Değer Üretimini Bankalarımız Yönetmeli / Teşvik Etmeli
Efendim öncelikle teşriflerinizden ötürü teşekkür ediyorum. Takip eden çalıştaylar şeklinde planlanan Kongre’nin yedi çalıştayı bugün ve yarın tamamlanmış olacak ilgili uzmanların, akademisyenlerin ve sektörden aktif çalışanların katkılarıyla... Ben şöyle bir genel ufuk turu yapmak istiyorum.
Geçen 4 yıl içerisinde projenin daha çok makro öngörülerle ilgili çalışmaları yapıldı. Bunlar “uluslararası ilişkiler“, “uluslararası güvenlik“, “iç siyaset“, “ekonomi, “eğitim, bilim, teknoloji“ ve “kültür“ ana başlıkları… Bunlar daha çok; bir ülke olmanın, devlet ve millet olmanın temel paragraflarıydı. Bununla ilgili yaklaşık 30 ilde valilerimizin liderliğinde toplantılar yapıldı. Ankara’da çeşitli kurumlarda, merkezi bakanlık düzeyinde toplantılar yapıldı.
İki temel perspektifi vardır bu projenin. Biri “katılımcılık“, diğeri “sürdürülebilirlik“… Çünkü biz Projeyle ilgili çalışmaları belirlerken, bütün paydaşlara ulaşmaya çalışıyoruz. Ülkenin sosyolojik gerçeklerini de göz ardı etmemek gerekiyor. Sadece uzman ve akademisyenlere ürettikleri kağıtların okunacağını ve bu kağıtlarla yola çıkılarak sorunların çözüleceğini düşünmek gibi bir - sosyolojik kamu yönetimi olduğunun - anlayışı içerisinde değiliz.
Dolayısıyla sürece katılacak olan her kesin mümkün olduğunca bu işi sahiplenmesini, hissetmesini ve katkı vermesini sağlamaya çalışmamız gerekiyor. Çünkü yakın tarihimiz çok önemli başarıların yok edildiği hatıralarla dolu… Bizim sosyolojik alt yapımız biraz kurtarıcı beklemeye; hükümetten, cumhurbaşkanından, başbakandan, başkandan, kimse önde giden daha çok ondan sorunların çözümünü beklemeye yönelik bir sosyoloji yaklaşımı olduğu için… Merkezî devletçilik, Türkiye’nin demokrasi eksikliği, birçok neden sıralanabilir. Ama sonuçta bir katılımcılığa ihtiyaç var bu hedeflerin başarıya ulaşması açısından.
Biz Anadolu’daki bütün toplantılarda hep şunu söyledik: “Kim en sağlam tutuyorsa, merkez orasıdır ve eğer bir kişi eksikse 2023 hedeflerine ulaşamayız.“ Bu çok idealist bir söz biliyorum ama mümkün olduğunca çıtayı yüksek tutmak gerekiyor ki, herkes kendi çerçevesi içerisinde sürece sahip çıksın. Çünkü yapılan araştırmalara göre kamu yönetiminde ortalama günlük verimli çalışma süresi 2,5 saattir. Bu Mısırda 27 dakika, Bazı Kuzey Avrupa ülkelerinde de 8 saat üzerinden 7,5 saat. Bu küçük ama önemi bir gösterge, o anlamda gitmemiz gereken çok fazla yol var.
Proje gelinen noktada özellikle 2011 Haziran seçimlerinde iktidar partisi AK Parti ile muhalefet partilerimizden MHP’nin seçim stratejisini - propagandasını 2023 konseptine oturtmasıyla daha çok popülerlik kazandı. Çünkü o tarihe kadar, yaklaşık 4-5 yıl önce biz çok da popüler olmayan ortamda bazen oldukça zorlanarak mesafe kat etmeye çalışmıştık. Siyasetin ilgisi, sürecin kurumsallaşması açısından çok önemli, zira karar alıcı mekanizmanın süreci benimsemesi hayati öneme sahip. Ama diğer açıdan, bir şey ne kadar popülerleşirse içeriğinin o kadar boşalması tehlikesi de var. Devam eden süreçte biz iki defa “makro belge“ yayınladık, siyasilerimiz değişik çerçevelerde makro öngörüler açıkladılar.
