Modern dönemler siyasi, ekonomik ve sosyolojik açıdan pek çok yeniliğe ve önemli değişikliklere sahne olmuştur. Teknoloji, iletişim ve ulaşım alanlarında sağlanan gelişmeler 21. yüzyılda değişim ve dönüşümün daha önce görülmedik bir biçimde ivme kazanmasına neden olmuştur. Bu durum karar alıcıların değişiklikler gerçekleşmeden önce çok sayıda planı hazırda tutmalarını ve değişiklik sırasında ani ve yerinde kararlar alabilmelerini zorunlu hale getirmiştir.
Önümüzdeki dönemde Türkiye’yi yakından ilgilendiren bir takım yerel, bölgesel ve küresel sorun alanlarını tespit etmek mümkündür: “su, enerji ve gıda güvenliği“, “sosyal ve liberal politik önceliklerin belirlenmesi bağlamında devlet doğasında yaşanan değişim ve beklenti yönetimi“, “iç ve dış politik riskler karşısında yakın bölge politikalarının gözden geçirilmesi“, “küresel düzeyde Trans-Atlantik ve Trans-Pasifik ticaret ve yatırım ortaklıkları anlaşmalarında olduğu gibi yeni ekonomik bütünleşme çabaları karşısında alınması gereken önlemler“, “siyasi, ekonomik, sektörel bütünlüğü olan bir makro politika“, “etik ve ahlaki referansları sağlam bir değerler inşası“ Türkiye’nin ivedilikle ele alması ve siyasa geliştirmesi gereken konular olarak ön plana çıkmaktadır.
Su, Enerji ve Gıda Güvenliği
Dünyadaki enerji ve su kaynaklarının geleceği ile ilgili belirsizliğin artmasına karşılık bu iki kaynağa duyulan ihtiyaçta görülen hızlı artış ülkesel düzeyde ve uluslararası alanda ciddi önlemler alınmasını zorunlu hale getirmiştir. Özellikle kalkınmakta olan ülkelerin hızla artmakta olan enerji talepleri, küresel ısınma, kuraklık ve çevre kirliliği gibi sorunlar stratejik düzeyde acil önlemler alınmasını gerekli kılmaktadır. Üstelik bu tür sorunlar ülkelerin kendi imkanları ile tek başlarına çözümleyebilecekleri sorunlar olmaktan çıkmış, özellikle enerji ve su sorunları bölgesel ve küresel düzeyde uluslararası işbirliğini kaçınılmaz hale getirmiştir. Günümüzde ülkelerin baş etmek zorunda olduğu gıda güvenliği, sağlık, iklim değişikliği, ekonomik büyüme ve yoksulluğun giderilmesi gibi çağdaş sorunların tamamına yakını enerji ve su alanında kapsamlı, derinlikli, uzun vadeli çözümler geliştirilmesini zorunlu kılmaktadır.
Günümüz dünyasında su problemleri oldukça ciddi boyutlara ulaşmıştır. Örneğin Asya’da nüfusunun beşte biri (yaklaşık 700 milyon kişi) güvenli içme suyuna erişememektedir. Artan nüfusa paralel olarak hem gıda tüketimi hem de şehirleşme oranının da artması ile birlikte su sorunu her geçen daha da derinleşmekte, iklim değişikliği ile birlikte sorunun daha da kronikleşmesi beklenmektedir.
Açlık ve kötü beslenme insani kalkınmayı engelleyen en önemli iki nedendir. Bu iki tehdit yaşam hakkını tehdit etmekte, kalkınma için gerekli fırsatları, kısacası, temel insani işlevlerin yerine getirilmesini engellemektedir. Gıda güvenliğinin sağlanması için öncelikle alınması gereken önlem tarımsal verimliliği artırmaktır. Bu nedenle gıda güvenliği açısından su kaynaklarının sürdürebilir ve verimli hale getirilmesi her şeyden daha önemlidir.
Su kaynaklarının iyi yönetilememesi bölgesel ve küresel düzeylerde ciddi uluslararası sorunlar doğurmaya aday görünmektedir. Hatta konunun uzmanları acilen ciddi önlemler alınmaması halinde su problemlerinin enerji problemlerinden daha fazla önem kazanacağını, gelecekte “Su Savaşları“nın patlak verebileceğini, uluslararası düzen ve istikrarı tahrip edebileceğini belirtmektedirler. Suya erişebilirliğin kalkınma ve büyüme üzerindeki etkisi enerjinin bu alandaki etkisinden de önemli hale gelmiştir.
İstatistiklere göre, 1982 yılından bu yana dünyada su felaketleri dört katına çıkmıştır. Bu nedenle ülkeler su ve enerji politikalarını uyumlu hale getirmeli, hidro-elektrik santrali yapımında çevresel dengeye hassasiyet göstermeli, çevre kirliliğinin önüne geçmeli, sınır aşan sulardaki hukuki sorunlara barışçıl çözümler geliştirmelidir. Suların hakça, akılcı ve etkin kullanımı üzerine ilgili tüm tarafların mutabakatı sağlanmalı, sulardan elde edilecek kazanımların ilgili ülkeler arasında adilane paylaşımı geliştirilmeli, inşa edilecek hiçbir yapının, onarılamaz çevresel zararlara yol açmayacağı ve nehirlerde hak sahibi ülkelerin suyollarının mevcut dengesini bozmayacağı hususu garanti edilmelidir.
