Diğer taraftan, ulus-devletlerin politik sınırlarının küreselleşme dalgası, göç, etnik, dinsel, mezhepsel çatışmalar, ulus-aşırı kimliklerin ve sınırsız milliyetlerin varlığında hırpalanmaya başladığı 1990’lı yıllarla birlikte, klasik mekân-coğrafya algısının ulusal, bölgesel ve küresel bağlamda uğradığı değişim sınır olgusunu ve kavramını da tartışmaya açarak ciddi manada bir krize yol açmış durumdadır. Post-Westphalian dönemin koşullarında her ne kadar klasik anlamı ve işlevselliği artık yapı-bozuma uğramış olsa da, devletlerin ve toplumların birbirlerine temas noktası ve güç ilişkilerin bir ifadesi olarak sınırlar 21. yüzyılda da siyasal, sosyal, ekonomik ve askeri açılardan endişe, stres, gerilim ve çatışma kaynağı olmaya devam etmektedir. Sınırların olmadığı bir dünya mümkün olmadığı gibi, ulusal güvenliğin ve devlet egemenliğinin ayrılmaz bir unsuru olarak sınırlar olmadan küresel işbirliğini ve düzeni korumak da 21. yüzyılda pek mümkün görünmemektedir. Bu çalışmada, uluslararası ilişkilerde sınır olgusu tarihsel bir perspektifle ele alınıp, 21. yüzyılda klasik “devlet jeopolitiği“ ile “küreselleşmenin jeopolitiği“ arasındaki mücadelenin boyutları sınır olgusu üzerinden analiz edilecektir.
1. Teorik ve Tarihsel Açıdan “Sınır“ Olgusu ve Ulus-Devlet
Varoluş nedenleri ya da koşulları birbirinden farklı birden çok oluşum bir araya geldiklerinde, kendileri için optimum olan ortamı yakalama eğilimleri onları birbirinden ayırır. Bu durum, toplumlardaki sosyal ve siyasal yapı farklılığında, mülkiyeti sahiplenme arzusunda, güvenlik ihtiyacında, su ile havanın arayüzünde, yağ ve suyun bir araya gelişindeki çizgide bulunabilir. Diğer bir ifadeyle sınır ancak bir ötekinin varlığıyla mümkündür.2
Sınır, olguları ya da unsurları birbirinden ayıran bir etken olarak tanımlanabilir. İki farklı ortamın arayüzü olarak ortaya çıkabileceği gibi, herhangi iki ortamı birbirinden ayıran dışsal bir etken olarak da var olabilir. Diğer bir deyişle, sınırlar içsel ve dışsal bir sistemi ifade eder. Bu çerçevede sınırlar, uzamlar arasında hem bir köprü hem de bir engel olabildiği gibi, sınırların aşılması da, hem teşvik edici hem engelleyici olabilir, fırsatlar yaratabilir ya da var olan fırsatları ortadan kaldırabilir. Çünkü sınırlar, farklılıklara işaret etmek için kullanılır. Sınırı aşanların, “biz“ ve “öteki“ arasındaki keskin ayrımları aşındıracağın veya yıkacağından korkulur.3
Sınırın var olabilmesi, onun geçirimlilik düzeyine bağlıdır. Homojen ortamlarda bir sınırdan söz edilemez. Çünkü sınırda bir engel ifadesi vardır. “Sınırlandırmak“ ifadesi, “izin vermemek, mani olmak“ anlamındadır. “Özgürlüklerin sınırlandırılması“, “erişimin sınırlandırılması“ ifadeleri de buradan gelmektedir. Sınır aynı zamanda belirleyici olma niteliği taşır. Çok seçenekli ortamlarda belirgin olmayı sağlar, rasyonel bir seçimin nedenidir. Sınır bu anlamda düzeni yaratmanın, öngörüldüğü gibi bir şeyleri değiştirmeksizin devam ettirebilmenin diğer adıdır. Sınırlar kapalılığın (bitmiş, oluşumunu tamamlamış) derecesini de belirler.4
Zira sınır her halükarda önemini ve işlevini, böldüğü insanlardan almaktadır. Bir başka ifadeyle o hemen her çeşit (sos-yal, siyasal, ideolojik vs) kategorileştirmenin temel aygıtı olarak iş görür. Şüphesiz sınır çekme, insanlığın çok eski dönemlerinden beri var olan bir eylemdir. Birey, grup, topluluk ve siyasi oluşum-lar kendilerini tanımlamak için hemen her dönem değişik sınırlar çizmişlerdir. Ancak sınırların toprak esasına göre belirlenmesi tamamen modern bir olgudur ve günümüzde sert ve keskin hatlar olarak algılanmaları da tamamen modern ulus-devlete hastır.5
