3. Türkiye İran Yuvarlak Masa Toplantısı Yapıldı
İran Dışişleri Bakanlığı Politik ve Uluslararası Çalışmalar Enstitüsü( IPIS) ve Türkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi (TASAM) işbirliği ile başlatılan Türkiye-İran yuvarlak masa toplantılarının üçüncüsü 24 Haziran 2010 tarihinde İstanbul Üniversitesinde gerçekleştirildi.
TASAM heyeti Başkan Süleyman Şensoy, Başkan Yardımcısı (E) Büyükelçi Murat Bilhan, (E) Büyükelçi Ümit Pamir, Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Vural Altın, Yard. Doç. Dr. Bezen Balamir Coşkun ’dan oluştu. İranlı diplomatik temsilcilerin gözlemci olarak katıldığı toplantı, İran tarafının IPIS Direktörü Büyükelçi Dr. Mostafa Dolatyar, Büyükelçi Jalal Kalantari ve Büyükelçi Jalaladdin Namini’nin katıldığı heyetin yoğun katılımı ile üç oturumda icra edildi.
Bölgede önemli etki ve güce sahip iki ülkenin düşünce kuruluşları arasında düzenlenen yuvarlak masa toplantısına basın büyük ilgi gösterdi ve konuşmacılara birçok konuda sorular yöneltildi. İki ülke arasındaki ilişkileri daha da geliştirmek ve ortak sorunların tartışılması için düzenlenen toplantıda değinilen konular kısaca şu şekilde özetlenebilir:
Toplantının açılış konuşmasını yapan TASAM Başkanı Süleyman Şensoy İran’ın sınır komşusu ve iki ülkenin yüzyıllara dayalı ortak tarihe sahip olması münasebetiyle Türkiye için çok önemli bir ülke olduğunu belirtmiştir. Türkiye-İran ilişkilerinin bu güne dek yüksek rekabet ve yüksek iş birliği zemininde seyrettiğini belirten Şensoy, zaman zaman rekabetin daha ağır bastığını vurgulamıştır. Şensoy’a göre uluslararası hukuk ve medeni yaklaşım çerçevesinde rekabet içinde olmak, belli alanlarda karşı karşıya bulunmak her iki ülkeyi de yücelten bir husus olmuştur. II. Dünya Savaşı’nın mağlup ülkeleri arasında yer alan Almanya ve Japonya savaş sonrası dönemde askeri alanda büyüyemedikleri için ekonomi alanına ağırlık vermişler ve rakiplerine karşı ekonomik anlamda bir büyüme stratejisine girmişler ve dünyanın teknoloji ve ekonomi devleri haline gelmişlerdir. Dolayısıyla rekabet her iki tarafı da yücelten bir durum olmuştur. Şensoy ne tümüyle rekabete ve çatışan ilişkilere vurgu yapmanın, ne de tamamen moral değerlerle sadece dostluğa ve kardeşliğe vurgu yapmanın tek başına birer doğru yol olmadığını belirtmiştir.
Türkiye ile İran’ın özellikle 11 Eylül 2001’den itibaren iki bölgesel güç olarak ortaya çıktıklarını belirten Süleyman Şensoy, İran’ın özellikle enerji alanında doğal kaynaklar bakımından önemli avantajlarının bulunduğunu, Türkiye’nin de yüzde yetmişi gelişmiş pazarlara dönük olmak üzere 100 milyar doların üzerinde ihracat kapasitesine sahip rekabetçi bir ekonomiye, batılı anlamda bir demokrasi deneyimine sahip olduğunu, Avrupa Birliği ile tam üyelik için müzakere sürecini yürüttüğünü vurgulamıştır.