Bu noktada küresel modelleme teknolojilerinden yararlanarak, gelecekteki iklim değişikliklerinin su kaynakları üzerindeki muhtemel etkilerini tahmin edecek ortak mekanizmaların ve uygun politikaların geliştirilmesi gerekmektedir. Daha yüksek üretim, dağıtım ve depolama teknolojilerinin geliştirilmesi amacıyla kamu - özel sektör işbirliği sağlanmalıdır.
Hızlı nüfus artışı gıda güvenliği sorununu da beraberinde getirmektedir. Artan gıda talebi enerji ve suya olan talebi de artırmaktadır. Üstelik fosil enerji fiyatlarında görülen hızlı artış tarımsal üretimin etanol ve biodizel gibi yakıtlara yönelmesine neden olmakta ve gıda güvenliği tehlikesini derinleştirmektedir. Özellikle fakir ülkeleri etkileyen dünya gıda fiyatlarındaki artışın en önemli nedenlerinden biri budur. Son dönemde Türkiye’yi de etkisi altına alan küresel ısınma temelli iklim değişiklikleri bazı bölgelerde kuraklığı, diğerlerinde ise sel felaketlerini tetiklemektedir ve her iki felaket de gıda üretiminde ciddi düşüşlere neden olmaktadır.
Modernleşme, kalkınma ve ekonomik büyüme ile enerji güvenliği arasındaki yakın ilişki nedeniyle “petrol ve gaz diplomasisi“, “doğal kaynak milliyetçiliği“ gibi kavramlar gelişmiş ve önem kazanmıştır. Kıt kaynakları kontrol yarışı ve kaynaklar üzerindeki gerilim modern dönemler boyunca neredeyse tüm savaşların temel nedenleri arasında yer almıştır. Enerji talebinin büyük bir hızla artmakta olduğu günümüzde ise daha kapsamlı güvenlik ağları oluşturulmadıkça uluslararası güven ve istikrarın sağlanması mümkün görünmemektedir. Geleneksel enerji kaynakları yanında, güneş enerjisi ve bio-yakıt gibi seçeneklerin de çevresel dengeyi bozmayacak şekilde gündemde tutulması ancak uluslararası koordinasyon ve işbirliği sayesinde mümkün olabilecektir. Ekonomik etkileşimin belkemiğini oluşturan enerjiye dayalı ulaşım sektörünün de geliştirilebilmesi yine koordinasyon ve işbirliği çabalarını zorunlu kılmaktadır.
Ayrıca, su, enerji, gıda gibi sorunların çözümünde sadece devletler değil, uluslararası ağlar ve düşünce kuruluşları gibi devlet dışı aktörler de önemli hale gelmiştir. Günümüzde sorunların neredeyse tamamı herhangi bir ülke ile sınırlı tutulamamakta, yakın komşulardan başlayarak bir bölgeyi ve hatta tüm küreyi etkiler hale gelebilmektedir. Enerji, su ve gıda konuları ise nerdeyse tüm diğer sorunlardan daha fazla uluslararası işbirliği gerektirmektedir.
Türkiye özelinde Enerji ve Gıda’da var olan farklı boyutlardaki ithalat bağımlılığı, olası dalgalanmalarda tüm sistemi bloke edebilecek potansiyele sahiptir. Üretim ve tüketimdeki yüksek dış bağımlılıkla birleşecek iklimsel etkiler refah ve sosyal barışı bozabilecek riskler taşımaktadır.
Yakın Çevre Politikalarının Gözden Geçirilmesi
Farklı ideolojik görüşleri ya da siyasi eğilimleri temsil eden çevreler dış politika ile ilgili görüşlerini temellendirirken idealist ya da gerçekçi akımlar tarafından oluşturulan nazari ve kavramsal çerçeveyi kullanmaktadır. Bu bağlamda aksiyoner politikalar daha ziyade idealist çerçevede ifade edilirken, muhafazakar (mevcudu muhafaza manasında) talepler daha çok gerçekçi çerçeveyi kullanmakta, taraflar bir diğerini öngörüsüzlük, pasiflik, tedbirsizlik, hatta dış güçlerin piyonu olma gibi eksikliklerle suçlamaktadır. Oysa doğru olan her iki yaklaşımın getirilerinden azami ölçüde istifade edilen bir yaklaşım geliştirebilmektir.
Türkiye açısından bakıldığında dış politikada idealist ve atılımcı olunmasını gerektiren bir takım unsurlar ön plana çıkmaktadır. Türkiye’nin tarihî ve kültürel mirasından kaynaklanan yumuşak güç imkanları, gerek içerde gerekse yakın coğrafyadaki kaynakları -özellikle insan kaynağını- anlamlı bir şekilde harmanlama ve harekete geçirebilme imkanı sunmaktadır. Türkiye’nin coğrafi konumu ve yakın çevredeki ülkelere erişim ve bu ülkelerdeki her türlü kaynağı harekete geçirebilme gibi imkanlar Türkiye’yi idealist bir yaklaşım benimsemeye zorlamaktadır.
Öte yandan, küresel ve bölgesel güç konfigürasyonu ve farklı güçlerin bölgesel hesapları Türkiye’yi daha gerçekçi politikalar izlemeye zorlamaktadır. Özellikle cari açığın çok yüksek olduğu ve ihraç ürünlerinden elde edilen katma değerin son derece düşük (%4) olduğu göz önüne alındığında Türkiye’nin muhtemel bir ekonomik kriz karşısında karşılaşacağı zararın son derece büyük olacağı anlaşılmaktadır. Bu noktada uygulanması gereken asıl yol bölgesel ve küresel güçlerin bölge ile ilgili mevcut çıkarlarını ve vizyonlarını iyi tespit etmek, mümkünse onların hesap ve vizyonlarını koordine etmek ve yönlendirmek, tüm taraflar için anlamlı yeni çıkar alanları oluşturmaktır.
