Tarım sektörünü koruyan hemen her ülkenin, gıda güvencesini sağlama endişesi ön plandadır. Ele güne kötü günde muhtaç olmamak için toprak ve iklim koşulları el verdiğince, (günümüzde) teknolojik imkanların da seferber edilmesi ile mümkün olan ürün çeşitliliğinin sağlanması ve bu amaçla, (makinalaşmanın ötesinde) belli bir sayıda insanın tarım sektörlerinde kalmasının sağlanması, ülkeler için önemli bir hedeftir.
Gerçekçi ve Romantik bir Özlemle Koruma
Ayrıca geleneksel bir sektör olarak tarım, insanların kopmak istemedikleri bir geçmişle bağlarını sürdürecek kadar önemli olup, bu romantik yaklaşımın izdüşümünü, şiirde- şarkıda, edebiyatta ve resimde de görmek mümkündür. Aubois(obua) ve flüt Batı müziğinde kırların büyüsünü kulaklarda çınlatır. Bağlama, saz ve kaval de bizim köy türkülerimizin vazgeçilmezidir. Van Gogh’un çayırlarındaki renk ve ufuk, Çoban Ressam(Süleyman Şahin) tablolarındaki köy evleri ve kadınları, tarımın insanlık için ortak değerinin sanata yansımasıdır. Ama Van Gogh Ayçicekleri’ni vazoda, Çoban Ressam ise tarlada sunar. Şunu kabul edelim ki, kırlar ile ilgili romantik duyguları hala yüreklerinde taşıyan ülkeler, bugün aynı zamanda tarım kesimlerini en iyi yöntemlerle koruyan ülkeler. Bunların da hala gelişmiş-sanayileşmiş Batı (başta AB olmak üzere) ve Japonya olması, pek tesadüf değil.
Oysa halkını geçmişte “ya asker, ya reçber“ diye ayıran ve uzun yıllar fütuhatla ganimet elde etmeyi, üretkenliğe tercih ederken, daha sonra sanayileşmeyi de ithal ederek, öncelikli hedef haline getiren ülkelerin, tarım kesimlerini yeterince koruyamamaları, hatta ihmal etmeleri de tesadüf gibi gözükmemektedir. Bir impartorluk enkazını devralan Cumhuriyet dönemi, Türkiye’de “efendi köylü“ yü överek bir gerçeği yakalamıştır. Ama Türkiye’nin hızlı kalkınma yıllarında tarım, o romantik bağdan koptuğu için, hem içerde ihmal edilmiş, hem de dışarıya karşı yeterince ve iyi korunamamıştır.
Anadolu toprakları da savaş görmüştür, bugün bünyesinde AB gibi bir tarım devini barındıran Avrupa toprakları da. Ama bugün Avrupa, uzun yıllar gözü gibi baktığı ve dış rekabete karşı özenle koruduğu tarımda, ürün fazlaları yaratmış, özgün ürün çeşitleri ayırt etmiş, küçücük Avrupa ülkeleri patateste, soğanda, zeytinde, yağ tohumlarında ihracat şampiyonu olmuştur. İşte bu farkı tefrik etmek, neden Türkiye başta hayvancılık olmak üzere, buğdayda, hatta, neredeyse patateste bile ithalata muhtaç hale geldi diye düşünmek gerekir.
Bir Yaklaşım Değişimi Gerek
İsviçre, çukulatanın, saat, keman, çelik ve elektrot sanayiinin kralı, göl kıyısından yönettiği Akdeniz Gemi Taşımacılığının (MSC) kaptanı. Ama önce meyva ve sebze üreticisi. Dağların kızı Haidi’nin güttüğü besili ineklerin yayıldığı yayla ve İsviçre peynirinin üretildiği mandıra. Uluslararası anlaşmaların imzalandığı, Montreux gibi şehirlerinde, üzüm bağları ve şarapçılık, Lausanne çevresinde Kanola yağ bitkisi tarlaları göz alabildiğine uzanıyor. Orada da tarım güzel, özel ve adeta kutsal. Avusturya belki ömrümde yediğim en lezzetli organik yeşil salata ve marulu, hemen Vienna’nın yamacındaki kırsalda üretiyor. Grinzing’deki çayırlarda kuzular otluyor. İngiltere’de Malborough Dükü, eski başbakan Winston Churchill’in malikanesi olan Blenham sarayının çevresinde de öyle. ABD de, Orta Batı’da ki büyük Mısır ve küçük-büyük baş hayvan çiftlikleri ile sütçülük yapan eyaletlerin zenginliğini de unutmayalım. Durum böyleyken Türkiye’nin tarım ile arası neden düzelmedi diye sorduğumda yine cevap olarak o romantik özlem eksikliği ile politika tercihi hatalarını buluyorum. Sapanca’nın kiraz bahçeleri nasıl ikinci konuta döndü de, gölü kirletmeye başladı. Trakya’nın alabildiğine ayçiçeği tarlalarında artık Çoban Ressam’ın ayçiçekleri yok. Evler ve oteller var. Tarımla kopan bağımızın bedeli sıkışan kara trafiği, azalan tarımsal üretim ve artan tarımsal ürün ithalatı.
