Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü ile Ürdün Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Fakültesi arasında üç yıldır düzenlenen Türk-Arap İlişkileri Sempozyumları zincirinin üçüncüsü “Arap Baharı’nın Gölgesinde Türk Arap İlişkileri“ başlığı ile 13-14 Mayıs 2012 tarihinde Amman’da gerçekleştirildi. Arap ve Türk akademisyenler, siyasetçiler ve ilgililer, bu forumda, gelişmeleri son varılan noktadan, görülenler dâhilinde ele aldılar. Tarihin tortuları, yılların birikimi, kültürel yapılar ve algılar ve güncel gelişmeler bu toplantılarda kendisini zaman zaman gösterse de karşılıklı iyi niyet ve diğerini anlama öncelikli bir ortamda gerçekleştirilen toplantılar geçmişten geleceğe bakışımıza büyük katkılar sağladı. Örneğin Ürdün Üniversitesi eski rektörü Adil et-Tuveysi Ankara’da yapılan ikinci toplantıdan sonra Yüksek Öğrenim ve Milli Eğitim Bakanlıklarına tarih kitaplarında ilişkilerin gelişmesine katkı sağlamayan konuların gözden geçirilmesi konusunda bir yazı yazdı. Bu sempozyumlar zincirinde ilki 2010 yılında düzenlenirken imzalanan protokolle resmi mahiyet de kazanmıştı. Buradaki ilkeler ve taahhütler ışığında diğer sempozyumlar gerçekleştirildi. Karşılıklı tanıma, anlama ve diğerini hissetme adına önemli olan bu toplantılarda Arap Baharı gölgesinde bir kazanç olarak değerlendirilebilir.
Arap Baharı gölgesinde gerçekleşen bu seneki sempozyumda Ürdün tarafından bazı siyasetçiler ve akademisyenlerin Türkiye’nin mevcut konumuna dair düşünceleri ve eleştirileri burada öncelikle dile getirilmelidir. Zira güzel sözler kadar arka planı olan ciddi tenkitler de yapıcı ve faydalıdır. Bu eleştirileri genel bir çerçevede sıralayacak olursak ilk olarak dile getirilen eleştiri Türkiye’nin Arap Baharı ile alakalı olaylarda kendi çıkarlarının peşinde olduğuydu. Türkiye’nin dış siyasetindeki yurtta sulh cihanda sulh veya sıfır sorun siyasetini tam müdrik olmayan ya da kendilerine iyi anlatılamamış olan veya anlamak istemeyen bu dostlar çıkar kavramını tek taraflı ve diğerini yok sayan bir mahiyette ortaya koydular. Ancak bu çıkarların ne olduğu sorusunun cevabı kendilerinde muğlâk idi. Bu iddialara Ürdünlü bazı akademisyenlerden de sert ve kesin eleştiri geldiği de burada ifade edilmelidir. Bu düşünceler muhakkak ki bir cemiyetin tamamının düşünceleri ve değerlendirmeleri olarak alınamaz ama bu algının bazı kesimlerde bulunduğunu anlamak bakımından önemlidir. Diğer bir eleştiri konusu ise AB ile ilişkilerinde daralma yaşayan Türkiye’nin bu sorunları aşmak noktasında Arap Baharından yararlanmak istediği konusuydu.