Bu çerçevede atılacak idealist adımların eleştirilmesi yersizdir. Ama sözünü ettiğimiz koordine ve yönlendirme faaliyetlerinin sonuçsuz kalma ihtimali yüksek olan durumlarda risk almak da yersiz olacaktır.
Politika’yı belirleyen üç temel etken; bağımlılıklar, menfaatler ve fırsatlardır. Yalnız fırsatları önceleyerek değiştirilen politikalar kısa vadede parlak günler görse de sonrasının travma ile sonuçlanması eşyanın tabiatına uygundur.
Ukrayna’da, Irak’ta, Suriye’de yaşanan olaylar ve İran ile Batı arasında yaşanan gelişmeler içinde bulunduğumuz coğrafyanın ne denli bir çalkantı içinde olduğunu ortaya koymaktadır. Bu noktada son iki yüz yılda yaşadığımız deneyimler ışığında yol haritalarımızın güncellenmesi yeni stratejiler belirlenmesi kaçınılmazdır. Rusya ile Batı arasında yaşanan gerilimler Türkiye’yi de Orta Doğu, Orta Asya ve Güney Asya ile ilişkileri bağlamında etkilemektedir. Örneğin Rusya’nın eski SSCB üyesi ülkelerde iyi Rusça bilen herkese Rus vatandaşlığı vermesi bu ülkeler için ciddi kimlik sorunlarını beraberinde getirmiştir. Kazakistan bu sorunla mücadele edebilmek için dışarıdaki Kazakları ülkeye çağırmıştır. Ukrayna krizi Türkiye için ise çok daha derin ve karmaşık başka sorunların habercisi niteliğine haizdir.
Özellikle Türkiye açısından bakıldığında, karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin %80’i Batı dünyası iledir. Bu nedenle Çin ve Rusya gibi ülkelerle ilişkiler Batı’nın bir alternatifi gibi sunulmamalı, Türk dünyasının kendi içindeki politikalar da Çin, Rusya, İran ve Hindistan gibi ülkeleri rahatsız etmeyecek şekilde düzenlenmelidir.
İran ile Türkiye arasında uzun yıllardır ciddi bir sınır sorunu yaşanmamıştır. Bununla birlikte Batı dünyası ne zaman Türkiye’yi Doğu’dan sıkıştırma ve zor durumda bırakmak istese İran’a başvurmuştur. Bu nedenle Batı - İran yakınlaşması Türkiye için pek çok alanda belirsizlikler doğurmaktadır. Dolayısıyla, önümüzdeki dönemlerde bu noktanın hassasiyetle gözetilmesi ve gereken önlemlerin alınması gerekmektedir. Bu bağlamda İran’la yeni dönemde karşılıklı bağımlılığın her alanda derinleştirilmesi önemli bir panzehir olacaktır.
Türkiye, bölgesinde farklı taraflarla konuşabilme özelliğini korumalıdır. Bu durum, Türkiye’nin farklı yönelimlerini eş zamanlı olarak sürdürebilmesi için kaçınılmaz bir zarurettir.
Ermenilere dönük taziye mesajı çok olumlu yankı bulmuştur. Bunun bir devamı olarak Türkiye topraklarında yaşamakta olan Ermenilere yurttaşlık hakları verilmesi ve 2015 için şimdiden bir adım atılması önerilebilir. Ermeni diasporası içinden kendilerini Türkiye’ye yakın hisseden kesimlere ve Türkiye karşıtı kesimlere karşı kaderdaşlık temelinde farklı, uyumlu politikalar geliştirilmesi gerekmektedir.
Devlet Doğasının Değişimi ve Beklenti Yönetimi
Bilindiği üzere “ulus-devlet“ modern bir kavramdır ve Ortaçağa ait siyasi yapıların dönüşmesi ile ortaya çıkmıştır. Modern dönemin başlangıcında devletler ulus oluşturmaya çabalarken, 19. yüzyılda milliyetçiliğin yükselişi ile birlikte “ulus“lar devlet oluşturmaya başlamış ve sonuçta “ulus-devlet“ son dönemin norm siyasi yapısı haline gelmiştir. Ne var ki, gerek 1. ve 2. Dünya Savaşları’nın asıl sebebi olarak aşırı milliyetçiliğin görülmesi, gerekse liberal kapitalist küresel sistemde devletlerin işlevselliklerini koruma arayışları milliyetçiliğin aşınmasına ve ortak pazar temelli bütünleşme çabalarının yoğunlaşmasına neden olmuş, ilk önemli örneğini AT/AB’nin teşkil ettiği, ulus-devletten piyasa devletine doğru bir dönüşüm başlamıştır. Bu dönüşüm tüm dünyada hâlen devam etmektedir.
Özellikle son 30 yılda Çin’de yaşanan deneyimi göz önüne aldığımızda, bireyi ya da devleti önceleme bağlamında devlet doğasının ideolojik düzlemde de değişmekte olduğu gözlemlenmektedir. Dünya; değişik devlet ve yönetim tecrübelerinden geçmiş, Sosyalizmi, ideal noktada olmasa da Komünizmi ya da Liberalizmi denemiştir. Özellikle Batı Avrupa ülkelerinde farklı toplumsal kesimlerin ideolojik yönelimleri arasında bir uyum sağlamak ve meşruiyet algısını daim kılmak üzere “sosyal devlet“ uygulamalarına gidilmiştir. Şu anda Çin’in şahsında vücut bulan bir “devlet kapitalizmi“ de sınama aşmasındadır.