2011 Haziranından sonra biz şunu düşünmeye başladık: Proje’nin geldiği noktada sürece daha nitelikli katkıyı nasıl sağlayabiliriz. Şüphesiz bu büyük - makro - öngörülerin içerisinin doldurulması ile ilgili katkı sağlanabileceği konusunda ortak bir fikir ortaya çıktı ve 9 stratejik lokomotif sektör belirlendi. 2012 - 2013 yılları için bu sektörler üzerine çok sayıda çalışma yapmak, karar alıcılarla ortak toplantılar yapmak, brifingler vermek, gerekirse değişik ülkelerde sektörlerle ilgili araştırma projeleri gerçekleştirmek, büyük - küçük toplantılar yapmak, dolayısıyla hem 2 yılın sonunda bir etkileşim ortaya çıkarmak, hem sektörlerle ilgili literatüre yeni doneler kazandırmak, hem de kamu yönetiminde, özel sektörde ve medyamızda farkındalık oluşturmak şeklinde bu irade ortaya çıktı.
Bunların içinden 5 - 6 sektörle ilgili bugüne kadar önemli mesafe katedildi. Bugün de bir çalışma kongresi ile “Finans Bankacılık ve Kalkınma 2023 “çalışmalarının ilk çalıştayında birlikteyiz. Burada Şeker Bank’a “Finans Bankacılık ve Kalkınma 2023“ - ki bu toplantıyla sınırlı değil 2013 yılı sonuna kadar sürecek olan bir çok çalışma - için ana sponsor olarak katkı vermiş olmasından dolayı minnettarlık duyuyoruz.
“Düşünce Kuruluşları“ kavramı Türkiye’de çok yeni, yani yaklaşık 15 yıllık bir geçmişi var. Özellikle son 10 yılda aktif şekilde görünür olmaya başladılar. Ama yapısal ve kurumsal olarak çok ciddi eksiklikleri ve önlerinde aşmaları gereken çok uzun bir yol var. G20 ülkelerinin düşünce kuruluşları içerisinde en kötü olan iki ülkeden birisiyiz. Biri Suudi Arabistan, diğeri biziz. Ama çevremizdeki ülkelere baktığımız zaman; bu bir anlamda teselli, bir anlamda fırsat oluyor. Hepsine göre en iyi olduğumuz gözüküyor.
Bir örnek vermek gerekirse; Ocak 2012’de yapılan bir araştırmaya göre ABD`de 1.770 düşünce kuruluşu var. Bunun sadece 100’ü dış politika ağırlıklı, kalan 1.670’i çok farklı sektörlerde çalışıyor. Dolayısıyla bu 1.670 düşünce kuruluşu, sadece sektör aktörlerince bilinen - çok da popüler olmayan - kurumlar. Bilgi, bilgi üretme, strateji düşünce üretme konusunda kurumsallaşmanın ne kadar güçlü olduğunu gösterme açısından önemli bir örnek.
Şu anda bizde sektörel düşünce kuruluşu olmadığı söylenebilir. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliğinin kurduğu üniversitenin ekonomi odaklı bir düşünce kuruluşu var ama onlar da dış politika dahil bir çok konuyla ilgileniyorlar. Biz şöyle bir perspektifi de ortaya koymaya çalıştık: bu 9 stratejik ve ekonomik sektörde 2 yıl sonunda birçok çalışma ortaya çıkacak, yeni doneler kazandırılacak ve bir altyapı ortaya çıkacak. Dolayısıyla bu altyapıdan yola çıkarak, her bir sektör çalışmasının sonunda birer sektörel düşünce kuruluşuna dönüşmesini hedefliyoruz, ama başarıp başarmayacağımızı zaman gösterecek...
Burada da yaklaşımımız bu düşünce kuruluşlarını TASAM`ın bünyesinde kurulması değil! Bir şekilde ülkeye yararlı olacak şekilde kurulsun, ama kim kurarsa kursun.