Türkiye AB’ye Arap dünyası gibi bir arka planı veya onlara açacağı bir pazar olduğunu ihsas ile AB üyeliği konusunda önünü açmak istiyor gibi ilginç bir değerlendirme ifade edildi. Nihayet eleştirilerin diğer bir konusu Türkiye’de yaşanan değişimin yapısal mı yoksa AK Parti iktidarıyla mı mukayyet olduğu konusunda şüpheler ve endişeler dile getirilmesiydi. Türkiye’ye bu konularda getirilen eleştiriler bize öncelikle yeni Türk Dış Politikasının bazı söylemlerinin Arap kamuoyu açısında aslında ne kadar isabetli olduğunu düşündürdü. Sıfır sorun yaklaşımı ve kazan kazan anlayışı Türkiye’nin bencilce çıkarlar peşinde olmadığının ve karşısındaki muhataplarının da kazandığı bir karşılıklılık ilişkisi içerdiğini anlatan önemli kavramlar olarak göründü. Yani bu ilkelerin komşularımızda gerçekçi karşılığının olduğu veya onlarla anlaşmak bakımından anlamlı olduğu ifade edilmelidir. Türkiye’nin Suriye ile en yüksek düzeyde çıkar ilişkisi içindeyken neden durduk yere çıkarlarını göz ardı ederek Suriye ile arasını bozduğu sorusunun cevabı ise karşımızdaki dostlarımızda sessizlikle karşılanabildi. Burada ifadesi gereken önemli bir konu “Yeni Osmanlıcılık“ olarak ifade edilen konudaki endişelerin dile gelmediği ve bir eleştiri vasıtası olarak ortaya atılmadığıdır. Neredeyse hiçbir temasta bu konu dile gelmedi. Anlaşılan o ki Türkiye’nin kesin ve net tutumu bu konudaki endişelerin ve eleştirilerin aşılmasını sağlamış görülüyor. İçinde mevcut Kültür Bakanı ve diğer bazı eski bakan ve akademisyenlerin bulunduğu bir öğlen yemeğinde gerçekleşen sohbette görüldüğü kadar Ürdün’de baharın ülkelerine sirayet etmesi endişesi söz konusu. Suriye ile vaki iktisadi ilişkiler ve akraba aşiretlerin her iki ülkede yaşıyor olması sebebiyle Ürdün’ünün Suriye konusunda çekimser bir role döndüğünün cevapları olarak ortaya konuldu. Bu sohbette dikkat çeken diğer bir husus İsrail’e dair yapılan değerlendirmelerdi. Konuştuğumuz eski ve yeni bakanlar İsrail’in Suriye doğrudan bir müdahalede bulunmamasının sebebini bölgede bu konuda bölünmüş yapıları aleyhinde birleştirebileceği argümanıyla açıklıyorlardı. Onlara göre aslında İsrail’e ciddi hiçbir tehdit teşkil etmeyen Beşşar Esed idaresinin gitmesini istememektedir. Zira İsrail, Beşşar Esed’i, yöntemlerini, siyasetini tanımaktalar ve ondan sonra kimin iktidara geleceğini kestiremediklerinden yeni bir tehditle karşılaşmamak için sessiz kalmaktadır. Bunlar elbette mülahaza dairesi açık bırakılarak değerlendirilmesi gereken düşünceler ama vakıa olarak paylaşıldığı için bir not düşme kabilinden kayda geçirildiler.
1948 yılından beri İsrail otoriter idarelerin bölgedeki başlıca varlık sebebidir denilse yanlış olmaz. Zira ülkesinde siyasi, sosyal ve ekonomik hiç hamle yapamayan ve kalkınmayı sağlayamayan idareler olağanüstü şartların gölgesinde uzun süre çağın ve hatta tarihin dışında kalarak kendilerini sürdürmeyi başardılar. Hafıza, tarih ve unutma gölgesinde yaşadığımız bu coğrafyada var olan, görülen ve gösterge arasındaki tezatlar gölgesinde kurgulanan bölgemizde nesne ile göstergesi arasında her zaman büyük farklar olabilmektedir. Türkiye’nin insanî ve ahlakî duruşu karşı taraftan daha çıkarcı görünmekte ötesinde ise daha olumsuz göstergelerle eşleştirilerek zihinsel duvarlar örülmektedir. Türk imajı var olduğu halin ötesinde ve gayrında bir görüntüyle örneğin Cemal Paşa üzerinden Türk imajı eli kanlı bir görünüm kazanmakta ve ötesinde değişik vasıtalarla öyle gösterilerek nesne ile görüntü arasında ters ilişkisi üzerinden alakalar zedelenmektedir. Türkiye’nin AB gibi karmaşık ve uzun yıllardır süren bir ilişkisi, Arap Baharı günlerinde var olduğunun aksine bazı zihinlerde kendileri üzerinden çözülmeye çalışılan bir mesele olarak görülmekte ve gösterilen imajlarıyla kanatlar inşa edilerek tarih bir kere daha hafızasında gerçekle unutma arasında o kayboluş sürecini yaşamaktadır. Bu süreci yaşayan toplumların müstakbele dair istikametlerinde de ciddi kaymalar yaşayacağı aşikârdır. Her halükarda hariciyemizin bahsedilen konuların bilinciyle bu düşünceleri reel karşılıklarla aşmaya gayret etmesi kurucu bir unsur olmak iddiasındaki bir ülke için elzemdir. Bu noktadan konuya dair bazı değerlendirmeler şu başlıklar altında verilebilir.
