Bugün sizlere Belçika’da yaşayan Türklerin sosyal ve ekonomik durumlarını anlatacağım, ama asıl konuya geçmeden önce izninizle biraz kendimden bahsetmek istiyorum, çünkü Belçika’da büyüdüm ve yaşanılan zorlukları birebir gözlemleme fırsatım oldu. Babam 1960’lı yıllarda Belçika’ya gelen ilk göçmenlerdendi, onunla birlikte altı yaşında Belçika’ya geldim. Gelişme çağımı Belçika’nın Gent şehrinde geçirdim ve yüksek eğitimi de orada tamamladım.
Bu dönemlerde, daha genç yaşlarda, bazı konulara olan hassasiyetimi fark ettim ve bu beni sosyal alanda aktif olmaya yönlendirdi. Gönüllü olarak entegrasyon amaçlı kadın derneklerinde çeşitli çalışmaları destekledim, örneğin okullarda veliler için tercümanlık yaptım. Bu konuda deneyimim arttıkça bu aktivitelerin aslında ciddi bir siyasi alt yapıya ihtiyacı olduğunu düşündüm ve böylelikle çalışmalarımı Meclise taşıdım. İki yıl kadar Gent şehrinde encümenlik yaptım, bunun üzerine yedi yıl senatör olarak görev aldım. Şu anda Brüksel’de Flaman Parlamentosunda milletvekili olarak yoluma devam etmekteyim.
Parlamentoda çalışmak, Belçika’da yaşayan Türklerle daha yakından ilgilenmek demekti, bu yüzden sizlere kısa bir tarihçe sunmak istiyorum ki, konumuzu ve sorunları daha iyi kavrayabilelim.
1950 yıllarında Belçika madenlerinde birçok İtalyan konuk işçi çalışmaktaydı. 1956 yılında Belçika’nın güneyinde bulunan Marcinelle şehrinde maden felaketi olunca, birçok İtalyan isçi hayatını kaybetti ve doğal olarak İtalyan hükümeti Belçika ile olan işçi anlaşmasını durdurmaya karar vermiştir. Belçika hükümeti yeni işçilerini bundan böyle Yunanistan, İspanya, Fas ve Türkiye’den almaya karar vermiştir.
İlk Türk işçileri 1960-1970 yıllarında Belçika’ya gelmiştir. Bu işçilerin büyük bir kısmı Limburg ve Wallon bölgelerinde bulunan maden ocaklarında çalışmaya başlamıştır. Diğer kısmı da büyük şehirlerdeki tekstil fabrikalarında işe başlamıştır. Aslında ilk göç başlandığı zamanlarda bunun geçici bir dönem olacağı düşünülmüştü. Göçmen işçiler para kazanıp Türkiye’ye temelli dönüş yapma fikrindeydi, ama gerçekte böyle olmadı. Aile birleştirme yasasıyla, göçmen topluluğunda artış olunca, Belçika devleti 1974’te göç anlaşmasına son verme kararı almıştır. Sonuç olarak işçi vatandaşların 70% Türkiye’ye geri dönme isteğinden vazgeçmiştir. Aslında tam olarak bu sebepten dolayı Belçika’ya gelmiş, daha sonra orada kalmış ve kendilerine bir hayat yolu çizmiş olan Türk vatandaşlarına hala göçebe demek yanıltıcı olmaktadır, daha doğru bir yaklaşım yeni Belçikalılar olabilir.
Yeni Belçikalılar beraberinde getirdiği yenilikler ve sosyo-kültürel istekler, yerli vatandaş ve Belçika hükümeti için zorlayıcı olmuştur, çünkü yaşanılan değişikliğe henüz hazır olmamaları ve alışamadıkları ortaya çıkmıştır. Onlar için göçmenlerle birlikte çeşitli yeni zorluklar belirmiştir. Aslında çoğunluğu olarak Hıristiyan olan Belçika’ya, Faslı göçmenlerle birlikte Türk vatandaşları İslam dinini getirmiş ve tanıtmışlardır.
Bir diğer zorluk ise çoğu göçmen Türklerin ayni yöre ve kesimlerden gelmeleriydi. Bu daha sonra Belçika da yaşarken bir ara da iç içe kalmaları ve beraberinde tam olarak Belçika da ki yaşam tarzına adapte olamamalarını getirmiştir. Bu sebep her iki taraf için, özellikle gelecek nesilleri etkileyecek ciddi sıkıntılar yaratacaktır. Örneğin, gençlerimiz Flamancaya ve Fransızcaya yeterince hakim olamamaktadır ve bu durum Belçikalı vatandaşlarla sağlıklı iletişim kurulmamalarına yol açmaktadır.