Proje ve TASAM`la ilgili böyle bir genel özet yaptıktan sonra asıl konuya gelmek istiyorum. Yaşadığımız dünya nerede durduğumuz, ne yapmamız gerektiği konusunda bize önemli fikir veriyor. Ortaya çıkan bu dünya tablosu içinde nasıl bir iç ve dış kapasite inşa etmemiz konusunda bir fikir... Dünyanın en yeni paradigması “çok boyutluluk - çok kutupluluk“. Dolayısıyla Sovyetler Birliği dağılana kadar “iki kutuplu“, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra “tek kutuplu“ dünya anlayışı içinde politika üretmeye, rekabet şartları belirlemeye alışmış olan uluslararası sistem, büyük devletler, uluslararası örgütler bu çok kutuplu rekabet ortamı içinde adeta bir travma yaşıyorlar ve bunun izlerini son 10 yılda hep birlikte yaşıyoruz. Bir çok stratejistin de ittifakla kabul ettiği üzere son 10 yılda yaşanan gelişmeler geçmişte yaşanan 100 yıllık gelişmelere eşit. Bu sofistike rekabetin nasıl evrileceği, üzerimize nasıl geleceği konusunda açıkcası çok temkinli olmakta yarar olduğu düşüncesindeyim. Çünkü yeni dönemin bir çok parametresi var.
Hızla geçmek gerekirse, entegrasyonun çok önemli bir parametre olduğu ve Avrupa Birliğini model alan bütün dünyada çok değişik enteqrasyon çalışmalarının olduğunu, hatta bir Asya Birliğinin bile pişirilmeye çalışıldığını söylemekte fayda var.
Mikro milliyetçiliğin önemli bir risk ve yeni bir parametre olarak ortaya çıktığını, bunun Güney Sudan, Libya, Mali ,belki Irak, Suriye gibi değişik ülkelere sıçrayarak devam edebileceğini ortaya koyan gelişmeler var. İzninizle altını çiziyorum; önümüzdeki on yıl içerisinde BM`deki üye ülke sayısı kadar yeni üye ülke eklenebileceği ile ilgili güçlü bir öngörü ve bunu teyit eden önemli gelişmeler var. Uluslararası sistem şu anda bazı küçük aksamalar da olsa çalışıyor. Her hangi bir kriz - kaos anında bu mikro milliyetçiliğin ne boyutlara varabileceği konusunda çok ciddi öngörülerde bulunmak mümkün değil. Bu alanda Türkiye’nin de kendine göre risk ve fırsat analizleri var ve bu risklerin herhangi bir olumsuzluğa dönüşmemesi için hepimize önemli görevler düşüyor.
Bir diğer yeni parametre de öngörülebilirlik çağının bitip tahmin edilebilirlik çağının başlamış olması. NATO da bu çerçevede konsept belgesini yayımladı. NATO`da ülkemizi Akil Kişi olarak temsil eden, Proje’nin Akil Kişiler Kurulu Üyesi Sayın Büyükelçi Ümit PAMİR’ de aramızda. Dolayısıyla bu kadar yoğun bir rekabet ortamı içerisinde artık öngörülebilirlik mümkün değil ve bitmeyen sürekli kriz yönetimi anlayışı bütün uluslararası sistemde, devletlerde hakim. Önceden birkaç yıllık zaman hataları telafi edilebiliyorken, bugün birkaç saatlik hataların telafi edilememeye başladığını görüyoruz.
Sürekli kriz yönetiminin altını özellikle çizmek istiyorum. Bir örnek vermek gerekirse; Çin’in bilinen veya tahmin edilen eğitilmiş insan nüfusu 450 milyon kişi, fakat 27 üyeli AB`nin toplam nüfusu 450 milyon kişi. Yarıştaki rekabeti görmek açısından biraz karamsar olmakta fayda olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu rekabetin neye dönüşeceği ve bir süre sonra katlanarak çarpan etkisiyle nasıl yıkıcı bir hale geleceği konusunda çok ciddi öngörülerde bulunmamız gerektiğini düşünüyorum.
Yine çok basit bir örneği sizinle paylaşmak isterim. Bildiğiniz gibi 2012 - 2013 yıllarında karşılıklı olarak Türkiye ve Çin arasında yıllar ilan edildi; Çin’de “Türkiye Yılı“, Türkiye’de “Çin Yılı“. Bunun tanıtımı için Türkiyede bir program organize ederek Türk - Çin ilişkilerini geliştirip katkı sunmaya çalışan bir arkadaşımız, bu organizasyon için 150 kişi geldiğini ve Çin tarafının bu 150 kişi için sadece 50 yatak ayarlanmasını istediklerini, sekizer saat arayla bir çalışma programı yaparak bu yatakları kullanacaklarını, dolayısıyla 150 oda veya 150 yatak alarak masraf etmemesini istediklerini söylediler. Şimdi biz en yakın arkadaşımızla bile aynı odada kalmıyoruz. Yani çok basit bir örnek, ama rekabetin agresifliği açısından, hatta bazen kuralsızlığı açısından önemli...