Güncel duruma bakıldığında İran’ın nükleer faaliyetlerinin dünyayı ve bölgeyi derinden etkileyen bir kriz alanı olarak ortaya çıktığını, İran’ın programı barışçıl amaçlarla yürüttüğünü ve gerekli iyi niyeti gösterdiğini kurumsal olarak teyit ettiğini, ama ABD başta olmak üzere dünyanın belli bir bölümünün bunun nükleer silah üretimine dönük bir faaliyet olduğunu belirten Şensoy, Türkiye-İran ilişkilerinin tarihi seyri ve içerisinde bulunduğumuz hassas bölgenin güvenlik parametreleri açısından İran’ın nükleer silah programına sahip olmasının Türkiye için kabul edilemez olduğunun, sivil aktörler düşünce kuruluşları ve resmi aktörler tarafından dile getirildiğini vurgulamıştır. Şensoy’a göre, İranlı yetkililerin nükleer programlarının barışçıl olduğunu ısrarla teyit ettiklerini, ama İran’ın bu konuda tam bir güven vermediği gerekçesiyle bir takım yaptırım kararlar alınmış, oylamalarda Türkiye ve Brezilya ret oyu kullanmıştır. Brezilya’nın kriz bölgesine uzak olduğu göz önünde bulundurulduğunda Türkiye uluslararası alanda çok büyük bir risk yüklenmiş ve İran’a olan dostluğunu teyit etmiştir. Bundan sonra beklenen İran’ın programında barışçıl olarak ilerlemesi ve bunu dünyaya teyit edebilmesidir. Aksi halde, ortaya çıkacak tablo ile ilgili olarak konuşmak bile çok sağlıklı olmayacaktır. İran’ın barışçıl amaçlar dışında bir amacının teyit edilmesi halinde ilişkilerde büyük bir sarsıntı yaşanacaktır.
Türkiye-İran ilişkilerine sıcak krizler değil, zaman zaman yaşanan olaylar perspektifinde değil, hem tarihi referanslarını doğru okuyarak, hem geleceği doğru okuyarak çok iyi değerlendirmek gerekmektedir. Son zamanlarda şehirlere inmiş terör olaylarına bakıldığında Irak, İran, Türkiye ve Suriye’yi ilgilendiren ciddi bir güvenlik sorununun varlığı ortadadır. Güvenlik sorununu aşamamış hiçbir ülke uluslararası alanda istese de güven telkin edemeyecektir. Bu anlamda komşular arasında da çok yoğun iş birliğine ihtiyaç duyulmaktadır.
Türkiye’nin milli politikalarına bağlı olduğunu belirten Şensoy bir soru üzerine ’’İran’dan beklediğimiz şey uluslararası hukuka uygun davranması, Türkiye’nin almış olduğu büyük riske değdiğini, zamanın teyit etmesidir. Çünkü aksi durumda Türkiye için olağanüstü bir politika değişikliğine gidilmesine sebep olabilir’’ yanıtını vermiştir.
Konuşmacılardan Büyükelçi Jalaladdin Namini Soğuk Savaş’ın ardından dünyadaki güç dengelerini ve aktörlerin pozisyonlarını yeniden tanımlayan yeni bir düzenin henüz kurulamadığını belirtmiştir. Namini’ye göre bu geçiş dönemi yeni çatışma alanları ve yeni fırsatlar yaratmıştır. Küresel uluslararası ilişkiler henüz bir geçiş döneminde bulunmaktadır. Ortadoğu bölgesinde şu an itibariyle yaşanmakta olan çalkantıların asıl nedeni bu geçiş döneminin bir türlü istikrara kavuşamamasıdır.
Konuşmasında Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik adlı eserindeki ülke tasniflerine de değinen Namini, Türkiye ve İran’ın potansiyellerini güce dönüştüren ve zaman faktörünü sorunların çözümü ve fırsatlardan yararlanılması amacıyla kullanan bölgesel güçler olduklarına işaret etmiştir. Namini’ye göre, söz konusu geçiş dönemi Ortadoğu ülkelerinin bölgesel iş birliği için önemli fırsatlar sunmuştur. Türkiye ve İran’ın bu fırsatlardan yararlanma konusunda önemli mesafeler kat etmişlerdir ve önümüzdeki dönemde de yapılması gereken daha çok şey vardır.