Burada bir parantez açıp biraz da Belçika’nın kendisinden bahsetmek isterim. Belçika politik açıdan çok karmaşık bir ülkedir; Flaman, Fransız ve Alman bölümleri olarak üç ayrı topluluğa ayrılmaktadır ve bu topluluklar yönettikleri bölgelere göre birbirinden ayrı ve bağımsız olarak farklı çalışmaktadırlar. Bunun yanı sıra, hükümeti federal sistem ile yürütülmektedir. Mevcut Belçika hükümeti, bu sebepten dolayı göçebelerin hukuki haklarını savunmalarında zorluk yaratmaktadır.
Şimdi parantezi kapatmak istiyorum ve asıl konumuza yani göçmen Türklere dönmek istiyorum. Göç yıllarının başlarında göçmenlerin ve ailelerinin Belçika’ya uyumlu bir şekilde dahil edilmeleri zorluklarla geçti. 1960’lı yılların ortalarından 1980’li yılların sonuna kadar göç politikalarından bahsetmek dahi söz konusu değildi. Ancak küçük çaplı, gönüllü olarak çalışan mahalli inisiyatifle bulunuyordu. Göçmenlerle ilgilenen ulusal veya bölgesel hiçbir koordinasyon yoktu. Bu gönüllü derneklerden seksenli yıllarda yeni bir sektör oluşmaya başladı; temel eğitim. Bununla birlikte profesyonel bir şekilde dil kursları düzenlenmeye başlanıldı. Göçmenlerin uyum sağlaması ve kendini daha iyi ifade edebilmeleri için büyük bir adım oldu.
1980’li yılların sonunda genç göçmenler hoşnutsuzluklarını sokaklara protesto eylemleri yaparak belli etti. Bu, şiddet içeren olayların yaşanmasına yol açtı. Yaşananlar Belçika siyasetçilerinin göçmen sorununun farkına varmalarına ve sorunun kökleri daha derinde olduğunu anlamaya sebep oldu ki protesto eylemlerinin çeşitli ve gayet geçerli sebepleri vardı, örneğin göçmenler aynı mahallelere yerleştirilmişlerdi ve bu gettolaşmaya sebep oldu. Buna bağlı olarak, okullar da sadece belli bir grubun çoğunluğuyla oluşmaktaydı. Yani çoğunlukla Türk veya çoğunlukla Faslı çocuklar gibi ve bu okullarda da Flamanca ve Fransızca dillerinin öğretilmesine engel olmaktaydı. Belçika’da yaşamalarına devam etmek için gerekli olan Fransızca veya Flamancayı tam olarak öğrenmemiş ve dile hakim olamamışlardır. Söz konusu eksikliğin telafi edilmesi pek mümkün değildi.
Aslında aynı sebepler yüksek öğretime geçiş yapmakta da zorluklar yaşattı. Fakat bunun sebebi sadece dil yetersizliği tam olarak geçerli bir neden değildir, aynı zamanda okul danışmanlarının sunduğu olumsuz önerilerdi. Genel olarak göçmen öğrencilerinin yüksek eğitim almalarını tavsiye etmiyorlardı, yani burada gençlerimiz açık bir ayrımcılık ve belki tabiri caiz ise ırkçılık yaşamışlardır. Irkçılık sadece eğitim hayatlarında kalmamış aynı zamanda iş hayatlarına da fazlasıyla yansımıştır. Bu konuları tartışmak ve üzerinde çalışmak üzere, ancak yarım asır sonra, entegrasyon merkezleri olarak adlandırılan merkezler açılmaya başlanmıştır.
Aslında 1974 yılında göçebe projesi sonlanmasına rağmen, Türk vatandaşlarını entegre etme amacıyla yeni projeler üretilmektedir. Buna rağmen birinci ve ikinci kuşak Türker evlenmek için eşlerini Türkiye’den getirmeyi tercih etmeleri aynı sorunun etrafında dönmeye, yani tekrarlanmasına sebep olmuştur.
2010 yılında artık dördüncü nesilden bahsetmem mümkün ve maalesef göç tarihine bakarak durumun pek de iç açıcı olduğunu söylemek mümkün değildir. Hâlâ eğitim ve istihdam alanında önümüzde aşmamız gereken çok uzun bir yol var. Bu iki konuyu biraz daha açmak istiyorum.
Ekonomik açıdan Avrupa’daki Türkler son derece önemlidir, çünkü büyük sayıda tüketici topluluğu oluşturmaktadır. Kırk yıl önce gelen Türklerin tek bir amaçları vardı: mümkün oldukça çok para kazanmak, Türkiye’de yatırım yapmak veya Türkiye’deki ailelerine maddi yardım sağlamak. Daha sonra aile birleşme yasasıyla bu düşünceler değişmeye başladı. Gurbetçilerin eşleri ve çocukları da Belçika’ya geldikten sonra tüketimde ciddi artışlar oldu. Türkler yavaş yavaş işyerlerine, mal mülk sahibi olmaya başlıyorlardı. Sosyal ve kültürel faaliyetler de hız kazandı. Artık çocuklar da Belçika’da doğmuş olup, orada okula gidiyorlardı. İlk Türk doktorları, avukatları, mühendisleri, öğretmenleri mezun oluyordu. Belçika artık birçok göçmen için ikinci bir yurt olmaya başlıyordu. Bu vatandaşlar artik ülkelerine geri dönme düşüncesinden vazgeçiyorlardı.