Bu rekabet Çin’i, Hindistan’ı, Rusya’yı da, bir çok bölgesel güçleri, geleneksel güçleri de hesaba kattığınızda çok agresif, çok öngörülemez bir yöne doğru gidiyor ve bu da şu sonucu ortaya çıkarıyor: Dünyada ekonomi başta olmak üzere bütün dengelerin yeniden tanımlandığı bir dönemi yaşıyoruz. Bu çalkantılı ve türbülanslı bir dönem, bunun işaretlerini 2008`de başlayan finansal krizde, sonrasında yakın bölgemizde başlayan Arap Baharı denilen süreçte hızlı bir şekilde yaşıyoruz. Türkiye olarak bu çok boyutlu sofistike rekabet içinde ne yapmamız gerektiğini düşündüğümüzde; bizim içeride ve dışarıda çok büyük kapasite inşasına hatta gerekirse söylemlerimizi de bir miktar düşürmeye ihtiyacımız olduğunu görüyoruz reelpolitik ve sağduyu açısından... Elbette söylemlerin küçülmesi - büyümesi daha çok karar alıcıların, siyasilerin karar vereceği bir şey.
Ancak hep şunu ifade ediyoruz ki; Türkiye’nin aşması gereken zihinsel eşik, “insan kaynağının niteliği“ sorunu. Ülkemiz “insan kaynağının niteliği“ sorununu - sadece M.E.B. değil - her sektörde aşabilirse, hem bir bölgesel güç olarak şekillenecek hem de dünyada yeni bir siyasi aktör olarak ortaya çıkacak. Ama bunu başaramazsa, çevre ülkeden bir uyduya mı yoksa bir bölgesel güce mi dönüşecek? Bu ikisinin arasında ince bir çizgi üzerinde durduğumuzu görmemiz gerektiği kanaatindeyim. Bu alanda hepimize çok büyük görevler düşüyor.
Türkiye insan kaynağının niteliğini değiştirerek, daha fazla katma değer üreten ekonomik altyapıya geçmelidir. Burada finans ve bankacılık sistemimizin - sektörümüzün de bu sürecin aktörleri olarak en hayati rollerden birini üstlendiğini söylemekte fayda var. Örneğin 2023 yılı için ilk 10 büyük ekonomi arasına girmek ve 500 milyar dolar ihracat yapmak gibi bir hedefimiz var. Bu hepimizin gururunu okşuyor. Ama mevcut ithalat - ihracat dengesi ve yürüyen sistematiğe baktığımız zaman - 2023’te daha olumlu olacağı öngörülerek söyleniyor ama mevcut bugünkü tabloya bakarak söylediğimizde - 500 milyar dolar ihracat yapabilmemiz için 900 milyar dolar ithalat yapmamız gerekiyor. 50 milyar dolarını turizmden - gayrı resmi girişlerden karşıladığımızı düşündüğümüzde 350 milyar dolar gibi bir açık çıkıyor ki, bunu bir yıl bile finanse etmek mümkün değil.
Bankalardaki Türkiye’nin toplam mevduatı yaklaşık 400 milyar dolar. Dolayısıyla Türkiye’nin katma değer üreten bir anlayışla içeride ve dışarıda kapasite inşasını güçlendirmesi gerekiyor. Çünkü mevcut tüketime ve cari açığa dayalı bir büyüme ve tüketimden alınan vergilerle finanse edilen kamu maliyesi üçgeni orta ve uzun vadede sürdürülmesi çok zor ve çok riskli bir formül. Bunu siyasi irademiz ve hükümetimiz de görmüş olmalı. Zira son dönemde hem Merkez Bankası ayağında hem hükümet çalışmalarında hem de son açıklanan teşvik paketiyle ilgili çalışmalarda bu değer üretimini teşvik edecek bir yapılanmaya doğru gidildiği anlaşılıyor…
Türkiye’nin mevcut kısır döngüden çıkarak daha çok değer üreten bir anlayışa geçmesi gerekiyor. Türkiye’de mülkiyetin korunması konusunda da çok önemli zihinsel eşikler var. Yani yabancı sermayeye karşı olma anlamında değil, ama millî bir devlet olmanın, bir ülke olmanın gerektirdiği tarihî sorumluluklar açısından da belli yüzdeliklerin korunması noktasında da bazı mecburiyetler var.