1970 lı yıllarda, Willy Brant hükümetinde de bakanlık yapan ve daha sonra AET de Komisyon üyesi olan Profesör Ralph Dahrendorf, “Türkiye AET nin manavı olabilir“ dediğinde, burada kıyametler kopmuş, Türklere ve Türk zekasına hakaret ettiği iddiaları havalarda uçuşmuştu. Çünkü o sıralar ithal ikamesi sanayi dalları üzerine yoğunlaşmayı, tarımdan kopmanın bahanesi olarak görmekteydik. Köyden kopan insanımız hem büyük kent ve sanayi merkezlerine, hem de önce Dahrendorf’un vatanı Almanya’ya ve sonra onun sonradan tavattun ettiği Belçika’ya aktı, aktı. Türkiye tarımı kaybetti. Biz bugün bile hala ne kaybettiğimizin farkında değiliz.
AB Ortak Tarım Politikasına Uyum Çabaları ve “Domates“
Tarımın korunması, korumacılık uygulamalarında başlı başlına bir fasıldır. Bu önemli koruma, hem yurt içinde bitki ve hayvan türlerinin, ağaçların, toprak, su ve maden kaynaklarının miktar, sağlık ve insan sağlığı etkilerini kollama, denetleme, hem de tarım ürünü olarak kabul edilen tüm bu ürünlerin, dış rekabete karşı ulusal çıkar mülahazası ile korunması olarak düşünmektir. Bunun en iyi örneği ise 1970 li yıllardan itibaren yaşama geçirilmiş olan, Avrupa Ortak Tarım Politikasıdır.
Bizim tarımsal koruma yöntemlerimizde hep aksaklıklar vardı. Bunlar uzun süre, ürün kalitesi aleyhine işledi. Ama Gümrük Birliği Anlaşmasını takiben başladığımız, AB Ortak Tarım politikasına uyum çabalarında, daha sonra biraz yol katettik. En azından, korunmaya muhtaç ürün, hayvan, bio-çeşitlilik, genetik özellikleri ile oynanmaması gereken bitkiler, orman ve balıkçılık korumacılığı ile av yasakları gündemimize girdi. Sübvansiyonları makul düzeylere indirmeye çalıştık. Evet fındık, kuru üzüm, zeytin gibi geleneksel ürünlerden, demir-çelik ve tekstil ihracatına sıçramayı haklı gurur vesilesi yaptık. Ama aynı anda hem geleneksel, hem geleneksel olmayan, hem de ticari değeri olan tarım ürünlerine yoğunlaşmada yavaş davrandık. Standardları gözetmedik. Bu nedenle, haklı-haksız tarım ürünü ithal yasakları ile ve yaptırımlarla karşılaştık. Şimdi AB ilişkilerimiz askıda. Bu nedenle, bence zaten ihmale uğramış tarım yeni bir kayıp dönemecinde.
Öte yandan, Rusya ile şeker renk ilişkilerde, belki her “sorunun (bir şekilde) üstesinden geliyoruz“. Ama bir tek domates sorunlu. Haydi limonu henüz Gürcistan ve Kırım kıyılarındaki ılıman bölgede yeterince yetiştiremedikleri için almaya devam ediyor Rusya. Ama domates sorunu, hiç çözülemeyebilir. Neden mi? Çünkü Dağıstan, Rusya’nın bir başka yamacında bulunan, çiçeği burnunda domates üreticisi de ondan. Ama sera malıymış, ama Türk domatesi kadar lezzetli değilmiş. Olsun. Biz tarıma kendimiz önem vermiyorsak, domates gibi bir Türk tarım ürününe Rusya veya bir başka ülke neden önem versin ki? Dağıstan da rakip olur, başka bir ülke de.
