Çözüm: Bölgeli Devlet
Anayasa Mahkemesi tarafından 2009 Aralık başında kapatılmadan önce DTP, 26-28 Ekim 2007 tarihleri arasında Diyarbakır’da “Demokratik Toplum Kongresi“ adıyla düzenlediği toplantıların sonunda bir bildiri yayınlamıştı. Bildiride, Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratikleşme sorunu şeklinde tanımlanan Kürt sorununun, “Kürtlere demokratik özerklik sağlanarak çözülebileceği“ görüşü yer almıştı. Yaklaşık 600 delegenin katılımıyla yapılan toplantılarda ayrıca, Kürt halk önderi sıfatıyla anılan Öcalan'ın “muhatap alınması“, kendisine yönelik “İmralı uygulamalarına son verilmesi“, “halkla bağ kurabileceği bir ortam yaratılması“ ve “başka bir yere nakli“ talepleri de dile getirilmişti.
DTP'nin, asıl ciddiye alınması gereken talebi ise “bölgesel meclis“ konusunda yatıyordu. İstenen, federal yapı ya da etnik temelli bir özerk yönetim değil ama iller ve merkezi yönetim arasında kademeli bir idari yapı idi. Etnik ya da toprak temelli bir özerklik anlayışı yerine kültürel farklılıkların ifade edilebildiği 'bölgesel' bir yapılanmanın kurulması, bildirinin ana omurgasını oluşturmaktaydı. Bildiriye göre, bölgeler, o bölge meclisinin yetki sınırları içindeki en büyük ilin adıyla anılacak ve seçimle işbaşına gelen il valileri, hem merkezi idarenin hem de bölge yürütme kurulunun aldığı kararları uygulayacaktı. Bu yolla DTP bildirideki ifadelerle, “Cumhuriyet'in kuruluş aşamasında gerçekleşmeyen demokratikleşmenin yaşama geçirilebileceği“ni savunuyordu. Anayasa'ya, 'ulus' yerine 'Türkiye Ulusu' kavramının yazılması, Türkiye ulusunun bir bileşeni olarak Kürt ulusunun varlığının tanınması ve 'ayrı bayrak' DTP'nin diğer taleplerini oluşturuyordu.
Öcalan, Karayılan ve BDP’nin sadakatle bağlı olduğu bu bakış açısı 2013 yılı itibarıyla bugün Türkiye’de siyasi iktidar tarafından da paylaşılmaktadır. Bu tespitin siyasi iktidara yönelik kaba bir eleştiri şeklinde algılanmaması gerekir. Zira sorun çözülecek ise ancak bu tarz bir paylaşım temelinde çözülebilir. Oldukça uzun sürecek ve bir dizi anayasal değişikliği gerektirecek bu süreçte her iki tarafın da bazı sigortalara ihtiyacı vardır: Kürt siyasi hareketinin sigortası PKK’dır; Siyasi iktidarın sigortası ise başkanlık sistemidir. Söz konusu paylaşımın ve devamındaki sürecin bizi götüreceği yer ise “İspanya Modeli“dir.
İspanya Modeli’nin ayırt edici çizgisi 17 farklı bölgenin her birinin yasa yapma yetkisine sahip olmasıdır. Bölgelerin yasa yapma yetkisine sahip olması, bizi klasik tek siyasi karar merkezli üniter devlet modelinden “Bölgeli Devlet“ modeline götürür. Bölgeli devlet modeli, üniter devlet ile federal devlet arasında bir ara-formüldür. Bu model, bölgeler ya da topluluklara tanınan siyasal özerklik açısından üniter devletten farklılaşır; özerk yönetimlerin /bölgelerin kuruluş ve işleyişiyle, yetkilerinin anayasal güvencesi açısından ise federal devletten ayrılır.
İspanyol Anayasası’nın (1978) 2.maddesi: “Anayasa, İspanyol ulusunun parçalanmaz birliğine, bütün İspanyolların ortak yurdunun bölünmezliğine dayanır; ulusu oluşturan milliyetlerin ve bölgelerin özerklik hakkını ve kendi aralarında dayanışmasını tanır ve güvence altına alır“ demektedir. Anayasa (m. 1§2) “ulusal egemenliğin“ İspanyol halkına ait olduğunu belirtir. Dolayısıyla İspanyol Anayasası ulusal birlik (tek ulus) ve ulusal egemenlik ilkesiyle birlikte “ortak ve bölünmez yurt“ / ülkenin bölünmezliği ilkesine yer vermekte ancak, ulusal bütünlük vurgusu içinde “milliyetlerin“ ve “bölgelerin“ özerklik hakkını tanımaktadır.
İspanyol Anayasası (m.3), İspanyolca’nın (Kastilyan dili) devletin resmi dili olduğunu belirtmekle birlikte, özerk toplulukların / milliyetlerin (kendi) dillerini de ilgili topluluk açısından resmi dil olarak kabul eder. Bu çerçevede özerk toplulukların yetkileri arasında (kendi) dillerinin öğretilmesi ve kullanımı da yer alır.
İspanya modeli, üniter devletin tek siyasal karar merkezli bir devlet olma biçimini aşındıran bir modeldir. Ancak, aynı model, farklılaşmalardan kaynaklanan çatışmaların “yönetilmesinde“ birlikte yaşamayı sağlayan bir seçenek sunar.