Arap Baharı olarak yaşanan gelişmelere dair genel değerlendirmeler aşağıdaki başlıklar altında yapılabilir:
1-Arap Baharı adını alan bu süreç “demokrasi“ ve özgürlük“ talebiyle Arap Dünyasındaki İsrail ile gölgelenen asırlarda devam eden sürecin oluşturduğu iç ve dış yapılara karşı bölgeden yükselen itirazın adıdır. Bu muhalefetin en büyük sebebi siyasi ve ekonomik istikrarı sağlayamayan idarelerdir. Bu hareketler ister, İran’ın iddia ettiği gibi bu idarelerin İsrail, Batı ve ABD’yle kurdukları çarpık ilişkilerden kaynaklansın isterse de diğer bir iddiada dile getirildiği üzere idarecilerinin yolsuzluklarla yıpranmış olmalarından kaynaklanan adalet, özgürlük, demokrasi talebinden ortaya çıkmış olsun sömürge ve sonrası tarihi süreçte bölgenin geldiği yeni bir bilinç ve eylem düzeyini temsil ettiği şüphesizdir. Ekonomik olarak halklarına refah sağlayamayan bu idarelerin yolsuzluklar, baskı, popülizm ve kayırmacılık gibi hukuksuzluklarla kirlenmeleri ve yıpranmaları idare ettikleri toplumlarla aralarındaki mesafenin açılmasına yol açmıştır. Arap Baharı denilen süreç kendi idarecilerine yabancılaşan toplumların reform talebiyle başlayan silahsız bir muhalefetten taleplere şiddetle karşılık verilmesi sonucunda devrime dönüşen bir süreçte gerçekleştiğini söylemek mümkündür. Yeni dönemde siyasi ve ekonomik düzenlemeler yeni idarelerin başlıca iki gündemi olarak görülmektedir. Yabancılaşmanın aşılması ise toplumların devlette kendilerine dair yansımaları görmeleri ve buna imkân sağlayacak siyasi ve sosyal süreçlerin köklü hukukî yapılanmalarla desteklenmesine bağlı görünmektedir.
2-Arap Baharı sürecinde Türkiye, Arap halklarının meşru ve insani gördüğü taleplerini destekleyerek, bölge halklarının talepleri cümlesinden olan siyasi ve sosyal reformların gerçekleşmesini bölgenin yararına olarak takip etmektedir. Arap kardeşlerimizin bu yeni ve tarihi sürecinde onlara onların menfaatine olan durumlar bakımından destek vermek Türk bakış açısının esasını oluşturmaktadır. Şüphesiz 20. asrın başından beri bazı sebeplerle bölgemiz geri kalmış ve bazı hastalıklar bünyeyi felç etmiştir. Bunları incelemek gerekirse içimizde hayat bulan ümitsizlik zehri müstakbele bakamaz hale gelmemize yol açmıştır. Emelsiz kalmış bir dünya yarınsız ve geleceksiz duruma düşmüştür. Bu bahar vesilesi ile yeni ümitlerle yeni bir müstakbele yönelmek ve fırsatları değerlendirmek önemlidir.