Yaşadığımız çevre açısından da, üretilen dış politika açısından da, dış kapasite inşası açısından da yapmamız gereken çok şey var. Çünkü sonuçta sadece Büyükelçilik açarak, sadece Dışişleri Bakanlığımızın aktif faaliyetiyle Türkiye dışarıda etkili olamaz. Bunu takip eden oyuncuların gücüyle, kararlılığıyla ve kapasite inşasıyla güçlü kılınabilir. Bunlar ekonomimiz, iş adamlarımız, bankalarımız, sivil toplum kuruluşlarımız, düşünce kuruluşlarımız, üniversitelerimizdir… Her sektörden oyuncunun bu dış politika söylemlerinin kurumsallaşması açısından çok yoğun aktif bir faaliyet göstermesi gerekiyor.
Geçenlerde önemli bir bankamızın temsilcileri ile bir toplantı yapmıştık. Orada da bu konu gündeme gelmişti. Arap Baharı süreci ile ilgili Türkiye’nin ekonomik çevrelerinin alması gereken pozisyonun ne olduğunu konuştuk Türkiye’nin kendi konumunu doğru netleştirmesi açısından. Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Güney Asya bölgelerindeki ilgili ülkelerde Batılı ülkelerin üç temel amacını görüyoruz. Bir tanesi yeni, liberal, ekonomik bir kuşak oluşturmak. Çünkü sıkışan Batılı ekonomiler açısından bir genişlemeye ihtiyaç var. İkincisi bu liberal ekonomik kuşağa bağlı olarak bir güvenlik kuşağı oluşturmak (özellikle Avrupa’nın güneyi için). Üçüncüsü de bu ikisinin toplamında Rusya ve Çin’i mümkün olduğunca yalnızlaştırmak. Keza Rusya ve Çin’in izole edilmesi konusundaki restleşmenin Suriye üzerinden çok bariz hale geldiğini hep birlikte görüyoruz.
Doğu’daki Rusya, Çin, İran gibi yeni güçlerin bu süreçte endişesi ne? Bir tanesi bu toplumsal olayların kendilerine sıçramasından büyük endişe duyuyorlar. Çünkü toplumsal altyapıları ve demokratik kültürleri zayıf. İkincisi de bu “bahar“ yaşanan, devrim yaşanan ülkelerdeki kendi kurumsal ülke menfaatlerinin tasfiyesinden büyük ölçüde çekiniyorlar Suriye’ye kadar mümkün olduğunca sessiz kaldılar ama Suriye’den sonra bir kamplaşma olduğunu görüyoruz. Doğulu ve Batılı ülkelerin bu hesaplar içinde bizim Türkiye’ye - ki bunun bankacılıkla ne ilgisi olduğuna geleceğim - biçtiğimiz rol şu: Hem Doğulu ülkelerin, hem Batılı ülkelerin bu çerçevedeki hesaplarını iyi analiz ederek Türkiye’nin yapması gereken, herhangi bir şekilde taraf olmak veya Batılı ülkelerin Truva atı gibi algılanmak değil devlet tecrübesiyle, tarihiyle, birikimiyle, tarihî sorumluluklarıyla bu ülkelerin bu süreçleri kazasız - belasız, iç savaşa yol açmadan, uzun - acılı - kaoslu dönemlere yol açmadan atlatmalarına yardımcı olmaktır.