Gerçekçi ve Romantik bir Özlemle Koruma
Ayrıca geleneksel bir sektör olarak tarım, insanların kopmak istemedikleri bir geçmişle bağlarını sürdürecek kadar önemli olup, bu romantik yaklaşımın izdüşümünü, şiirde- şarkıda, edebiyatta ve resimde de görmek mümkündür. Aubois(obua) ve flüt Batı müziğinde kırların büyüsünü kulaklarda çınlatır. Bağlama, saz ve kaval de bizim köy türkülerimizin vazgeçilmezidir. Van Gogh’un çayırlarındaki renk ve ufuk, Çoban Ressam(Süleyman Şahin) tablolarındaki köy evleri ve kadınları, tarımın insanlık için ortak değerinin sanata yansımasıdır. Ama Van Gogh Ayçicekleri’ni vazoda, Çoban Ressam ise tarlada sunar. Şunu kabul edelim ki, kırlar ile ilgili romantik duyguları hala yüreklerinde taşıyan ülkeler, bugün aynı zamanda tarım kesimlerini en iyi yöntemlerle koruyan ülkeler. Bunların da hala gelişmiş-sanayileşmiş Batı (başta AB olmak üzere) ve Japonya olması, pek tesadüf değil.
Oysa halkını geçmişte “ya asker, ya reçber“ diye ayıran ve uzun yıllar fütuhatla ganimet elde etmeyi, üretkenliğe tercih ederken, daha sonra sanayileşmeyi de ithal ederek, öncelikli hedef haline getiren ülkelerin, tarım kesimlerini yeterince koruyamamaları, hatta ihmal etmeleri de tesadüf gibi gözükmemektedir. Bir impartorluk enkazını devralan Cumhuriyet dönemi, Türkiye’de “efendi köylü“ yü överek bir gerçeği yakalamıştır. Ama Türkiye’nin hızlı kalkınma yıllarında tarım, o romantik bağdan koptuğu için, hem içerde ihmal edilmiş, hem de dışarıya karşı yeterince ve iyi korunamamıştır.
Anadolu toprakları da savaş görmüştür, bugün bünyesinde AB gibi bir tarım devini barındıran Avrupa toprakları da. Ama bugün Avrupa, uzun yıllar gözü gibi baktığı ve dış rekabete karşı özenle koruduğu tarımda, ürün fazlaları yaratmış, özgün ürün çeşitleri ayırt etmiş, küçücük Avrupa ülkeleri patateste, soğanda, zeytinde, yağ tohumlarında ihracat şampiyonu olmuştur. İşte bu farkı tefrik etmek, neden Türkiye başta hayvancılık olmak üzere, buğdayda, hatta, neredeyse patateste bile ithalata muhtaç hale geldi diye düşünmek gerekir.
Bir Yaklaşım Değişimi Gerek
İsviçre, çukulatanın, saat, keman, çelik ve elektrot sanayiinin kralı, göl kıyısından yönettiği Akdeniz Gemi Taşımacılığının (MSC) kaptanı. Ama önce meyva ve sebze üreticisi. Dağların kızı Haidi’nin güttüğü besili ineklerin yayıldığı yayla ve İsviçre peynirinin üretildiği mandıra. Uluslararası anlaşmaların imzalandığı, Montreux gibi şehirlerinde, üzüm bağları ve şarapçılık, Lausanne çevresinde Kanola yağ bitkisi tarlaları göz alabildiğine uzanıyor. Orada da tarım güzel, özel ve adeta kutsal. Avusturya belki ömrümde yediğim en lezzetli organik yeşil salata ve marulu, hemen Vienna’nın yamacındaki kırsalda üretiyor. Grinzing’deki çayırlarda kuzular otluyor. İngiltere’de Malborough Dükü, eski başbakan Winston Churchill’in malikanesi olan Blenham sarayının çevresinde de öyle. ABD de, Orta Batı’da ki büyük Mısır ve küçük-büyük baş hayvan çiftlikleri ile sütçülük yapan eyaletlerin zenginliğini de unutmayalım. Durum böyleyken Türkiye’nin tarım ile arası neden düzelmedi diye sorduğumda yine cevap olarak o romantik özlem eksikliği ile politika tercihi hatalarını buluyorum. Sapanca’nın kiraz bahçeleri nasıl ikinci konuta döndü de, gölü kirletmeye başladı. Trakya’nın alabildiğine ayçiçeği tarlalarında artık Çoban Ressam’ın ayçiçekleri yok. Evler ve oteller var. Tarımla kopan bağımızın bedeli sıkışan kara trafiği, azalan tarımsal üretim ve artan tarımsal ürün ithalatı.