Bütün devletlerin gücü ülkeye dayalıdır. Modern dünyada devletler sahip oldukları egemen topraklara göre tanımlanmaktadır. Sınırlar, yaşamlarımızı düzenleyen ve geleceğimizi biçimlendiren, açık ve sorgulanmaz bir gereklilik olarak benimsenmiştir. Sınırlar, sınıf duvarlarında asılı duran soyut bir haritadan çok daha somut bir deneyimdir. Ulusu hatırlatan bu unsurun yaşamımızdaki varlığının sürekliliği, hem genel olarak ulusların hem de kendi ulusumuzun doğallığını sorgulamadan kabulüne yol açmaktadır. Sınırların uluslararası ilişkilerde belirginleşmesi, ulus-devletle birlikte olmuştur. Ulus-devletle ilgili tartışmaların ortaya çıkmasıyla birlikte ulusal sınırların işlevi de ön plana çıkan konulardan biri haline gelmiştir.6 Ulus-devlete geçiş sürecinde devletin coğrafyasına ilişkin sorular çeşitlenmiştir. Bu süreçte, devletin varlığını uzunsüre sürdürebilmesi doğal coğrafi sınırlarıyla açıklanmış ve bu doğal sınırlara ulaşmak için devlet gücü kullanılmıştır. Bu teritoryal devlet anlayışı, devleti ulusal özelliklere sahip belirli sınırlar içinde tanımlanmış uzamsal (spatial) bir birim haline getirmiştir. Devletin bu tanımı zaman içinde değişmiş ve buna bağlı olarak devlet-coğrafya ilişkisinin görünür hali olan jeopolitik de bu durumdan etkilenmiştir.7
İnsanlık tarihinde sınır oluşturma, özellikle toplumsal yaşamın başlaması ve siyasal otoritelerin oluşmasıyla birlikte ortaya çıkmıştır. Tarihsel süreçte sınır oluşturma dönemin şartlarına göre şekillenerek belirlenmiştir. Bu bağlamda sınır oluşturma sürekli tekrarlanan bir faaliyet olmasına rağmen sınırların nitelikleri ve inşa süreçleri zamanla dikkat çekici bir şekilde çeşitlenmiştir. Tarihsel süreçte farklı tiplerde sınırlar oluşmuştur. Bunların bazıları modern devletten önce ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede devletlerin tarihi incelendiğinde, sınırlar açısından yeknesak bir süreç yaşadıkları söylenemez. Yaşanan tarihsel süreçte uluslararası sınırlar da farklı özellikler kazanmıştır. Avrupa, Amerika ve Asya’daki devletlerde bu durumu daha net olarak görmek mümkündür. Buralarda yaşanan tarihi olaylar, ilişkiler ve değişimler sınırları şekillendirmiş ve bugünkü yapılarını almalarını sağlamıştır. Ancak, Afrika kıtasındaki ülkelerin birçoğunda (Somali, Mozambik gibi) bunun tersi söz konusudur. Buradaki devletlerin sınırları bağımsızlıklarını elde ettiklerinden beri değişmemiştir. Bu durum sömürge şartlarından sonra ortaya çıkan bir durum olduğu için bu sınırlar “sömürge sınırları“ olarak da isimlendirilmektedir. Bazı devletlerin mücadelelerinin önemli bir kısmı sınırlarını belirlemeyi içermektedir. Özetle, siyasi haritalarda görülen bugünkü sınırlar, aynı zamanda devletlerin tarihsel sürecini yansıtmaktadır.8 Bu bağlamda, günümüzde duyarlılık gösterilen çizgisel ve devlete ait özel sınırların çok azı Fransız Devrimi’nden önce oluşmuştur. O zamandan beri sınır yasal açıdan egemen otoriteyi tanımlamaktadır. Bu bağlamda devlet sınırları aynı zamanda politik ve sosyal süreçlerin de sınırlarıdır. Dolayısıyla devletlerin sınırları aynı zamanda o devletin düzenine ait hem uygulama ortamı hem de ideolojik olarak belli bir birikimi de yansıtır.