Devlet doğasının değişmesi; içeride yasaların, dışarıda stratejik yönelimlerin değişmesi demektir. Bazen içerideki yasaların değişmesi, stratejik yönelimlerin değişmesi üzerinde, bazen de stratejik yönelimler iç politik düzenlemeler üzerinde belirleyici etki gösterir. Bu nedenle iç - dış politika etkileşiminin doğru düzenlenmesi ve yönlendirilmesi gerekir.
Devlet doğası değişimi içinde sistematik yeni arayışlar olduğunu, bu anlamda dünya sisteminin nihai bir sona gelmediğini, daha iyi bir sistem arayışının kesintisiz sürdüğünü, hatta bir sistem krizi yaşandığını söylemek de mümkündür. Özellikle refah, işsizlik, sosyal güvenlik, toplumlararası eşitlik gibi birçok sorunun devlet doğasının değişimi içerisinde nasıl çözüleceği konusunda çok ciddi arayışlar gözlemlenmektedir.
Bu arayışa temel teşkil eden bir takım önemli soruları tespit etmek mümkündür: “Kapitalizm devam edecek mi?“, “ABD, kapitalist dünyanın öncülüğü kapasitesini daha ne kadar sürdürebilecek?“ gibi sorulara şimdiden tam zamanlı ve isabetli cevaplar vermek zordur. Ama siyaset biliminin temel kavramlarından olan meşruiyet algısı üzerinden bir takım tahminlerde bulunmak mümkündür.
Meşruiyet kavramını ulusal ve uluslararası sistem düzeylerinde ayrı ayrı ele almak gerekir. ulusal düzeyde meşruiyet vatandaşların gelecek ile ilgili kaygı ve beklentileri konusunda başarılı ve inandırıcı bir perspektif sunulmasını, onların inanç ve rızalarının devlete yönelmiş olmasını gerektirir. Bu durum bir ülkenin hem iç politikası hem dış politikası için aynı ölçüde geçerlidir. Uluslararası sistem düzeyinde meşruiyet ise mevcut uluslararası sistemin bekası açısından hayati öneme haizdir ve sistem düzeyinde etkili olan tüm aktörlerin beklentilerine tatminkâr cevap verebildiği ölçüde işlevselliğini koruyacaktır. Günümüzdeki küresel terör olaylarını, yani ulus-devletin meşru şiddet kullanma tekelinin sorgulamaya açılmasını, bir de bu açıdan değerlendirmek büyük önem taşımaktadır. Devletin şiddet kullanma tekelini kaybetmekte oluşu önümüzdeki dönemlerde savaşların terör grupları ve “meşru“ devletler arasında yapılacağı varsayımlarına neden olmuştur. Günümüzde Irak, Somali, Afganistan, Pakistan gibi pek çok ülkede yaşanan çatışma ve gerginliklerin ardında bu tür yaklaşımlar yatmaktadır.
Liberal ekonominin, hayatın her alanını kontrol etmeye başladığı çağımızda pazarlama yöntemlerinden biri olan “Beklenti Yönetimi“ de gerek devletin meşruiyetini güvence altına alma, gerek iç - dış politika etkileşimine yön verme, gerekse diğer ülkelerin dış politikalarını kamu diplomasisi faaliyetleri ile etkileme bağlamında, özellikle küresel güçler tarafından daha fazla ağırlık verilen bir yöntem haline gelmiştir. Beklenti Yönetimi hem bir devletin başarısının temel kıstası, hem de iç ve dış politikada istikamet belirleme gücünün temel bileşenidir. Bu nedenle önümüzdeki dönemde Türkiye ölçeğindeki devletlerin vatandaşlarının beklentilerini yönetebilmeleri dışardan gelen etkilerin iyi yönetilmesi ya da iç bütünlüğün sağlanması noktasında belirleyici olacaktır. Kısıtlı şartlar ve iktisadi sorunlar içerisinde Beklenti Yönetimi’nin iyi gerçekleştirilemediği ülkelerin hızla kaosa sürüklenmesi ve manipüle edilebilir hâle gelmesi kaçınılmazdır.
Beklenti yönetiminin başarıya erişebilmesi için vatandaşa karşı dürüst devlet imajını korumak, az söz verip çok hizmet götürmek, vatandaşların ihtiyaç duyacakları hizmeti onlar bir hizmet talebinde bulunmadan önce arz etmek, devlet - vatandaş iletişimini sağlam tutmak, belirli zaman dilimlerinde uygulamaya dönük bilimsel eleştirel raporlar hazırlamak ve buradan oluşan geri beslemeler ile yeni uyumlu politikalar geliştirmek gerekmektedir. En önemli husus vatandaşın devlete karşı beslediği güven duygusunun korunması ve vatandaşın devleti ve ülkesi ile gurur duymasının sağlanmasıdır. Bu noktada devletin yürüttüğü faaliyetler günümüzde tek başına yeterli olmayabilir.
Devlet dışı aktörlerin önem kazandığı ve etkisini her geçen gün biraz daha artırdığı çağımızda toplumsal uyuşmazlıkların giderilmesinde kilit rol oynayarak devletin meşruiyet temelini sağlamlaştıracak aktörlerin; akademik camianın, kanaat önderlerinin, işçi ve memur temsilcisi kurumların, iş dünyasının, sivil toplum kuruluşlarının, savunma ve güvenlik elitlerinin görüşlerine daha fazla yer verilmesi, bu kesimlerin görüşlerinin bir potada anlamlı bir şekilde harmanlanması, iç barış ve toplumsal uyum gibi konularda devrede olmalarının sağlanması gerekmektedir. Çözüm süreci gibi dâhili faaliyetler yanında, mülteci akınını yönetme gibi dış kaynaklı hareketliliklerin toplumsal iç bütünlüğü bozmayacak ve devletin bekasını tehdit etmeyecek biçimde harmanlanması ve uyum içerisinde sürdürülmesi hem devlet ve toplum arasında meşruiyet bağını, hem de askerî ve diplomatik konular başta olmak üzere dış politikada devletin elini güçlendirecektir.