Aslında tahmin edildiği üzere durum tozpembe değildir ve aksine Türk vatandaşlarımızın aşması gereken hala çok sorunlar vardır. 2001’in verilerine göre, sadece 3.767.000 Türk vatandaşın 32,8% iş sahibidir. Bu rakamlar vatandaşlarımızın çoğunluluğun işsizlik sorunu yaşadığını göstermektedir. Bunun sebeplerinden sadece bir kaç tanesi: 1) kadınlarımızın büyük bir bölümünün çalışamaması 2) işverenlerin ırkçı yaklaşımı 3) gençlerimiz arasındaki yüksek oranda eğitimsizlik ve haliyle işsizlik.
Maalesef, ikinci nesil Türklerini yüksek makamlarda görme ihtimali çok düşüktür. Vatandaşlarımız daha çok eğitim gerektirmeyen işlerde yer almaktadır. Bu yüzden eğitimin öneminin altını çizmek isterim ve biraz daha bu konuya değinmek isterim. Eğitimde ciddi ve zaman geçtikçe büyüyen bir eksiklik ve bir sıkıntı vardır. Yabancı uyruklu öğrencilerin yüksek eğitime ilgisi yetersizdir. Yüksek öğretim gören Türklerin sayısı sadece 2%. Söz konusu rakam, iç acıtıcıdır. Bunun sebeplerinden sadece bir tanesi, iş bulmakta zaten ırkçılıkla karşılaşacaklarını düşündükleri için, gençlerin bu yolda emek sarf etme gereği bile duymamalarıdır. Bazı gençlerin ise lise diplomaları olmadığından yüksek öğretime başvuramamaklarını görmekteyiz. Araştırmalara göre işsiz ailelerin çocuklarının okuldaki performansının, iş sahibi olan ailelerin çocuklarına göre daha düşük olduğu görülmektedir.
İşsizliğin ve eğitimin seviyesinin düşüklüğünün muhakkak ayrımcılıkla da ilgisi vardır. Bu ayrımcılık şirketlerde ve okullarda da görülebiliyor. Bundan önce de belirttiğim gibi, pms-merkezlerinde ayrımcılık yaparak öğrencilerin, yüksek öğretime devam etme noktalarında engel olmaya çalıştıkları teşkil etmiştir. Konunun derinine inmek gerekirse, gelen ilk göçmen topluluğu küçük bir topluluk olduğu için ayrımcılığa uğraması bu kadar mümkün değildi. İkinci neslin gelmesiyle birlikte bu durum değişti ve yeni gelenlere karşı tutumlarda değişmeye başladı. Bu toplum meslek konusunda dışlandı. Türk insanına iş verilmedi, bazı kahvehanelerde girmeleri engellenmiştir. 1981 yılına kadar ırkçılık üzerine fazla araştırma yapılmamıştır, ama bu yıl ırkçılığa karşı yasa parlamentoda kabul edilmiştir.
Yasaya aykırı olan bütün eylemler bundan böyle sorgulanabilecek ve cezalandırabilecektir. Bu yasanın 10. yıl dönümünde eylemlerin 96% bir ceza ile sonuçlandırılmadığı fark edilince, bu yasa tartışılmış ve haliyle 1994 yılında bazı yeni terimler eklenmiştir. Daha sonra 2003 yılında tekrar gözden geçirilip yine değiştirilmiştir. Bundan böyle ırkçılık yapan kişi ırkçılık yapmadığına dair ispat öne sürmekle hükümlüdür. Ayrıca ırkçılığa teşvik etmek de yasal olarak suç olarak tanımlanmaktadır. Irkçılığa teşvik eden siyasi partilerde kapatılmakla karşı karşıya kalacaktır.
Irkçılıkla ilgili şikâyetlerinin sayısı arttıkça, bağımsız ve eşit hakları savunan bir kuruma ihtiyaç olduğu fark edildi. Böylelikle 1993 yılında “Eşit Haklar ve Irkçılığa karşı“ bir kurum kurulmuştur. Irkçılığa maruz kalan vatandaşlar bundan böyle bu merkezlere gidip şikayette bulunabiliyor.
Maalesef, günümüzde ırkçılık hala çok güncel bir temadır. Çok yakın bir geçmişte iş kurumlarının 9/10 yabancı uyruklu vatandaşların reddedildikleri ortaya çıkmıştır. Bunun sebebi ise işverenlerin iş kurumlarından bunu rica etmesidir. Irkçılığın hâlâ her dalda yüzeye çıktığı,“Zwartboek Discriminatie“ adlı kitapta daha derin ele alınıyor. Bu kitap, eğitimde yapılan ırkçılık ve haksızlıkları gerçek yaşanmış hikâyelerle, öğrencilerin ağzından bire bir anlatıyor.