“Tehlike bulunmaması hali, emin ve rahat olma“ şeklinde sözlük anlamı olan güvenliği Arnold Wolfers, objektif anlamda eldeki değerlere yönelik bir tehdidin olmaması, sübjektif anlamda ise bu değerlere yönelik bir saldırı olacağı korkusunu taşımamak şeklinde açıklamaktadır. Bu tanımlardan hareketle güvenlik olgusunun varlık nedeninin “tehdit“ olduğu söylenebilir.
Bir devlet, toplum ya da bireyin yaşamına veya sahip olduğu değerlere yönelik olumsuz sonuçlar doğurma potansiyeli olan olaylar ya da olgular olarak tanımlanabilen tehditlerin yanı sıra risklerin de ön plana çıkması nedeniyle, günümüzde güvenliğin, insan hayatını tehdit eden risklerin azaltılması ya da ortadan kaldırılması şeklinde genişletilerek yeniden tanımlanması gerektiği hakim bir görüş olarak ön plana çıkmaktadır.
Küreselleşme sürecinin hemen her alanda yaratmış ve yaratmakta olduğu dönüşüm süreci içinde, tehdidin asimetrik ve çok boyutlu bir konuma ulaşması tehdit algılamalarını çeşitlendirmiş, bu çeşitlenmeye bağlı olarak güvenlik paradigmaları değişmiş, güvenlik kavramının genişleme ve derinleşme süreci hızlanmıştır. Güvenlik kavramının genişlemesi, askeri güvenliğin yanı sıra ekonomik, çevresel, toplumsal gibi askeri olmayan güvenlik alanlarının da güvenlik alanı içine dahil edilmesi, derinleşmesi ise devletlerin yanı sıra bireylerin, grupların ve diğer devlet dışı aktörlerin de güvenlik çalışmalarında analiz birimi olarak ele alınma süreci olarak kabul görmektedir.
Devlet doğasının değişiminin güvenlik alanına etkilerini;
- Yeni tehditlerin ortaya çıkması,
- Geçmişte var olan ancak güvenlik alanı içinde yer verilmeyen konuların güvenlik alanına dahil edilmesi,
-Geleneksel tehditlerin dönüşüm yaşaması başlıkları altında incelediğimizde artık klasik güvenlik yapılanma ve anlayışları ile bu tehditlere karşı mücadele etmenin yetersiz ve etkisiz olacağı anlaşılmaktadır. Risk ve tehditlerin kaynağının, zamanının ve şeklinin önceden tahmin edilemediği, mücadele alanının bütün dünya olarak ortaya çıktığı yeni güvenlik anlayışı yeni bir yapılanma ve anlayışı gerekli kılmaktadır.
Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (International Peace Research Institute-Oslo) araştırmasına göre, 2000-2002 yılları arasında iç savaşlarda ölenlerin oranının tüm savaş alanlarında ölenlere oranı % 93’e ulaşmış olduğu belirlenmiştir. Bu oranın, 1950’li yıllarda % 8,1960’lı yıllarda % 29,1970’li yıllarda % 43 olduğu dikkate alındığında tehditteki değişimin etkileri açıkça görülmektedir. 2004 yılında yayımlanan bir araştırmaya göre ise, devletler arasında meydana gelen savaşların tüm savaşlara oranı Soğuk Savaş sonrası dönemde % 17’den % 4’e düşerken, yerel nitelikli çatışmalarının oranının % 96’ya çıktığı görülmektedir.
Bazı araştırmacılar ise Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra dünyanın gerçekte daha barışçıl hale geldiğini ileri sürmektedirler. Vancouver’da ki İngiliz Kolombiyası Üniversitesi tarafından, Irak Savaşının zirve noktasına ulaştığı bir dönemde yayımlanan 2005 İnsan Güvenlik Raporu (2005 Human Security Report), 1990’ların başından beri toplam silahlı çatışmalarda % 40, büyük çaplı çatışmalarda ise % 80 oranında bir azalma meydana geldiğini göstermektedir.
Prusyalı General Carl von Clausewitz’in “her çağ kendi savaşını yaratır“ sözü günümüzde geçerliliğini ispatlamış bir öngörü olarak karşımıza çıkmaktadır. Yumuşak güç kavramını geliştiren Joseph Nye; “Savaş ve askeri güç her ne kadar geri plana atılmış da olsa tamamen devre dışı kalmış da değil. Sadece yeni “nesil“ kural ve taktiklere göre evrim geçiriyor.“ ifadesi ile değişimi veciz bir şekilde ortaya koymaktadır.
Bu aşamada yine Clausewitz devreye girmekte ve savaşı bir bukalemun’a benzetmektedir. Bulunduğu ortama uyum sağlayan bukalemun’un sadece dış görünüşü değişmekle birlikte doğasında bir değişim olmamakta, yani doğası sabit kalmakta, ancak niteliği değişmektedir. Bukalemun örneğinde olduğu gibi savaşın da niteliği değişmekte ancak doğası sabit kalmaktadır.