Günümüzde ülkeler bir takım meydan okumalarla karşı karşıyadır. Bunların başında mikro-milliyetçilik eğilimleri gelmektedir. Bazı ülkelerde ya da bölgelerde etki alanlarını genişletmek isteyen dış güçler buralardaki mikro eğilimleri milliyetçi akımlara dönüştürüp kullanma yoluna gitmektedirler. Maalesef pek çok devlet tarafından uygulanan politikalar meşruiyet aşınmasına neden olmakta ve bu da mikro milliyetçi akımlar üzerinde merkezkaç etkisi meydana getirmektedir. Son dönemde bazı ülkeler bu tür sorunlarla baş etmek için 20. yüzyılda alışılagelmiş liberal/kapitalist ve komünist/sosyalist devlet modelleri arasında “sosyal demokrasi“ ya da “liberal ekonomi, komünist yönetim“ gibi yeni sentezler geliştirerek bu tür meydan okumalarla başa çıkmaya çalışmaktadır. Bu da zamanla değişen koşulların gerek devletin değişen doğası gerekse medeniyet tasavvuru üzerinde yeniden düşünülmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.
Değişen devlet doğasına ayak uyduramayan mevcut kurumların işe yaramaz hale geldikleri önümüzdeki süreçte görülecektir. Sert gücün vurucu hareketli bir hale getirilip azaltılması, buna karşılık daha önceki dönemlerde görülenin çok daha üstünde bir yumuşak güç inşasının gerekliliği açıktır.
Anadolu’da yaşayan eski kavimlerin temsilcisi olduğunu iddia eden kesimler Türkleri bu toprakların işgalcileri olarak gösterme gayreti içerisindedirler. Bu durumun gözden kaçırılmaması gerekmektedir. Bu noktada atılması gereken öncelikli adım can alıcı sorunların üstesinden gelebilecek güçlü devletin korunmasıdır. İkinci önemli adım ise Anadolu kültürel mirasına özgüven içerisinde bir bütün ve asli varisler olarak sahip çıkmaktır. Aksi takdirde kendilerini bu mirasın asli varisleri olarak sunan farklı kesimlerin kötü amaçlarından masun kalma imkânı yoktur. Bu noktada Anadolu ile ilgili olduğunu ileri süren diasporalar ile sağlıklı diyalogun sürdürülmesi gerekir ama en önemlisi Avrupa ve Amerika’da bulunan Türk diasporasının güçlü desteğini her daim güçlü Türkiye’nin arkasında tutacak politikaların geliştirilmesidir.
Türkiye içinde yaşanan ideolojik ayrışmalar düşünce üretimine olumlu katkı sağlamaktadır. Bununla birlikte, “Her şeyin aşırısı tersine döner“ düsturu gereği, ideolojik ayrışmaların gereğinden çok daha derin olması ülkede farklı kesimlerin sahip olduğu birikimlerin sinerjiye dönüşmesini engellemekte ve kaynak israfına neden olmaktadır.
Transatlantik ve Transpasifik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı Anlaşmaları
ABD ve Avrupa Birliği ülkeleri dünya nüfusunun onda birine sahip olsa da AB ve ABD, dünya gayri safi milli hâsılasının neredeyse yarısına ve küresel ticaret akışının üçte birini sahiptirler. Bu bağlamda Transatlantik ticaret ve ekonomik ilişkileri dünya ekonomisinin bel kemiğini oluşturmaktadır. Bu nedenle AB ile ABD arasında bir serbest ticaret anlaşması imzalanması, Türkiye açısından önemli ticari ve hukuki sonuçlar doğuracak nitelikte bir gelişme olacaktır.
Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği, Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTYO) için müzakerelere başlayacaklarını açıklayarak çok büyük bir ortaklık için adım atmışlardır. Transatlantik müzakerelerin başarıyla sonuçlanması durumunda dünyanın en büyük ve en kapsamlı ekonomik bölgesi oluşturulacak ve uluslararası ticaretin standartları belirlenecektir.
Atlas Okyanusu’nun her iki tarafında büyük beklenti yaratan Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı aslında bir ‘ekonomik NATO’nun yapıtaşıdır. 1990’lı yılların başında Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra gündeme gelen ‘ekonomik NATO’ arayışı, Amerika ile Avrupa Birliği arasında kapsamlı bir serbest ticaret ve yatırım anlaşması imzalanmasıyla büyük ölçüde gerçekleşmiş olacaktır. Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı, geleneksel bir serbest ticaret anlaşmasının ötesinde bir anlaşma olacaktır. Taraflar, gümrük vergilerinin sıfırlanması, tarife dışı engellerin kaldırılması ve mevzuatta uyumun sağlanması ile piyasalara erişimin kolaylaştırılması hedeflenmektedir. Ticari engellerin kaldırılmasının da ötesinde, bu anlaşmayla hizmet sektörü gibi alanlarda piyasalara erişimin sağlanması, yatırımlarda bütünleşmeye gidilmesi ve küresel zorluklara karşı kuralların ve prensiplerin oluşturulması amaçlanmaktadır. Büyüklüğü ve kapsamı göz önünde bulundurulduğunda Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı dünya standartlarını oluşturacaktır.