Uluslararası politikada, modern devletin ortaya çıkmasıyla birlikte coğrafya,mekânsallaşmıştır. Fiziki coğrafyanın ötesinde devlet, egemenliğini kurduğucoğrafya üzerine politika geliştirmeye ve yürütmeye başlamıştır. Moderndevletler sistemine hâkim olan sınır anlayışı, toplumlar arasına kalın ve kapalıhatlar çizen border kavramıdır. Modern dönemde uluslararası siyaset, ağırlıklı olarak savunmacı bir nitelik kazanmış; kesin ve mutlak hatlarla çizilen sınırlarındış dünyaya, içeride de devletin “millet“inin topluma karşı korunması siyasetin temel dinamiği haline gelmiştir. Bu değişimin altında yatan neden, ulus-devletin kendini egemenlik alanını diğer devletlerin egemenlik alanından ayıran sınırları esas alarak tanımlamasıdır. 1648 Westphalia Antlaşması’yla tüm siyasi birimler birbirlerinin egemenlik alanlarına saygı göstereceklerini ve hukuken eşit olduklarını kabul etmişlerdir. Modern uluslararası hukuku tanımlayan ilk antlaşma olarak Westphalia’da her devletin kendi ülkesinde egemen olduğu kabul edilmiştir. Bu ise bir ülkenin içişlerine karışılmasının uluslararası hukukun ihlali olacağı anlamına gelmekteydi. Modern devletler arası sistemin ülkesel temeli, yani ilk dünya siyasi haritası buradan kaynaklanmaktadır. Zira, Westphalia Antlaşması ile birlikte otorite ve sınır arasında doğrudan bir irtibat kurulmuştur. Devletin otorite kullanımı ile ulusal egemenlik alanlarını ayıran kesin bir hat olarak görülen sınır arasında kurulan bu ilişki biçimi, ulusal egemenlik açısından yeni bir durumu ifade etmektedir. Geçmiş dönemlerde de benzer hukuki standardizasyonlara rastlanmasına karşın, Westphalia Antlaşması ile birlikte otorite ile toprak ve sınır arasındaki kesin hatlarla belirlenmiş bir bağımlılık ilişkisinin kurulmuş, ulus-devlet ile egemenlik alanı arasındaki bağımlılık ilişkisi açık ve net bir biçimde ortaya konmuştur.9
Avrupa’da gerçekleşen bu dönüşüm zamanla Avrupa dışındaki siyasi birimleri de kapsamış, 1960’larda sömürgeciliğin sona ermesiyle tüm dünyada geçerli kurucu bir norm hâline gelmiştir. Böylece devletin egemenliği ve otonom varlığı garanti altına alınarak devletler sistemi, tarihî-toplumsal varlık alanını organize eden temel ontolojik anlayış olarak küresel çapta kurumsallaşmıştır. Bu yeni düzende devlet, dışarının kapsamındaki insanlıktan, ulus-üstü toplumsal yapılardan ve diğer egemen devletlerden kendini “farklılaştırarak“, “sınır“layarak (bordering) kendi egemenlik alanını korumak ve inşa etmek, aynı zamanda da egemenlik haklarını devam ettirmek için anarşik uluslararası sistemin devamı uğruna mücadele etmek zorundadır. Devletler sınırlarla kısıtlanmış olmalarına rağmen, “dışarısı“ olan uluslararası alanda etkinlik/nüfuz kurmayı hiçbir zaman elden bırakmazlar. Devletlerin sosyal varlıklar olmaları, onları içerisinde bulundukları uluslararası sistemi kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye istekli kılmaktadır. İşte devletler bu çelişkiyi aşabilmek için “frontier“ (ön hatlar) kavramı temelinde “dışarı“ya yönelerek, egemenlik alanlarını fiziken genişletmeden siyasi, ekonomik ve kültürel etkinlik alanlarını genişletmeye çalışırlar.