Devletler arası savaşın yerini artık isyancı gruplar, terör şebekeleri, milisler ve suç örgütleri gibi devlet dışı aktörlerin dahil olduğu silahlı çatışmaların alması da bu eğilimi hızlandırmaktadır. Latin Amerika’nın en eski gerilla gruplarından Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri (FARC), uyuşturucu kartelleri ile ittifak içindedir.
Bu tür örgütler, genellikle topraklarını etkin bir biçimde yönetme meşruiyeti ya da kapasitesinden yoksun devletlerden faydalanıp, zaman içinde kendilerine yerel nüfus üzerinde cebri bir denetim sağlayan siyasi ve silahlı operasyonlar düzenler. Bunun neticesi, Kuzey İrlanda ve Balkanlar’da görev yapmış emekli İngiliz General Sir Rupert Smith’in tabiriyle “Halk arasında savaş“tır. Bu tür çatışmaların konvansiyonel muharebe meydanlarında geleneksel ordular eliyle sonuçlanması ise pek vaki olmamaktadır.
Çin’de askeri planlamacılar, “sınırsız savaş“ adı altında, elektronik, diplomatik, siber, terör benzeri, ekonomik ve propaganda amaçlı araçları birleştirerek Amerikan sistemlerini aldatıp tüketecek bir strateji geliştirmişlerdir. Çinli bir askeri yetkilinin tabiriyle, “sınırsız savaşın ilk kuralı, hiçbir kural olmaması.“dır. Thomas Huber, savaşın türlerine ilişkin tartışmalara birleşik savaş- compound warfare kavramı ile katılmıştır. Huber’e göre birleşik savaş; düş mana karşı, konvansiyonel ve konvansiyonel olmayan güç lerin, bir başka ifadeyle, düzenli ve düzensiz kuvvetlerin eş zamanlı kullanımıdır.
Geçmişte olduğu gibi gelecekte de konvansiyonel savaşların var olacağı her zaman ihtimal dâhilindedir. Albert Einstein’in “3 üncü Dünya Savaşının hangi silahlarla yapılacağını bilmiyorum ama 4 üncü Dünya Savaşı taş ve sopalarla olacak“ ifadesi bu olasılığı destekler görünmektedir. Dolayısıyla bundan sonraki dönemlerde hibrit savaş gibi yeni savaş türlerinin devletlerin tek savaş yöntemi olacağı yönündeki düşü ncenin doğru olmayacağını söyleyebiliriz. Ancak eski savaşların doğasının sabit kalmakla birlikte niteliklerinin de değiştiğini kabul etmek durumundayız.
Doç. Dr. Fahri ERENEL, "Geleceğin Güvenliği" isimli kitabından alınmıştır.
“Geleceğin Güvenliği“ e-kitabı için Tıklayınız
“Geleceğin Güvenliği“ Kitabı için Tıklayınız
Bir devlet, toplum ya da bireyin yaşamına veya sahip olduğu değerlere yönelik olumsuz sonuçlar doğurma potansiyeli olan olaylar ya da olgular olarak tanımlanabilen tehditlerin yanı sıra risklerin de ön plana çıkması nedeniyle, günümüzde güvenliğin, insan hayatını tehdit eden risklerin azaltılması ya da ortadan kaldırılması şeklinde genişletilerek yeniden tanımlanması gerektiği hakim bir görüş olarak ön plana çıkmaktadır.
Küreselleşme sürecinin hemen her alanda yaratmış ve yaratmakta olduğu dönüşüm süreci içinde, tehdidin asimetrik ve çok boyutlu bir konuma ulaşması tehdit algılamalarını çeşitlendirmiş, bu çeşitlenmeye bağlı olarak güvenlik paradigmaları değişmiş, güvenlik kavramının genişleme ve derinleşme süreci hızlanmıştır. Güvenlik kavramının genişlemesi, askeri güvenliğin yanı sıra ekonomik, çevresel, toplumsal gibi askeri olmayan güvenlik alanlarının da güvenlik alanı içine dahil edilmesi, derinleşmesi ise devletlerin yanı sıra bireylerin, grupların ve diğer devlet dışı aktörlerin de güvenlik çalışmalarında analiz birimi olarak ele alınma süreci olarak kabul görmektedir.
Devlet doğasının değişiminin güvenlik alanına etkilerini;
- Yeni tehditlerin ortaya çıkması,
- Geçmişte var olan ancak güvenlik alanı içinde yer verilmeyen konuların güvenlik alanına dahil edilmesi,
-Geleneksel tehditlerin dönüşüm yaşaması başlıkları altında incelediğimizde artık klasik güvenlik yapılanma ve anlayışları ile bu tehditlere karşı mücadele etmenin yetersiz ve etkisiz olacağı anlaşılmaktadır. Risk ve tehditlerin kaynağının, zamanının ve şeklinin önceden tahmin edilemediği, mücadele alanının bütün dünya olarak ortaya çıktığı yeni güvenlik anlayışı yeni bir yapılanma ve anlayışı gerekli kılmaktadır.
Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (International Peace Research Institute-Oslo) araştırmasına göre, 2000-2002 yılları arasında iç savaşlarda ölenlerin oranının tüm savaş alanlarında ölenlere oranı % 93’e ulaşmış olduğu belirlenmiştir. Bu oranın, 1950’li yıllarda % 8,1960’lı yıllarda % 29,1970’li yıllarda % 43 olduğu dikkate alındığında tehditteki değişimin etkileri açıkça görülmektedir. 2004 yılında yayımlanan bir araştırmaya göre ise, devletler arasında meydana gelen savaşların tüm savaşlara oranı Soğuk Savaş sonrası dönemde % 17’den % 4’e düşerken, yerel nitelikli çatışmalarının oranının % 96’ya çıktığı görülmektedir.
Bazı araştırmacılar ise Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra dünyanın gerçekte daha barışçıl hale geldiğini ileri sürmektedirler. Vancouver’da ki İngiliz Kolombiyası Üniversitesi tarafından, Irak Savaşının zirve noktasına ulaştığı bir dönemde yayımlanan 2005 İnsan Güvenlik Raporu (2005 Human Security Report), 1990’ların başından beri toplam silahlı çatışmalarda % 40, büyük çaplı çatışmalarda ise % 80 oranında bir azalma meydana geldiğini göstermektedir.
Prusyalı General Carl von Clausewitz’in “her çağ kendi savaşını yaratır“ sözü günümüzde geçerliliğini ispatlamış bir öngörü olarak karşımıza çıkmaktadır. Yumuşak güç kavramını geliştiren Joseph Nye; “Savaş ve askeri güç her ne kadar geri plana atılmış da olsa tamamen devre dışı kalmış da değil. Sadece yeni “nesil“ kural ve taktiklere göre evrim geçiriyor.“ ifadesi ile değişimi veciz bir şekilde ortaya koymaktadır.
Bu aşamada yine Clausewitz devreye girmekte ve savaşı bir bukalemun’a benzetmektedir. Bulunduğu ortama uyum sağlayan bukalemun’un sadece dış görünüşü değişmekle birlikte doğasında bir değişim olmamakta, yani doğası sabit kalmakta, ancak niteliği değişmektedir. Bukalemun örneğinde olduğu gibi savaşın da niteliği değişmekte ancak doğası sabit kalmaktadır.
Devletler arası savaşın yerini artık isyancı gruplar, terör şebekeleri, milisler ve suç örgütleri gibi devlet dışı aktörlerin dahil olduğu silahlı çatışmaların alması da bu eğilimi hızlandırmaktadır. Latin Amerika’nın en eski gerilla gruplarından Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri (FARC), uyuşturucu kartelleri ile ittifak içindedir.
Bu tür örgütler, genellikle topraklarını etkin bir biçimde yönetme meşruiyeti ya da kapasitesinden yoksun devletlerden faydalanıp, zaman içinde kendilerine yerel nüfus üzerinde cebri bir denetim sağlayan siyasi ve silahlı operasyonlar düzenler. Bunun neticesi, Kuzey İrlanda ve Balkanlar’da görev yapmış emekli İngiliz General Sir Rupert Smith’in tabiriyle “Halk arasında savaş“tır. Bu tür çatışmaların konvansiyonel muharebe meydanlarında geleneksel ordular eliyle sonuçlanması ise pek vaki olmamaktadır.
Çin’de askeri planlamacılar, “sınırsız savaş“ adı altında, elektronik, diplomatik, siber, terör benzeri, ekonomik ve propaganda amaçlı araçları birleştirerek Amerikan sistemlerini aldatıp tüketecek bir strateji geliştirmişlerdir. Çinli bir askeri yetkilinin tabiriyle, “sınırsız savaşın ilk kuralı, hiçbir kural olmaması.“dır. Thomas Huber, savaşın türlerine ilişkin tartışmalara birleşik savaş- compound warfare kavramı ile katılmıştır. Huber’e göre birleşik savaş; düş mana karşı, konvansiyonel ve konvansiyonel olmayan güç lerin, bir başka ifadeyle, düzenli ve düzensiz kuvvetlerin eş zamanlı kullanımıdır.
Geçmişte olduğu gibi gelecekte de konvansiyonel savaşların var olacağı her zaman ihtimal dâhilindedir. Albert Einstein’in “3 üncü Dünya Savaşının hangi silahlarla yapılacağını bilmiyorum ama 4 üncü Dünya Savaşı taş ve sopalarla olacak“ ifadesi bu olasılığı destekler görünmektedir. Dolayısıyla bundan sonraki dönemlerde hibrit savaş gibi yeni savaş türlerinin devletlerin tek savaş yöntemi olacağı yönündeki düşü ncenin doğru olmayacağını söyleyebiliriz. Ancak eski savaşların doğasının sabit kalmakla birlikte niteliklerinin de değiştiğini kabul etmek durumundayız.
Doç. Dr. Fahri ERENEL, "Geleceğin Güvenliği" isimli kitabından alınmıştır.
“Geleceğin Güvenliği“ e-kitabı için Tıklayınız
“Geleceğin Güvenliği“ Kitabı için Tıklayınız