İspanya Modeli Ayrıştırır mı?
Türkiye’de sorun çözülecek ise ( klasik üniter devletten bölgeli devlete geçiş ) “birlikte yaşamak“ şu basit benzetme gibidir: Son 30 yılını kavgalarla geçiren evli bir çift nihayet yataklarını ve odalarını ayırmaya karar verirler. Aynı evde yaşayacaklardır ama farklı odalarda ve saygı çerçevesinde… Bu durum belki barışı getirir ama ayrışmayı arttırır. Tarafların tıpkı nazenin bir çiçeği tutuyormuşçasına bir birlerine hassas davranmaları gerekir. Çünkü her olası dikkatsizlik boşanmayı akla getirecektir.
Türkiye’nin bölgeli devlet yolu ile sorunu çözmesi Kürtlere muazzam ölçüde bir dinamizm getirir ve kaçınılmaz olarak Kürt kimliğini siyasallaştırır. Evet, yetki aktarımı ve federal teknikler ya da bölgeli devlet modeli bir arada yaşama kültürünü geliştirir. Evet, federal teknikler, var olan farklı devletlerin ortak bir hegemon güce direnmelerinin (Büyük Britanya karşısında Amerikan kolonileri örneği) ya da ulus-devletlerin küreselleşmenin etkilerine karşı birlik kurabilmelerinin etkili bir yoludur (AB örneği). Gene aynı teknikler zaten tarihsel olarak çok güçlü olan bölgesel eğilimleri (Franco dönemi hariç İspanya) bir arada tutmanın da önemli bir aracıdır. Ancak süreç ve akış tersinden olursa; yani üniter devletten kalkarak hareket edilir ise aynı teknikler ayrışma doğurur: Federal devlete geçtikten sonra Valonlar ve Flamanlar arasında bölünen Belçika ya da 2005 Anayasası sonrası Kürtler, Şiiler ve Sünniler arasında bölünen Irak gibi…
Çözümün uluslararası politik sonuçları
Sorunun gerçekten çözülmesi, ayrışma getirse dahi barışı tesis ederek Türkiye’yi olağanüstü güçlü kılar. Bu durum 19. Yüzyılda Almanya’nın birliğini sağlamasına benzer bir uluslararası politik etki doğurur ve Türkiye’nin bulunduğu coğrafyadaki bütün jeo-politik dengeleri bozar. Bu yüzden Dünya üzerinde Türkiye’nin Kürt sorunu çözmesini isteyecek belki de hiçbir devlet yoktur.
Sorunun çözümü Türkiye’nin Kürtleri dışında Ermenistan, İran, Irak ve Suriye’de yaşayan ve sayıları 10 milyonu geçen ciddi bir potansiyelin de Türkiye’nin nüfuz alanına girmesi sonucunu doğurur. Ezeli ve ebedi bir düşman ve her zaman devlet aklı ile hareket eden bir İran; Sünni ve Şiiler arasında sonu gelmez kavgalarla zayıflayan ve Kuzey Irak nedeni ile parçalanmış bir Irak ve giderek Lübnanlaşması beklenen bir Suriye karşısında Türkiye olağanüstü güç kazanır. Türkiye giderek emperyal bir politika izleme yolunda ilerler. Bu derece güçlenen bir Türkiye ise en başta İsrail ve ardından Rusya için ciddi tehdit oluşturur. Liberal değerlerden uzaklaşmadığı sürece (ve “Şark Sorunu“nu unutmuş olduklarını varsayarak) bu durum AB ve ABD’yi rahatsız etmez. Ancak ABD, İsrail ve Türkiye arasında seçim yapmaya zorlanır ise bu Türkiye’nin bütünlüğünü korumasını güçleştirir. Zira “vaad edilmiş topraklar“ üzerinde İsrail (ve dolayısı ile ABD) Birleşik Kürdistan Devleti’ni Türkiye’ye tercih eder.
Tekrar kalın çizgilerle vurgulamak gerekir ki Türkiye’nin sorunu çözmesi 19. Yüzyılda Almanya’nın birliğini sağlamasına benzer bir etki doğurur. Almanya birliğini ağırbaşlı, uzun soluklu, ılımlı politikalar ve karmaşık ve bir o kadar da hassas ittifaklar zinciri içerisinde sağlamıştı. Bunun yaparken Almanya’nın iki büyük şansı vardı: Biri, gittikçe gürbüzleşen ekonomisi; ikincisi ise Bismarck gibi bir dahinin varlığı.
Türkiye’nin sorunu çözmesi kendisine kolay kolay altından kalkılamayacak bir politik güç ve rol yükler. Biliyoruz ki, Türkiye söylemler için çok güçlü; büyük ihtiraslar ve emperyal politikalar için ise kapasite inşasını tamamlamamış zayıf bir ülke. Ve gene biliyoruz ki, güç onu taşıyamayanların üzerinde durmaz; akar gider.
Acaba Türkiye, 19. Yüzyılda Almanya’nın sahip olduğu iki şansa sahip mi? Türkiye 1998’de Dünya’nın 17. büyük ekonomisi idi. 2013’de ise yine Dünya’nın 17. büyük ekonomisi. 2023 yılında durumun farklı olacağına ilişkin ciddi bir veri ve umuda sahip miyiz? Daha iyi bir soru ise şu: Türkiye’nin Bismarck gibi temsil edilen bir devlet aklı var mı?