], donanma dışında kendi kumandanı emrinde müstakil bir eğitim ile aramızda bulunuyordu. Gölcük'te kuruluşuna başlanan tersane, son hadde idi amma filonun yatak limanı olacak evsafta değildi. Bu bakımdan olacak ki, Ana Üs Kumandanlığı da İzmit'te kurulmuştu. Demirleme ve ikmal bakımından İzmit limanı donanmanın yatak limanı idi. Bugünkü donanmamızın çekirdeğini teşkil eden gemilerden Fransız yapısı 290, evet 290 tonluk Taşoz torpidosunda ben de üsteğmen rütbesi ile seyir subayı görevinde bulunuyordum. Gemi Kumandanlarına o tarihte Süvari, II. Kumandanlara Efendi Kaptan denirdi. Süvari salonu dört metre kare idi. Onun bulunduğu boşluğa 3 kapı açılmış. Biri Süvari Kamarası, biri Baş Çarkçı, üçüncüsü de Efendi Kaptan kamarası. Ortaya da bir masa konmuştu. Taşoz torpidosu hakkında kısaca bilgi vermek isterim aziz denizci kardeşlerime. Söylemiştim 290 ton olan Taşoz torpidosunun boyu 56,5, eni 6,3, güverteden omurgaya derinlik 6,9 metre idi. Silahlarına gelince; En ağır topu 5,6 santimetre çapında idi. 6 adet de 2.54 santimetre çapında küçük toplar vardı. Asıl silahı torpido olan bu gemide, biri geminin ortasında iki baca arasında, biri de arka güvertede olmak üzere iki torpido kovanı vardı. Arka taraftaki kovanın hemen yanında güvertede, etrafı branda ile çevrili, çadır görünümünde bir adet subay tuvaleti vardı. Evet, dikkati çekecektir bu tarif amma, geminin kıç tarafında su kesiminden güverteye olan yükseklik diğer kısımlara göre daha (110 cm) azdı. Bu nedenle yüznumara akıntıları bu şekilde kolayca denize verilmiş oluyordu. Bugünün en küçük yatlarında bile pompa kullanıldığını biliyoruz. Pompa kullanmak zarureti de yoktu bizim için, hayat şartlarımızı canlandırmak için, bu konuda fazla söz ettim özür dilerim. Kıç güverte altında 12 ranza ile uzunca bir masa ve bir de lavabo sıkıştırılmış bölme aynı zamanda Subay Salonu idi. Sabahları yüz yıkamak için yaşlılar önde kuyruk şart olduğundan tıraş olmak için çok erken kalmak şarttı. Gedikli subayları hariç, kumandan Binbaşı Avni Taşoz, Baş çarkçı rahmetli Hüseyin Bey dâhil 18 subay vardı bu küçücük botta. Bizlerin nerede ise babası sayılabilecek yaşlarda pala bıyıklı makina kıdemli yüzbaşı rütbesinde yüzbaşılar vardı ki, tabldota girmezler, kendi gaz ocaklarında kendi pişirdiklerini yerler içerlerdi. Her gün her gece burun buruna bu ufacık gemide nasıl barınabildiğimiz hikâyeye değer bir konudur. Burada münasip olmaz. O zaman gemideki bu personel bolluğu sebebinin de ulu orta bir geliş olduğunu düşünmek yanlış olur. Yeni teşekkül etmiş Cumhuriyet Hükümetinin bir deniz kuvvetine de ihtiyacı vardır. Elde mevcut ne varsa en kısa sürede faal hale geçirmek ve eklenecek yeni gemilerle daha güçlü hale getirmeye devlet kararlı idi. Eldeki mevcudu işler hale getirmek bir zaman meselesi, yeni gemi ise bütçe meselesi idi. Ancak işler hale gelecek gemilerin personeli bir mesele olacaktı. Donanmamızın Haliç’e hapsinden sonra, harp görmüş