İsim krizinin çözüldüğü iddiası ve Yunanistan’daki büyük yangın, bir süredir Balkan coğrafyasından uzak kalan gözleri bu bölgeye yeniden çevirtti. Zira sorunları artık oldukça mikro düzeyde ve bir paradoks haline gelmiş olan bölgede, sürekli güncellenen bir dış politik bakışın zaruriliği herkesçe malumsa da pratikte çok fazla eyleme dökülmediği de açık. Kadim sorunların bölgede artık etnik bir varoluş meselesi haline geldiği düşünüldüğünde, bu eylemsizliğin, en başta kavramlar üzerindeki hataların giderilmesine bağlı olarak giderilebileceği fikri önem kazanmaktadır. O vakit iç politikada başlayan yeni dönemle birlikte Balkanlar’a dair kavramsal sorunlara da yeni bir bakış getirmenin vakti gelmiş olabilir.
* * *
İnsanın bir belleğe sahip olması gibi toplumlar ve dahi dünya da bir belleğe sahiptir. Bu bellek tarihtir. Ancak zaman zaman insanın belleği ile tarihin belleği birbirine karıştığında ortaya kaotik bir sarmal çıkar. Gerçek ile kurgu birbirine karışır. Bu karmaşa bazen doğruya evirebilir kendini ancak bazen tarih boyunca da süregelir. Balkan kavramı bu tarz bir süreğenliğin en net örneklerinden biridir. Zira batı belleğinin de kurucu metni kabul edilen İlyada, uygarlık ve barbarlık arasındaki sınırı çizerken bugüne dek sürecek olan ve belki de Truva Savaşı’na son verecek barışın da adresini verir[i]: Balkanlar.
Emperyal bir düzlemde ve gücün sahiplerinin kendi aritmetiklerini oluşturdukları bir yüzyılda ortaya koydukları yeni adlandırmalar, bugünün dünyasının gerçekleri haline getirildi. Şimdi de yenidünya, politikalarını bu kavramlar üzerine inşa etmeye çalışmakta. Ötekileştirmeler, itibarsızlaştırmalar ve dahi tek tipleştirmeler de kaçınılmaz olmakta elbette. Bu tartışmayı, daha evvel sorulmuş ancak yakın tarihin gürültülü münakaşaları içerisinde fazlaca duyulamamış bir soru ile devam ettirmek yerinde olacaktır[ii]:
Coğrafi ya da tarihsel açıdan Balkanlara ait oldukları söylenenler bu adla nasıl baş ederler? Ya da Balkan/lar bir adlandırma mı, sınıflandırma mı, yoksa sınırlandırma mıdır?
Balkan kavramı ortaya çıktığı andan itibaren Batı’nın bir yanlışlayanı, negatif yanı ya da ötekisi olarak şekillendi. Anakaranın bu kısmına hak etmediği bir imaj kurguladı. Bölgenin halkları da edilgen bir nesne haline getirilerek bu yeni hali kabullenmek zorunda bırakıldılar.
Ancak bu tanımlama süreci stabil şekilde kalmadı ve sürekli gelişti. Örneğin Balkan/ları tanımlarken kullanılan yeni sayılabilecek bir kavram var şimdilerde: Kanonik topraklar.
Kanonik tabiri; edebiyat ve sanat vasıtasıyla yaratılmış "hayali evren"in karakterlerinden ve kavramlarından bahsederken kullanılır. Bu karakterler ve kavramlar, ilgili eserlerin hayranları tarafından gerçekmiş gibi kabul edilir ve hayali evrenin bir öğesi haline getirilir. Kanonik sözcüğü bu karakterlerin ve kavramların orijinalliğini simgelerken, "kanonik olmayan" tabiriyle, uyarlama ve yan ürünlerdeki öğeler kastedilir. Bu durumda kanonik olan, Avrupa’nın yeni hali midir yoksa bunun karşısında Balkanlar mıdır? Tartışma tam da burada başlar.