Türkiye’nin tarihi, coğrafi ve kültürel derinlikleri İran’ı doğrudan kapsamakta ve ilgilendirmektedir. Eğer Türkiye gücünü Orta Asya, Kafkaslar, Ortadoğu ve Güney Asya’daki bu derinliklerden alacaksa iki ülke arasında bölgesel iş birliğinin derinleşerek sürmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Dolayısıyla her iki ülke dış politikalarında bir birlerini gözetmek durumundadırlar. İş birliği her iki ülkenin uluslararası alandaki saygınlıklarını artırmakta ve konumlarını yükseltmektedir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Ortadoğu politikaları Türkiye’nin uluslararası alandaki prestijini yükseltmiştir.
Türkiye – İran arasındaki bölgesel iş birliği girişimlerinin yeni bir husus olmadığını belirten Namini’ye göre, SSCB’ye karşı güvenlik amacıyla kurulan Bağdat Paktı, 1985 yılında kurulan ECO, 1990’lı yıllarda Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması amacıyla gerçekleştirilen toplantılar ve 1998 yılında kurulan D-8’in bölgesel iş birliğine olan ihtiyaç Soğuk Savaş ve izleyen dönemlerde de hissedilmiş ve günümüzde bu ihtiyaç daha da belirgin hale gelmiştir.
İki ülke arasındaki ilişkilerde rekabet unsurunun göz ardı edilmemesi gerektiğini, bazı dönemlerde bu rekabetin olumsuz veçheler kazanabildiğini ancak bunun doğal karşılanması gerektiğini belirten Namini, farklı bakış açılarındaki farklılıklara vakıf olarak aktif siyasetlerinin geliştirilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Namini’ye göre Irak’ta istikrarın sağlanması, ülke bütünlüğünün korunması, terörün engellenmesi, Filistin sorunu, İsrail ile ilişkilerin yeniden tanımlanması, Afganistan, Gazze’ye yardım gibi konular Türkiye ile İran arasında temel iş birliği alanlarını teşkil etmektedir. İran’ın nükleer faaliyetleri ise bölgesel olmaktan çıkmış ve küresel bir sorun haline gelmiştir. Yaptırımlara karşı olan ve sorunların diplomatik yollardan çözümlenmesi gerektiğini savunan Türkiye’nin BM’de kullandığı hayır oyu iki ülke arasındaki karşılıklı güveni yeni bir aşamaya taşımıştır. İki ülke ortak çıkarlar bakımından siyasi erginlik dönemine erişmiştir ve dış faktörler iki ülke arasındaki iş birliğine artık engel olamamaktadırlar. İki ülke politik sürtüşmelerden uzak kalmaya çalışmakta ve benzer tavırlar takınmaya çalışmaktadırlar. İkili ilişkilerin derinleşmesi iş birliğinde pozitif bir faktördür.
İki ülke arasındaki ilişkileri olumsuz etkileyebilecek faktörlere de dikkat çeken Namini, taraflardan birinin diğeri aleyhine olumsuz anlamda rekabete girmesi, bölge içinden ya da dışından üçüncü aktörlerin olumsuz müdahaleleri, iki taraftan birinin ya da her ikisinin iç siyasi tercihlerinin değişmesi gibi durumlar iki ülke arasındaki iş birliğini olumsuz etkileyebilir.
Namini’ye göre İran-Türkiye arasındaki işbirliği genelde Ortadoğu ile ilgili konularla sınırlıdır. Mevcut ilişkilerin derinleşmesi halinde Orta Asya gibi başka bölgelerde ve konularda da iş birliği imkânları doğabilecektir.