Sosyal ve siyasi hayatımızın için güven ve dürüstlük eksikliği bölgenin gerilemesinde önemli bir husus olarak öne çıkmıştır. Yeni ümitlerin önümüze açtığı bu süreçte karşılıklı güven ve sadakat koridorlarından yeni iletişim ve diplomasi kanalları açılması hayati derecede önem taşımaktadır. Bölgemizde ülkelerin içinde ve bölgesel ilişkilerde “adavate muhabbet“in bir temel felsefe haline gelmiş olması ümitsizlik ve dürüstlük yokluğu yaşanan coğrafyamızda düşmanlıkların alevini arttırdıkça arttırmış ve buna bağlı gelişen çatışma ve tefrikalar bölgeyi madun kılmaktan başka bir işe de yaramamıştır. Bölgemize ulusal ve bölgesel düzeydeki iletişim eksikliğinin diğer bir sebebi de düşmanlıklarla kararan akıllarımız ve gözlerimizin bizi birbirimize bağlayan aydınlık-ışıklı tarihi ve kültürel rabıtaların unutulması ve süreçte bilinmemesidir. Bu süreç içinde Arap Baharı’nın oluşturduğu fırsatlar sayesinde bu değer ve rabıtaların hatırlamak bölgenin önünü açıcı olacaktır. Tüm bu karanlık tablo içinde bölgemizin geri kalması ve yaşadığı sancılı devirlere damgasını vuran en önemli hastalıklardan birisi de “istibdat“ olgusu olmuştur. Bireysel düzeyden devlet aşamasına kadar bölgemizin tüm devletlerinde değişik oran ve renklerde bu olguyu görmek ve bulmak mümkündür. Bu baskı ortamının oluşturduğu ümitsiz ve güvensiz ortam düşmanlıkları beslerken, günü kurtarma telaşı bizi biz yapan değerlerin unutulması ve rabıtalarımızı güçlendirecek kavramların silikleşmesine yol açmıştır. İşte bu karmaşa ve sancı çağında insanların yapmak zorunda kaldıkları ama bünyeyi kanser gibi kemiren en büyük hastalık himmetlerin şahsi çıkarlar için harcanması olmuştur. Herkesin birey, toplum ve devlet bazında çıkarların gölgesinde yaşadığı bu coğrafyada tefrika, cehalet ve fakirlik ayrılmaz yoldaşlarımız haline gelmiştir.
3- Arap Baharı, bölge coğrafyası ve halklarının “öteki“ kılındıkları bu kendi bölgelerinde yeniden özneleşmeleri için ciddi bir fırsat olarak görülmektedir. Tarih ve coğrafyasıyla tarihin dışına itildikleri bu mekânda yeni dönemde ortaya çıkan bu fırsatlar değerli birer değişim ve dönüşüm vesilesi olarak görülmelidir.
4- Arap Baharı, şekil ve yapı bakımından bölgenin yeniden şekillenmesini temsil ederken uluslararası güçler Osmanlı sonrası sömürge devrinden beri bölgedeki çıkarlarının temini noktasında bu sürece müdahil olmaya ve yönlendirmeye çalışmaktadırlar. Araplar ve Türkler I. Dünya Savaşı şartlarında oluşan marazi tarihi süreçler ve bunun üzerine kurulan bilinç yerine bu coğrafya tarihinde paylaştıkları medeniyet kardeşliği, Haçlılara ve Moğollara karşı verdikleri kahramanca mücadele gibi müşterek tarihimizin var edici hatıraları etrafında birbirilerine bakmaları bu süreçte olumlu bir noktaya gelinmesini sağlayabilecektir.