Balkanlar’ın durumunu ifadede kullanılabilecek bir diğer kavram da aksiyomatiktir. Aksiyomatik, kanıtlanmamış ama doğru olduğu kabul edilen bilgilere dayalı olan olgular için kullanılır. Farklı disiplinlere dair bilimsel bilgi türlerini karşılasa da 19. yüzyıl sonrasının inşa edilmiş Güneydoğu Avrupası’nın Balkan/lar’a dönüşümünün karşılığı gibidir. Doğrulanmamış ama kabul edilmiş!
* * *
14. yüzyıl Avrupa’da unutulan bir mazinin yeniden tezahürü gibidir. Attila’nın öncülüğünde Avrupa’nın tepesine inen “karabulut“ 10. yüzyıl itibariyle etkisini kaybetmiş ancak kaybolmamıştır. Türkler sadece unutulmuştur bu süreçte. Bu çalışmada bellek problemi derken kastedilen ilk problem de tam burada başlar.
Osmanlı Türkleri’nin bölgeye yeniden gelişi ve sadece Türklükleri ile değil bu kez İslam kimliğiyle de hâkim oluşları, belleği devreye sokar. Bu kez durum çok daha vahimdir, Avrupa için. Belki de bilerek unutulur bu her yerinden rüzgar almaya müsait[iii] coğrafya. Avrupa’nın güneydoğu bitim ucu artık Avrupa/lı değildir. Ancak İnalcık ve Karpat Balkan kelimesinin coğrafik bir tanımlama olduğunu; hem özel hem de cins bir isim olarak dağlık, sıradağ, engebeli, Bulgaristan’ı Batı’dan Doğu’ya bölen dağ silsilesi manasına geldiğini belirtirlerken[iv], bu kelimenin nasıl olup da bir tahkir malzemesi, siyasal bir sınır hatta ideolojik bir söylem haline geldiği konusu ciddi bir muammadır. Kaldı ki kaynakların, bölgenin bu yeni adlandırma ile ilgili olarak verdiği tarihlerde mutabakat olmamakla birlikte 18. yüzyıl öncesine tarihlendirme (18. yüzyıl Robert Vaugongy, 19. yüzyıl Ami Boue) yapılmaması Balkan adının ancak bu yüzyıllar itibari ile dünya gündemine bir siyasal söylem olarak girdiği gerçeğini ortaya koymaktadır.
Avrupa’nın Doğu Sınırında Gezinmek
Balkanlar’ın Doğu ile Batı arasında bir araf oluşu meselesi 20.yüzyılın başında bazı kalemlerce dile getirilmeye başlanmıştı bile. Allen Upward Avrupa ile yani modern dünya ile doğu arasındaki ayrımı, oryantalist bir bakışla şu şekilde açıkça ifade etti[v]:
“Balkan dünyasının gözünde tanrı rolünü oynayan Avrupa Adriyatik Denizi’nde sona erer. Avrupa, uygarlığının beşiği olan, Avrupa’nın kutsal bir boğa tarafından dünyaya getirildiği topraklar o Avrupa’nın parçası sayılmaz. Siyasal gerekçelerle Rusya’yı da içine alır, ama başka yönlerden, Balkanlılar için Avrupalı, Bizanslılar için Frank’ın taşıdığı anlamı taşır. Kısacası, Avrupa Latin Hıristiyan dünyasıdır, Paris başkentidir, Fransızca da dilidir.“
Upward’ın açıkça belirttiği bu tecrit bölgede farklı bir tarihsel süreci de başlatır. Şimdi bölge halkları, kendini dışlayan Avrupa’ya aslında onlardan farkı olmadığını gösterme çabasına girer. Hatta zaman zaman kendi Balkanlılıklarını da inkâr eden bir dil geliştirirler. Örneğin Balkanların kuzey sınır efendisi kabul edilen Romenlerin cüretkâr kalemlerinden İonescu 1940’da şunları söyler:
“Orijinal ve otantik bir Balkan kültürü gerçekten Avrupalı olamaz. Balkan ruhu ne Avrupalıdır, ne de Asyalı. Batı hümanizmiyle hiçbir ilişkisi yoktur… Orada tutkular varlık gösterebilir, ama sevgi hayat bulamaz. İsimsiz bir nostalji kendini gösterebilir, ama belli bir yüz kazanamaz, bireyselleşemez. İnce alay yoktur, hatta ironi yoktur, yalnızca acıması, kaba köylü şakaları vardır… Hepsinden önemlisi Balkanlılar hayırseverlik nedir bilmezler. Dinleri, Katoliklerin ve Protestanların duygusal, psikolojik ve entelektüel dininden o kadar büyük bir farklılık taşır ki, din bile sayılamaz. Papazlar materyalist, pratik, sözcüğün Batılı anlamıyla ateisttir; eşkıyadır onlar, satraptır, kara sakallı, kurnaz, acımasız, dünyevi yaratıklardır.“
Balkanlı ile Avrupalının bu zıtlığı, maddi olmaktan öte bir zihin problemi olarak göze çarpar. Görüntüde, tarihsel birliktelik ya da otantik halde bir farklılıktan bahsetmek başlı başına bir kültür emperyalizminden ve zorlama bir stereo tipleştirmeden öte tavrı ortaya koymazken, bu kavramın bugünün küresel düzeninde kullanıla gelmesi hatta üstte bahsedildiği şekli ile tarihsel bir geçmişi yaşatması dikkat çekicidir.