Modern uluslararası siyasetin kurucu ontolojik zemini “devletler sistemi“ dir. Buna göre, tüm yeryüzünü ve insanlığı kuşatan tarihi-toplumsal varlık alanı, devletlerarasında mutlak ve kesin hatlarla egemenlik alanlarına ayrılmıştır. Sınırlar sadece devletlerin egemenlik alanını değil, aynı zamanda küresel düzeni de ifade etmektedir. Günümüzdeki de dahil olmak üzere, herhangi bir dünya siyasi haritası belirli bir zaman dilimindeki devletlerin anlık durumunu gösterir; oysa gerçek bu düzenin daima değişim halinde olmasıdır. Dünya siyasi haritası, geçmişte çok ciddi şekilde değişim yaşamış ve gelecekte de aynı ciddiyette değişiklikler geçirmesi muhtemel bir düzen dizisi olarak yorumlanmalıdır.
Sınırlar, dünyanın materyal olarak bir ulus-devletler mozaiğine bölünmesini meşrulaştırır. Muhtemelen haritalar içinde en bilineni, dünyadaki devletlerin sınırlarını gösteren haritadır. Bu dünya siyasi haritası devletler arası sistemin basit bir ifadesidir aslında. Devletlerle düzenlenmemiş bir siyasi dünyayı hayal etmemiz çoğu zaman zordur. Devletler, öyle ya da böyle, bizim sorgulamadan kabul ettiğimiz dünyanın en önemli, en temel parçasıdır ve onların varlıklarını nadiren sorgularız. Oysa doğal varlıklar olmalarının aksine, en eskisinin dahi bugünkü biçim ve düzenlenişine ulaşması üç dört yüzyıllık bir geçmişe dayanan devletler tamamen tarihsel insan yapıtlarıdır.10
Bir arada ve sınırdaş devletlerden oluşacak bir dünyanın yaratılması, her devletin bir iç ve bir de dış açısından tanımlandığı bir topoloji meydana getirmektedir. Bu nedenle de devletin temel doğası, sınırları üzerinden “içeriye bakmak“ ve “dışarıya bakmak“ olarak adlandırabileceğimiz iki ilişkiden meydana gelmektedir. İlki, devletin toplumla ilişkisiyle ülke içinde meydana gelen sosyal ve ekonomik faaliyetleriyle ilgilidir. İkincisi ise devletin bir parçası olduğu devletler arası sistemle olan ilişkisiyle ilgilidir.11 Söz konusu iki alanda da eş zamanlı olarak işleyen, hem içeriye hem de dışarıya bakan aynı devlettir. Diğer bir deyişle, devletler, mekânsal olarak içe doğru topluma, dışa doğru ise devletler arası sisteme bakarlar. Bireyler de hemen aynı şekilde dünya sisteminde kim ve nerede oldukları ile kim ve nerede olmadıklarına göre konumlandırılmıştır. Hepimizin ait olduğu hayali cemaatlerin zaman-mekan boyutlarını ulus-devletler belirlemektedir. Modern dünya sisteminde politikanın etrafında döndüğü ulus-devletin gücü burada yatmaktadır. Dolayısıyla, ulus-devlet sınırları hem sosyal hem de siyasal olarak inşa edilmişlerdir. Sınırlar özellikle ulus-devletin ideolojisi olan milliyetçilik açısından oldukça işlevsel fenomenler olarak belli bir teritoryal alanda inşa edilen bir ulusal kültürel kimliği “öteki“nden ya da “yabancı“dan ayıran temel faktördür. Bir başka deyişle, ulus-devletler “hayali“ ve “zoraki“ cemaatlerini kurarken teritoryal sınırlara sıkça vurguda bulunurlar. Dolayısıyla, söz konusu “cemaat“in kendine haslığını ve (bas)başkalığı sınırlarla belirlenir.12