ABD ve AB arasındaki “Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı“ görüşmeleri Türkiye için son derece önemli unsurlar içermektedir. Türkiye’nin Gümrük Birliği kapsamında üstlendiği Avrupa Birliği’nin tercihli ticaret rejimi nedeniyle; AB’nin, üçüncü ülke ve ülke gruplarıyla yürüttüğü serbest ticaret anlaşmaları Türk özel sektörü için büyük önem taşımaktadır. ABD ile AB arasında gerçekleştirilecek olan Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTYO) girişimi ise içeriği ve kapsamı sebebiyle Türk özel sektörü için diğer tüm serbest ticaret anlaşmalarından daha büyük bir etkiye ve öneme sahip olacaktır.
Öte yandan, Türkiye de bu süreçte çok önemli roller üstlenme potansiyeline sahiptir. Türkiye ve AB son yirmi yıldır Gümrük Birliği’nin getirilerinden istifade etmektedirler. Gümrük Birliği iki tarafın ekonomilerini canlandırma yanında, Türkiye’nin AB üyeliği yolunda somut bir adım olarak öngörülmüştür. Buna rağmen Türkiye’nin Gümrük Birliği üyesi olması ama AB üyesi olmaması Türkiye için istenmeyen sonuçlara neden olmuş, örneğin AB tarafından imzalanan her yeni serbest ticaret anlaşması Türkiye için ticari sapma olasılığı doğurmuştur. Bu bağlamda AB ülkelerinin üçüncü ülkelerden aldıkları mal ve hizmetler vergilendirilmeksizin Türkiye’ye girmekte, Türkiye ise benzer bir anlaşmayı söz konusu üçüncü taraf ile imzalayıncaya dek aynı elverişli durumdan yararlanamamaktadır. Türkiye AB üyesi olana dek bu olumsuz durumdan kaçınma imkânı bulunmamaktadır. Dolayısıyla Türkiye AB’nin Güney Kore, Meksika, Kanada ve Japonya gibi ülkelerle yaptığı serbest ticaret anlaşmalarının olumsuzluklarından kaçınmak için diplomatik kaynaklarını tümüyle seferber etmek zorunda kalmaktadır. Bu durum dengeleri değiştirmekte ve ekonomik olmayan konuların uluslararası ilişkiler alanında kaymalara neden olacak şekilde müzakere masasına gelmesine neden olmaktadır.
Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı müzakereleri sadece %3’lük bir gümrük vergisi indirimi ile ilgili olmayıp aynı zamanda dünya çapında ikili ve çok taraflı düzenlemelerin ve standartların yeniden belirleneceği bir süreç olacaktır. Bu yeni standart ve düzenlemeler önümüzdeki dönemde piyasaya nüfuz koşullarının daha zor ya da daha kolay hale gelmesinde etkili olacaktır.
Bu süreçten Türkiye’nin etkilenmeden, hatta olumlu etkilenerek çıkmasını sağlayacak bir politikanın benimsenmesi gerekmektedir. Esasen ABD’li yetkililerin de hakkında olumlu açıklamalar yaptıkları şekliyle, Türkiye AB ve ABD arasındaki bu anlaşmaya taraf olmalı ve dışında kalmamak için çaba göstermelidir. AB ile gümrük birliği ve tam üyelik süreci içinde olan Türkiye’nin bu ekonomik kazanımlardan ve refah artışından yararlanabilmesi hatta ekonomik dinamizmiyle gelişmekte olan düzene katkıda bulunabilmesi gerekmektedir. Ekonomik NATO arayışının, ancak Türkiye’nin de dâhil edilmesiyle mümkün olacağı vurgulanmalıdır. Tarihin en başarılı askerî ittifakının önemli bir üyesi olan Türkiye, dünyanın en büyük ekonomik ittifakında yerini alarak iktisadi varlığını güçlendirecektir. Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı ve Transpasifik Ortaklığı müzakereleriyle yeni bir ekonomik düzenin temelleri teşekkül emektedir. Burada hedeflenen Türkiye’nin Transatlantik ortaklığının tüm kurumlarına dâhil olup ekonomik ve siyasi kazanımlarını muhafaza etmesi ve önümüzdeki dönemde söz sahibi olarak çıkarlarını savunabilmesidir.
2012’den itibaren, Transatlantik Yatırım Ortaklığı müzakereleri yanında, Transpasifik Yatırım Ortaklığı müzakere süreçleri de başlatılmıştır. Brezilya, Rusya ve Çin gibi önemli ülkeleri dışarıda bırakan ve askerî boyutları da en az ekonomik boyutları kadar önemli olan bu süreçlerin 2016 yılında tamamlanması beklenmektedir.
Türkiye, Avrupa Birliği’nin henüz dışında bulunduğu için söz konusu süreçleri yürüten ülkelerle tek tek müzakere etmek gibi neredeyse imkansız bir durumla karşı karşıya bırakılmıştır. Acilen harekete geçilmemesi halinde, 2016 yılından itibaren Türkiye’yi uluslararası alanda çetin bir süreç beklemektedir. Transatlantik ve Transpasifik Yatırım Ortaklığı Anlaşmalarıı süreçleri basit birer serbest ticaret anlaşması gibi algılanmaktadır. Oysa bunlar kurulmakta olan yeni dünya düzeninin habercileri niteliğindedir ve gerekli girişimlerin derhal başlatılmaması halinde büyük yaşamsal sorunların başlangıcı olabilir.