gemi kullanmış tecrübeli personel dağılmış, her kişi kendi hayatını sürdürebilme yollarını aramaya koyulmuştu. Mesela, Cumhuriyet Donanmamızın uzun süre Donanma Kumandanlığı görevini şerefle idare etmiş olan rahmetli Şükrü Okan’ın İstanbul, Çanakkale arası sefer yapan bir ticaret gemisinde kaptanlık yaparak hayatını idame etmek için çalışmak mecburiyetinde kaldığını söylemek isterim. İşte bu bakımdandır ki, ilk faaliyete geçirilebilmiş gemilerde elde ve kolayda kim varsa görevlendirilmiş, bu suretle de faaliyete geçen diğer gemilere personel bulunmakta güçlük çekilmemiştir. Yukarıda sözü geçen gedikli subaylar üzerinde de durmak isterim. Donanmada gedikli subay ismi verilen bir sınıf vardı ki, top, torpido, telsiz, makine, kazan elektrik velhasıl her çeşit silah ve teçhizatı çok iyi, amma çok iyi bilirlerdi. Gedikli subaylar aynı zamanda öğretme yetenekleri olan bir sınıftı. Gedikli mektebinden sonra mektep gemisinde yetiştirilmiş ve gemilerde uzman hale gelmiş bulunan bu sınıf, Birinci Cihan Harbi öncesi İngiliz donanmasından örnek alınarak yetiştirilmişti. Üsteğmen rütbesinde geçirdiğimiz kurslar arasında lambalı telsiz cihazları ihtisas kursunu da geçirmiş olmam sebep olacak ki, daha İtalyanlar getirdikleri gemilerden ayrılmadan Kocatepe muhribine telsiz subayı atanmıştım. Bu ne teveccüh bu ne lütuftu bana. Bu gemi Türkiye'de devir teslimi sırasında sürat denemelerinde 42,5 mil sürat yaparak o zaman harp gemileri sürat rekorunu kıran yepyeni gıcır gıcır bir muhripti. Mıknatıslı pusula yerine cayro, şerareli ve 600 metre dalga uzunluğundan başka neşriyatı olmayan telsiz telgraf yerine uzun dalga ayrı, kısa dalga ayrı lambalı telsiz cihazları vardı. Bu gemide ne olduğu neye yaradığını derslerde öğrendiğimiz aslını hiç görmediğimiz telsiz kerteriz cihazı, denizaltı dinleme cihazı vardı. Bu gemide elektrikli parakete, iskandil vardı. Kömürün yerini mazot almış, çavalye çavalye kömür yükleme yoktu bu gemide Tripıl makinanın yerini turbo makinalar almıştı. Bu gemide ne yoktu ki? Biz limanlarda kazan bastırılınca[4] gaz lambasına alışmıştık. Limanda dizel çalışıyor gece ile gündüzün farkı yoktu bu gemide. Kalorifer ne ki, denizde zaten lüzum yok. Limanda bizi ısıtan kömür sobası idi. Bu satırları yazarken durdum, düşünüyorum, sene 1993 Almanya’dan satın aldığımızı modern Yavuz firkateyni geldi gözümün önüne. 60 sene evvel Taşoz ile Kocatepe muhribini kıyaslayıp da birine on versem birine bir, bugün Kocatepe ile Yavuz'un kıyaslamasında hangi rakamları alabilirim acaba? Bulamadım. Ne mutlu bugün bu gemilerde görevli denizci kardeşlerimize ki, zamanın en modern gemilerinde vatan sularının emniyet ve müdafaası için emir bekliyor. Biz bu mutluluğu duyamadık. I. Cihan Harbi galibi devletlerden Yunanlılar İzmir'den, İtalyanlar Antalya'dan, Fransızlar Hatay'dan yurdumuzu paylaşmak sevdasına düşmüşlerse de rahmetli Atamızın dediği gibi Geldikleri Gibi Gitmişlerdir.
2014 Aralık