Namini’nin ardından söz alan TASAM Başkan Yardımcısı (E) Büyükelçi Murat Bilhan da Türkiye-İran dostluğunun tarihsel tecrübeyle ortada olduğunu, İran devletinin şerefli bir tarihinin bulunduğunu ve bu tarihin Türkler üzerinde de derin izler bıraktığını belirterek başladığı konuşmasında, mevcut durumda iki ülke ilişkilerini etkileyen en önemli konunun İran’ın nükleer sorunu olduğunu belirtmiştir.
Türkiye-İran ilişkilerinin son derece sağlam olduğunu vurgulayan Bilhan, nükleer sorunda Türkiye’nin, İran’a olan desteğinin duygusal özellikleri ağır basan bir boyut kazandığını ve bu nedenle uluslararası alanda, sadece batılı ülkeler karşısında değil Arap dünyası nezdinde de yalnız kaldığını belirtmiştir. Mevcut konjonktürde hem Türkiye’nin hem İran’ın uluslararası toplum nezdinde bir güven eksikliği yaşamakta olduğunu ileri süren Bilhan, Türkiye’nin dış politikasında büyük bir risk aldığını ve Brezilya’nın da çekilmesiyle Türkiye’nin yalnızlığının arttığını vurgulamıştır. Bilhan Türkiye’nin İran’ın samimiyetine güvenerek risk aldığını ve bu samimiyetin zamanla test edileceğini vurgulamıştır. Ülkelerin daimi dostlarının değil, daimi çıkarlarının bulunduğunu belirten Bilhan, İranlıların çok iyi diplomatlar yetiştirdiklerini, İranlı diplomatların korkuyla karışık bir saygı uyandırdıklarını, ancak bunun güven duygusu için yeterli olmadığını belirtmiştir. Türkiye’nin uluslararası alanda henüz yalnızlaşmış sayılamayacağını, ama İran’ın tam bir yalnızlık içerisinde olduğunu belirten Bilhan, İran’ın Fars Körfezi’ndeki komşularının da bu ülkeden çok ciddi tehdit algıladıklarını dile getirmiştir. Bilhan’a göre, bölgesel bir güç olan İran’ın etkinlik alanı yaratması doğaldır ama bunun pozitif olması ve güven telkin etmesi gerekmektedir. Bunun için de İran yalnızlık çemberini kıracak güven politikaları üretmek zorundadır. Barışçı ve savaşçı amaçlarla kullanılabilen nükleer teknolojinin iki tarafı keskin bir bıçak gibi olduğunu belirten Bilhan İran’ın şu anki söylemlerinin uluslararası toplumu ikna için yeterli olmadığını vurgulamıştır. Türkiye’nin BMGK oylamasındaki tutumu ile ilgili görüşlerini de belirten Bilhan’a göre, evet, hayır ya da çekimser oyların dışında dördüncü bir yol olarak, eğer Türkiye oylamaya katılmamış olsaydı, bu şekilde hem tutarlı davranmış, hem batılı müttefiklerini fazla uzaklaştırmamış, hem de mürekkebi kurumamış bir anlaşmanın üzerine böyle bir oylama yapılmasındaki çelişkiyi vurgulamış olurdu.
Bilhan’a göre, Türkiye-İran ilişkileri inişli çıkışlı ama dostça seyretmiştir. İki ülke dünyaya örnek olabilecek sınırlara sahiptir. Türkiye’nin bu fedakarlığı karşısında İran da KKTC ve Ermeni sorunu gibi bazı konularda bir takım fedakarlıklar yapabilirdi. Ama İran bu konularda suskun kalmıştır. Türkiye’nin İran’dan Türkiye’ye sahip çıkan ve kucak açan söylem ve eylemlerini beklemesi hakkıdır.