Burada en büyük yardımın yapılabileceği alanlardan birisi de ekonomik dönüşümün sağlıklı olarak sağlanmasıdır. Bu hem o ülkelerin menfaatine, hem bizim ekonomik genişlememiz ve güçlenmemiz açısından bizim menfaatimize. Mesela Mısır’ın özelleştirme süreciyle ilgili Amerikalıların yaklaşık 1.5 yıldır çok aktif olduklarına ve ilgili tasarruflarını da ciddi bir yere getirdiklerine yönelik duyumlarımız ve bilgilerimiz var. Bu anlamda bizim büyük şirketlerimizin Bölge’de hangi projelerle ilgilendikleri konusunda açıkçası pek fikir sahibi değiliz. Yine Mısır 80 milyonluk nüfusuyla çok güçlü bir iç pazar potansiyeli taşıyan, ekonomisi gelişmemiş, dönüşüme çok müsait bir ülke ve orada bugün bir birimle alınabilecek şirketlerin önümüzdeki bir kaç yıl içerisinde 10 birim, 20 birim değere ulaşabilme ihtimalinin çok yüksek olduğu bir ülke…
Türkiye’nin derinleşmesi gerekiyor. Sadece kolay ikame edilir ticari malların ihracatı ile değil, derinliği olan, teknolojisi olan ve mülkiyet transferi de içeren bir ekonomik açılım noktasında bankalarımıza, finans kesimine çok büyük görevler düştüğü kanaatindeyim. Bunu iki yolla yapabilirler; kendileri direkt bu anlamda yatırım yaparak yahut müşterilerinin bu anlamda genişlemesini teşvik ederek. Alanla ilgili uzmanlığım olmadığı için haddimi aşmak istemiyorum ama sadece para satmak şeklinde bir bankacılık anlayışının kalmadığını düşünüyorum artık. Yani pastayı büyütmek, pastanın niteliğini büyütmek ve bu pastadan hep birlikte pay almak için. Kim pay alacak? Girişimci, banka, devlet, toplum, çalışanlar…
Her kesimin ortaya çıkacak nitelikten pay alması temel ölçü olduğuna göre finans ve bankacılık kesimimizin; tasarruf oranı çok düşük ve mevduat artışı belli ölçüde kilitlenmiş olan, yıllık tasarrufu cari açığı öde(ye)meyen bir ülke profilinde bütün bu bankacılık ve finans sitemindeki var olan üstün konumumuzu ileri bir aşamaya geçirmesinin, nitelik değişimi ve değer artışını sağlamasıyla mümkün olacağını, bu anlamda banka ve finans kurumlarımızın kendi iç işleyişleri ve üstlenecekleri sosyal sorumluluk projeleri gibi birçok çalışmayla sürecin güçlenmesine destek vereceklerini düşünüyorum.
Örneğin Afrika’da yeni bir trend var; özellikle Çin bunun başını çekiyor, Brezilya onu takip ediyor. Çinli girişimciler Afrika’da ülke büyüklüğündeki toprakları tarım için 49 yıllığına çok komik rakamlarla kiralıyorlar. Yetiştirilecek ürünleri oradaki iç pazara değil, Çin’e veya ilgili firmanın Çin dışındaki ihracat bağlantılarına göndermek üzere bu anlaşmalar yapılıyor. 49 yıl sonra o toprak ne hale gelecek veya Çin o topraklardan çıkacak mı bu da ayrı bir bahis. Bunu “yeni kolonializm“ diye isimlendirenler de var. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığıyla yaptığımız görüşmelerde bu konuyu gündemlerine almalarına katkı sağladık.
Türkiye’nin sahip olduğu nüfus, tarım altyapısı, toprak altyapısı ve hedeflediği turizm ziyaretçi sayısı açısından önümüzdeki yıllarda tarımda çok ciddi bir kapasite artışına ihtiyacı var ve mutlaka bir dış perspektif bulmak zorunda. Bu Orta Asya Türk Cumhuriyetleri olabilir - Afrika ülkeleri olabilir. Ama bunun siyasi iradeler arasında yapılacak olan bir takım anlaşmalarla altyapısının sağlanıp girişimcinin oraya girmesinin teşvik edilmesi gerekiyor. Finansman ayağında da bankalarımızın, finans kuruluşlarımızın buna benzer açılımları - tarımı örnek olarak verdim - desteklemesi, teşvik etmesi, bu anlamda saha analizleri - araştırmaları yapması konusunda büyük ihtiyaç olduğu kanaatindeyim…
Bu ilk çalıştayın açılışında sizlerle birlikte olmaktan çok mutluyum. Emeği geçen arkadaşlarımıza, İhsan Toy Beyefendi’ye, Şeker Bank’tan Aybala Şimşek Hanımefendi’ye, TASAM’daki bütün arkadaşlara, Hazar Hanıma, Reyyan Hanıma, Prof. Dr. Hasan Selçuk Hocamıza, Prof. Dr. Erişah Arıcan Hocamıza, Prof. Dr. Sema Kalaycıoğlu ve tek tek ismini anamasam da emeği geçen herkese şükranlarımı arz ediyor, saygılar sunuyorum. Umarım 2013 yılının sonuna kadar daha birçok çalışmayla bu sürece hep birlikte önemli katkılarda bulunuruz. Tekrar teşekkür ediyorum.
19 Nisan 2012, İstanbul