5- Arap Baharı, Türk Arap ilişkilerinin tarihi, kültürel, siyasi ve sosyal bakımlardan yeniden oryantasyonu imkânlarını sunmaktadır. Bu manada Türk-Arap ilişkilerinde tarihi ve güncel sorunların aşılmasında bu yeni dönem fırsatlar sunmaktadır. Bu fırsatlar kadar bölgesel ve uluslararası düzeyde Suriye meselesinde görüldüğü üzere İran-Irak-Suriye-Rusya Çin ve Türkiye, Mısır, Katar, Ürdün, Suudi Arabistan, Avrupa ve ABD gibi yeni bloklaşmaların oluşmasına yol açacak olan tehditler de ortaya koymaktadır.
6- Arap Baharı’nda bu sürecin bölgesel ve uluslar arası düzeyde bölge çıkarına aşılması için bölge içi iletişimin çok güçlü olarak sürdürülmesi ve kültür diplomasisinin tüm imkânlarından yararlanılarak Türk-Arap toplumlarının etnik ve mezhepsel bölünmeleri aşacağı üst kavramların tarihi ve güncel verilerden yararlanılarak oluşturulması sağlanmalıdır.
7- Arap Baharı’nda Türk-Arap ilişkilerinin düzelmesindeki en önemli unsurlardan birinin tarih olduğu aşikârdır; tarih, belli bir yaşam şeklini, “daha yüce bir yaşam“ ve “daha yüce bir bütünlüğü“ desteklemelidir. İnsanın tarihe olan eğilimi bu anlamda uygarlığı yaratan güçlerin ilkelerini ve özlerini anlamaya imkân sağlamalıdır. Onun için tarih öze bakmalıdır.[1] Arap Baharı’nda tarihimize hayır diyerek yanlışları yadsıdıktan sonra birlikteliği sağlayacak özlerin tespiti son derece önemlidir. Bu özler müşterek değerler, tarih ve güncel gerçekliklerden oluşan ve Arap toplumlarının orta sınıf geniş kitlelerine hitap eder tarzda bir yaklaşımla ortaya konulmalıdır. Artık Ortadoğu halkları sürü olmaktan çıkmalı en azından sürü bilinci ile değil sürü disiplini ile hareket etmelidirler. Unutulan ve hafızadan tamamen silinen hakikatler hatırlanmalı ya da kavram dünyaları yeniden inşa edilmelidir.
8-Arap Baharı kısa vadede rejimlerin, orta vadede zihinlerin ve uzun vadede yapıların değişimine öncü olması beklenen ve umulan bir süreç olarak temenni edilmelidir. Bölgeye siyasi ve ekonomik kalkınma getiremeyen rejimlerin kurumları bu vesile ve süreç ile uzun vadede değişip-dönüşmeli, orta vadedeki zihni hareketler ve değişimler buna alt yapıyı hazırlamalıdır. “Değişerek dönüşmek, dönüşürken kalkınmak, kalkındıkça özgürleşmek, özgürleşirken medenileşmek“ Arap Baharı’nın başlıca prensiplerinden olmalıdır.
Neticede, çağın ruhuna kendini dayatan hegemonik zihnin esas olarak “güç“ü, araç olarak “çatışmayı“ ve nihayet çıktı olarak “çıkar“ı öngören zihninin karşısına esas olarak “hak/hukuk“u, araç olarak “dayanışmayı“ ve çıktı olarak “erdem“i öne çıkaran bir kavram mantığı ile karşılık verilmedikçe, bunun ötesinde iftiraklar, cehaletler ve fukaralıklar sarmalından kurtulunamadıkça Akif’in bahsettiği bu çıkılmaz sokakta bilmem daha kaç devrim eskitir de bu köhne Ortadoğu ona ortaçağlılık yaftası yapıştıranların ötekisi olmaktan kurtulamaz.
[1] İsmet Zeki Eyuboğlu, Nietzsche Eylem Ödevi, İstanbul, 1997, s. 33.