Türkiye aynı anda (Şangay İşbirliği Örgütü, Gümrük Birliği, vb. ) birçok küresel ortaklığa üye olamayacağı için yolunu belirlemek zorundadır. Gümrük Birliği içinde kalması hâlinde TTYO’nun gelecekteki şartlarına göre politikalarını yeniden şekillendirmesi gerekecektir. Zira AB üyesi olmadan Gümrük Birliği üyesi olan Türkiye TTYO’nun dışında bir ülke olarak kalırsa büyük kayıplarla yüzleşebilir. Bu da uygulama olarak Türk dış politikasının etkileneceği anlamına gelmektedir.
Makro Politika (Siyasi, Ekonomik ve Sektörel Bütünlük)
Gelişmiş ülkelerde çalışılmış ve başarılmış basit formül; Ülkenin siyasi hedefleri, ona uygun ekonomik hedefler yani ekonomi politikası, onunla uyumlu sektör politikaları ve onunla örtüşecek alt sektör politikalarıdır. Bu dördü birbiriyle uyumlu olduğu zaman israfa yol açan tekrarlar azalmakta, herkes birbirini tamamlayacak biçimde çalışmakta ve verimlilik çok yüksek bir noktaya ulaşmaktadır. Şu anda İslâm ülkeleri açısından baktığımızda bunu başarabilen bir tek Malezya vardır ve onun başarısı da ortadadır. Türkiye bunu henüz başaramadığı için milyonlarca tekrar vardır ve birçok Bakanlık diğerinin yaptığını sıfıra indirmek ya da etkisini azaltmak için çalışmaktadır. Siyasi hedeflerin ortak alınamamasında ve ona uygun politikaların aşağıya doğru sıralanamamasında ideolojik kamplaşmanın çok büyük bir etkisi de şüphesiz ortadadır. Dolayısı ile bütün bu temel göstergeler içinde Türkiye’nin hem sektörel ve finansal anlamda derinleşmesi hem de değerler inşası anlamında derinleşebilmesi açısından tüm aktörlerce içselleştirilmiş bir makro politikaya ihtiyacı ivedidir. Karar verilen makro politikayı müteakiben eğitim başta olmak üzere tüm sektörlerde dönüşümün yönetimi ikincil önceliktir.
Değerler İnşası (Etik ve Ahlaki Referansların Temsilinin Kurumsallaşması)
Türkiye dinamik küreselleşme ve medeniyetler arası etkileşim sürecinde kendine özgü ve son derece önemli bir konuma sahiptir. Afrika, Asya ve Avrupa kıtalarının en uygun noktasında merkezî bir coğrafyaya sahip olan Anadolu coğrafyası, kadim insanlık birikiminin en renkli ve en kalıcı şekilde somutlaştığı ve iz bıraktığı bir “medeniyetler arası etkileşim“ havzası üzerindedir. Kapsamlı modernleşme deneyimi ile çok özel bir birikime sahip olmuştur. Bu yönüyle Türkiye; “Doğu - Batı", “gelenek - modernite", “ekonomi - politika" anlamında da “Kuzey - Güney" gerilimlerini doğrudan yansıtan ve en kapsamlı şekilde yaşayan ülkelerin başında gelmektedir.
Türkiye’nin kültürel anlamda Doğu’nun kadim hikmeti ile Batı’nın rasyonel düşünce geleneğini, Kuzey’in ekonomik üretkenliği ile Güney’in küresel adalet arayışını birlikte içselleştirerek tarih sahnesine taşıma kabiliyetine sahip nadir ülkeler arasında özel bir yeri vardır. Bu konumu, medeniyet bağlamında Türkiye’nin büyük bir açılımın öncüsü olmasını sağlayabilir. Bu dinamik dönüşüm sürecini doğru anlamak, yorumlamak ve yönlendirebilmek için farklı yöntemler ve stratejiler geliştirilmesi gerekmektedir.
Referans Değerler Kurumlar ve Kişiler’in bugüne uygun güçlü temsilinin kurumsallaşması için insan kaynağının niteliğinin dönüşümü ile doğru orantılı olarak büyük bir kapasite inşası ve sosyolojik kaynaklara yatırım yapılması ihtiyacı vardır. Zaman ve mekân faktörleri açısından bakıldığında medeniyetlerin ortaya çıkması, yayılması, biçimlenmesi ve varlığını koruması bağlamında manevi mekânların ve vakıflar gibi sosyal kurumların son derece ehemmiyetli bir yeri vardır. Yine bu bağlamda tarihte iz bırakan önemli şahsiyetlerin ve kanaat önderlerinin de ehemmiyeti pek büyüktür.
Bir medeniyetin varlık anlayışı çerçevesinde ortaya çıkan tevekkül, iyi komşuluk, sabır vb. değerler zaman içinde o medeniyetin koruyucu kaleleri haline dönüşmekte ve devlet - toplum ilişkileri belirleyici rol oynamaktadır. Dolayısıyla, bir medeniyeti o medeniyet yapan şahsiyetlerin, değerlerin ve mekânların tanıtılması, yaşatılması ve korunması gerekmektedir.
Tamamlayıcı güç olarak düşünce kuruluşlarının ve STK’ların daha aktif bir biçimde devreye sokulması, devlet imajının sağlamlaştırılması, toplum - devlet ilişkilerinin sağlıklı hale getirilmesi ve devletin toplum nezdinde meşruiyetinin güçlendirilmesi gerekmektedir.
Değerler İnşası genel başlığı altında atılacak adımlar Türkiye’nin 21. yüzyılda bölgesel ve küresel düzeylerdeki etkinliği ve saygınlığı üzerinde önemli bir rol oynayacaktır.