1970 lı yıllarda, Willy Brant hükümetinde de bakanlık yapan ve daha sonra AET de Komisyon üyesi olan Profesör Ralph Dahrendorf, “Türkiye AET nin manavı olabilir“ dediğinde, burada kıyametler kopmuş, Türklere ve Türk zekasına hakaret ettiği iddiaları havalarda uçuşmuştu. Çünkü o sıralar ithal ikamesi sanayi dalları üzerine yoğunlaşmayı, tarımdan kopmanın bahanesi olarak görmekteydik. Köyden kopan insanımız hem büyük kent ve sanayi merkezlerine, hem de önce Dahrendorf’un vatanı Almanya’ya ve sonra onun sonradan tavattun ettiği Belçika’ya aktı, aktı. Türkiye tarımı kaybetti. Biz bugün bile hala ne kaybettiğimizin farkında değiliz.
AB Ortak Tarım Politikasına Uyum Çabaları ve “Domates“
Tarımın korunması, korumacılık uygulamalarında başlı başlına bir fasıldır. Bu önemli koruma, hem yurt içinde bitki ve hayvan türlerinin, ağaçların, toprak, su ve maden kaynaklarının miktar, sağlık ve insan sağlığı etkilerini kollama, denetleme, hem de tarım ürünü olarak kabul edilen tüm bu ürünlerin, dış rekabete karşı ulusal çıkar mülahazası ile korunması olarak düşünmektir. Bunun en iyi örneği ise 1970 li yıllardan itibaren yaşama geçirilmiş olan, Avrupa Ortak Tarım Politikasıdır.
Bizim tarımsal koruma yöntemlerimizde hep aksaklıklar vardı. Bunlar uzun süre, ürün kalitesi aleyhine işledi. Ama Gümrük Birliği Anlaşmasını takiben başladığımız, AB Ortak Tarım politikasına uyum çabalarında, daha sonra biraz yol katettik. En azından, korunmaya muhtaç ürün, hayvan, bio-çeşitlilik, genetik özellikleri ile oynanmaması gereken bitkiler, orman ve balıkçılık korumacılığı ile av yasakları gündemimize girdi. Sübvansiyonları makul düzeylere indirmeye çalıştık. Evet fındık, kuru üzüm, zeytin gibi geleneksel ürünlerden, demir-çelik ve tekstil ihracatına sıçramayı haklı gurur vesilesi yaptık. Ama aynı anda hem geleneksel, hem geleneksel olmayan, hem de ticari değeri olan tarım ürünlerine yoğunlaşmada yavaş davrandık. Standardları gözetmedik. Bu nedenle, haklı-haksız tarım ürünü ithal yasakları ile ve yaptırımlarla karşılaştık. Şimdi AB ilişkilerimiz askıda. Bu nedenle, bence zaten ihmale uğramış tarım yeni bir kayıp dönemecinde.
Öte yandan, Rusya ile şeker renk ilişkilerde, belki her “sorunun (bir şekilde) üstesinden geliyoruz“. Ama bir tek domates sorunlu. Haydi limonu henüz Gürcistan ve Kırım kıyılarındaki ılıman bölgede yeterince yetiştiremedikleri için almaya devam ediyor Rusya. Ama domates sorunu, hiç çözülemeyebilir. Neden mi? Çünkü Dağıstan, Rusya’nın bir başka yamacında bulunan, çiçeği burnunda domates üreticisi de ondan. Ama sera malıymış, ama Türk domatesi kadar lezzetli değilmiş. Olsun. Biz tarıma kendimiz önem vermiyorsak, domates gibi bir Türk tarım ürününe Rusya veya bir başka ülke neden önem versin ki? Dağıstan da rakip olur, başka bir ülke de.