Yakın tarihin en büyük trajedilerinden Bosna ve Kosova’da yaşanan savaşa dair Eylül 1990’da Saraybosna’da yayın yapan Oslobodenje (Kurtuluş) Gazetesi’nde yayınlanan bir makalede şöyle deniyordu[vi]:
“Böylece, Avrupa’nın ayrılmaz bir parçası haline gelecek yerde, yeniden Balkanlaşıyoruz, Lübnan’da, Zagreb’te, Belgrad’da, Stara Pazova’da, Foça’da, Velika Kladuşa’da, Priştine’de ve Üsküp’te Balkanlaşma süreci kendini gösteriyor.“
Çalışmanın başında da denildiği gibi tarih bir aktarıcıdır. Zamanı durdurur bazen ve olanı olmadığı bir zamanda yeniden diriltir. Yunan tarihçi Constantinos Paparrigopoulos’un da ifade ettiği gibi; tarih sadece bir bilim değildir. Hem bugünün Kutsal Kitabı, hem de yarının anavatanıdır[vii].
Tarih aynı zamanda her politik ulusal oluşumun da ahlaki temelidir. Ama her zaman ahlakla hizmet etmeyebilir. Bu zamanlarda gerçeği farklı bir menfeze taşıyarak Balkanlar gibi bir coğrafik düzlemi siyasal bir arenaya devşirebilir. İşte tam bu noktada bölge ile bağlarımızı düşündüğümüzde aslolan problem kendini gösterir:
Bu bellek doğru okunmaz ve zamanın muktedirlerince tesis edilen yeni adlandırmalar bir politik yol haritası haline getirilmeye çalışılırsa ne olur?
[i] Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu, Çev. Şirin Tekeli, İletişim Yay., Ankara, İstanbul, 2010, s. 13.
[ii] Maria Todorova, Balkanlar’ı Tahayyül Etmek, Çev. Dilek Şendil, İletişim Yay., İstanbul, 2003, s. 87.
[iii] Yerasimos, a.g.e., s. 46.
[iv] Halil İnalcık, Türkler ve Balkanlar, BAL-TAM Türklük Bilgisi, III, Prizren, 2005, s. 20; Kemal Karpat, Balkanlar mad., DİA, V, İstanbul, 1992, s. 25.
[v] Allen Upward, The East and Europe: The Report of an Unofficial Mission to the European Provinces of Turkey on the Eve of the Revolution, Londra: John Murray, 1908, s. 50.
[vi] Galip Çağ, Avrupa’nın Ötekisi Balkanlar, Çankırı Karatekin Üniversitesi, ÇAVSAM Yay., Çankırı, 2012, s. 14.
[vii] Richard Clogg, The Greeks and Their Past, Historians as Nation-Builders: Central and South East Europe, eds. D. Deletant, H. Hanak, London: MacMillan Press &School of Slavonic and East European Studies of London University, s. 15.