Sonuç
Küresel alanda çok boyutlu bir güç sisteminin ortaya çıkmasıyla küresel ve bölgesel düzeyde çok sayıda birbirine yakın teknolojik donanım ve insan kaynağına sahip ülkenin aynı anda varlık göstermesi tarihte bir ilktir. Bu çok boyutlu ortam olağanüstü sofistike bir rekabete temel teşkil etmektedir. Geçtiğimiz on yıl çok büyük gelişmelere sahne olmuştur ve önümüzdeki on yılda izlenecek politikalar, uluslararası yapının ve Ülkemizin önümüzdeki yüzyılda nasıl şekilleneceği üzerinde belirleyici etkiye sahip olacaktır. Çok boyutlu rekabet; entegrasyon, mikro-milliyetçilik, ve öngörülemezlik gibi üç temel yeni parametre doğurmuştur. Bu yeni parametrelerin sonuçları ilk olarak Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Güney Asya’da “Arap Baharı“ gibi çeşitli isimlendirmelerle tanımlanan süreçlerde görülmeye başlanmıştır. Bu üç bölgede yaşananlar ve olası sonuçları; geleneksel güçler, yeni güç adayları ve diğer tüm ülkeler açısından çok farklı anlamlar taşımaktadır. Üzerinde rekabet edilen “diğer ülkeler“in istikrarsızlığı büyük ölçüde kaçınılmazdır ve yönetimlerinin devlet doğasının değişimini yönetip yönetemeyeceklerine gelecekleri şekillenecektir. Ukrayna ve Suriye en somut örnektir.
“Arap Baharı“nın bir “küresel bahar“a dönüştüğünü veya görünür kıldığını iddia etmek mümkündür. Bu “Global bahar“daki üç temel trend: 1-) Küresel meydan okumalar, iklim değişikliği, kitle imha silahları, kimyasal felaketler gibi bir ülkenin ya da bölgenin tek başına altından kalkamayacağı büyük riskler; 2-) Yeni dönemde sahneye çıkan güçlere BM’de ve diğer uluslararası kurumlarda nasıl bir rol verileceği, sistematik bütünleşmenin nasıl sağlanacağı, diğer bir deyişle güç ve adalet dengesinin nasıl sağlanacağı noktasındaki belirsizlikler; 3-) Devlet doğasının değişiyor olması, Komünist Çin’de devlet eliyle kapitalizm, Avrupa’da sosyal demokrasi uygulamaları örneklerinde görüldüğü üzere sosyalizm, komünizm ve liberalizm gibi mevcut ideolojilerin uygulama değerinin ve içeriğinin hızla değişmesi olarak sıralanabilir. “Beklenti yönetimi“ devletler için yeni bir parametredir ve iyi yönetilememesi hâlinde bazı ülke ve bölgelerdeki çeşitli beklenti ve eğilimlerin dış güçlerce kullanılması kaçınılmazdır.
Bu üç global trend üç farklı senaryodan biri ile sonuçlanabilir: “Küresel düzeyde demokratikleşme“, “Kimlik politikaları temelinde ayrışma“, “Doğal kaynaklar, din, insan sermayesi gibi kaynak unsurların tümünü aynı anda kullanmak suretiyle yeni bir küresel ‘kaynak yönetimi sistematiği’ geliştirilme olasılığı“… Mevcut gelişmeler kimlik politikaları temelinde bir ayrışmayı öne çıkarmaktadır Türkiye tüm bu senaryolara karşı yukarıda ifade edilen öncelikli 6 alanla birlikte 3 kurumsal başlıkta hazırlıklı olmalıdır.
1. Devletin ve milletin kurumsal hafızasını ve tepki verme kapasitesini temsil eden kurumların korunması, güçlenmesi ve değişime liderlik edebilecek niteliklerle donatılması gerekir. Toplumsal ve fiziki bütünlük alanındaki riskler özellikle bu kapasite ile önlenebilir veya sonuçları azaltılabilir.
2. GSMH’den yaklaşık %1,5 pay alan bir savunma kapasitesinin önümüzdeki dönemin sorunları ile mücadele etmesi beklenmemeli, daha fazla kaynak ve öncelik verilmelidir. Güç inşasını yalnız sert güç olarak yorumlama konusundaki katı merkeziyetçi tavırda değişikliğe gidilmeli, profesyonel yumuşak güç inşasına eşit ölçüde öncelik verilmelidir.
3. Özellikle Batı dünyası “borç para borç““ sarmalı içinde büyük bir kaynak krizi yaşamakta ve jeopolitik rekabetin temeli, kaynak oluşturacak yeni alanlar açma üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu çerçevede finansal piyasalardaki yaşamsal zincirleme risklere karşı olası senaryolar ve yedek stok zinciri senaryoları oluşturulmalıdır. Türkiye’nin “cari açığa dayalı tüketim, üretim ve ihracat, tüketimle sağlanan büyüme ve tüketimden alınan vergilerle finanse edilen kamu maliyesi“ formülü/patika bağımlılığı son opsiyonlarını kullanmaktadır. Bu bağlamda nakit akışını sürdürmek için finans kesimi ile reel sektör ve tüketiciler üzerindeki baskı muhtemelen daha da ağırlaşacaktır. Hem ulusal hem de uluslararası arenada meydana gelecek olası bir kaynak krizi ekonomi dışında birçok alana sıçrayabilir. Hem olası krizleri yönetmek hem de dönüşümü sağlayacak kurumsal kapasite inşası için farklı planlar üzerinde çalışılmalıdır.