Ulus-devletin bir siyasal kurum olarak etkinliği büyük ölçüde toprakları üzerindeki egemenliğine bağlıdır. Bu da sınırlarından geçen bilgi, mal, kapital ve insan kaynakları üzerindeki denetimi yoluyla sağlanmaktadır.13 Diğer bir deyişle, devlet sınırları çok açık bir şekilde coğrafi bir uzam içerisinde düzenlenmeyi ve uluslararası hukukta kabul edilmeyi gerektirir. Sınırlar, egemenliğin en uç noktalarına, güçle ya da güç tehdidiyle onay görebilen özneler ve vatandaşlar üzerindeki kontrollerinin ulaşabildiği en uç noktayı işaret eder.14
Günümüz dünya siyasi haritası sınırlar açısından sabitliği ve dinamikliği birlikte yansıtmaktadır. Sabit sınırlar devletlerin anlaşmalarla oluşturduğu ve egemenliklerini tanımlayan bir konumda sınırlandırılan alanda ve belirlenen hatları temsil etmektedir. Buna karşılık, jeopolitik olarak fazla istikrarlı olmayan durumlarda, sınırlar ve bulunduğu konumlar potansiyel olarak mülksel çatışmaların kaynağını oluşturmaktadır.15
Egemen devletlerden oluşan bir dünya, sınırlarla bölünmüş bir dünyadır.16 Dünya üzerindeki tüm sınırlar esasında kendi yaratıcılarının güç politikalarını yansıtmaktadır. Geçmişte ve günümüzde sınır ayrımları gücün doğası ile ilgili temel faktör olmuştur. Her çağ kendi dinamikleri içerisinde bir düzeni ifade etmekte ve farklı sınır görünümlerini yansıtmaktadır.17 Bu düzen yetki ve gücü kullanma açısından belli bir mekanı tanımlar. Bu bağlamda sınırlar sadece devletlerin egemenlik alanını değil, aynı zamanda küresel siyasal düzeni de ifade etmektedir. Günümüzde sınırlar, kendi kimliğine sahip mülki yönetimlere ayrılmış (devletler) siyasi bir ortama sahip sınırlandırılmış bir dünyayı tanımlar. Mülki sınırlar, aynı zamanda “yabancı“ ve “dışlama“nın da hatlarını oluşturmaktadır.18 Jeopolitik olarak fazla istikrarlı olmayan durumlarda, sınırlar ve bulunduğu konumlar potansiyel olarak mülksel çatışma alanlarının kaynağını oluşturur.
Devletler arasındaki sınır yerleşmiş bir kurum ve süreci temsil eder. Kurum olarak sınırlar siyasi kararlar ve yasal metinlerce oluşturulur. Bu bağlamda sınır temel siyasi kurum olarak devleti tanımlar. Modern toplumlarda ekonomik, sosyal ve politik yaşamı sınırlar olmaksızın organize etmek mümkün değildir. Sınırlar sadece toplumları ve sosyal organizasyonları birbirinden ayırmaz. Aynı zamanda bunların birbiriyle temasına da aracılık eder. Sınırlar ve mülklerin oluşumu mekânsal ve tarihi süreçleri de sembolik olarak temsil etmektedir. Çünkü bugün var olan devlet sınırlarının hepsi tarihsel bir sürecin yansımasıdır.