Daha sonra söz alan Büyükelçi Jalal Kalantari İran’ın barışçı nükleer programının yasal ve teknik olarak ele alınması ve gerekiyorsa eleştirilmesi gerektiğini siyasi tartışmalarla bir sonuca ulaşmanın mümkün olmadığını, çünkü bu durumda niyet okumaların başladığını belirtmiştir. Kalantari’ye göre, İran’ın nükleer programı şu ana dek UAEK tarafından yakından izlenmiştir. Eğer hala belirtiler ve kuşkular varsa İran bunları cevaplamaya hazırdır. Ama teknik ve yasal olarak bitmemiş denetimler üzerinden yapılan yorumlarla bir sonuca erişmek imkansızıdır. UAEK’nin bir sonuç bildirgesi hazırlamasını beklemek gerekmektedir. Siyasi tartışmalar yasal ve teknik çalışmaları kesintiye uğratmamalıdır.
Türkiye ve İran içinde bulunduğumuz geçiş döneminde değişen kuralları da göz önünde bulundurarak iş birliğini nasıl geliştirebileceğimizi masaya yatırmalıdır. Ekonomik ve siyasi güç dengesinin ne yönde evrim geçirdiği iyi tespit edilmelidir. Nüfus ve üretim açısından bakıldığında, günümüzde uluslararası güç dengesi hızla Pasifik’e doğru kaymaktadır. İran ve Türkiye’nin de içinde yer aldığı coğrafyanın potansiyelleri çok geniş olmasına rağmen bölge ülkeleri bunu tam olarak kullanamamaktadır. Bu potansiyelin harekete geçirilebilmesi için özellikle ekonomik alanda bütünleşme şarttır. İran bu noktada nüfusu, coğrafyası, doğal kaynakları, yumuşak gücü ve ulaşım imkanlarıyla büyük katkı sağlayabilir. Maalesef bu yönde atılmış bir adım olan D-8’in söz konusu potansiyeli harekete geçirme konusunda adım atmasına izin verilmemiştir. Geldiğimiz bu noktada tehditleri fırsatlara dönüştürecek rasyonel adımlar atmayı başarabilmeliyiz. Yeni düzende İran rolünü elinden gelen en iyi şekilde oynayacaktır. İran ve Türkiye ile birlikte bölgenin diğer ülkeleri nükleer enerji programının da bir parçasını teşkil ettiği ileri teknoloji üretimine hızla intikal etmelidir. Derin bir tarihe ve kültüre sahip olan Türkiye ve İran güçlerini birleştirmelidir.
Bu noktada bir hatırlatmada bulunan TASAM Başkanı Süleyman Şensoy tüm ülkelerin uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde nükleer enerjiye sahip olma hakkının bulunduğunu, Sinop’ta ve Mersin Akkuyu’da Türkiye’nin nükleer tesis projelerinin devam ettiğini ama İsrail’de nükleer silah var, İran’da niye olmasın biçiminde bir yaklaşımın bölgede felakete yol açacağını, bunun sonsuza dek sürdürülemeyeceğini, Mısır, Suudi Arabistan vb kapalı rejimlerin de nükleer silah arayışına girebileceğini belirtmiştir.
Sunumunda bölgesel entegrasyonun önemine dikkat çeken Gaziantep Zirve Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç Dr. Bezen Balamir de Türk dış politikasında eksen kaymasının söz konusu olmadığını, aslında AB’nin işler hale gelmesi ile sıcak sorunların hepsinin doğuya münhasır hale geldiğini, tüm dikkatlerin Ortadoğu’ya yöneldiği bir dönemde dünya sisteminde Ortadoğu’ya doğru bir eksen kaymasından söz edilmesi gerektiğini belirtmiştir. Bu çerçevede, Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelmesinin normal olduğunu belirten Balamir, Türkiye’nin Irak savaşı sırasında başlattığı bölgesel iş birliği ve Suriye, İran ve Irak ile ticaret hacmini geliştirme girişimlerinin ısrarla sürdürülmesi gerektiğini vurgulamıştır. Kıbrıs sorunu dışında batı sınırlarındaki sorunlarını çözmüş bir Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelmesinin beklenen bir durum olduğunu belirten Balamir’e göre, karayoluyla bir saat mesafede bulunan Gaziantep ve Halep arasındaki ilişkilerin Ortadoğu ile ilişkiler için mikro düzey bir örnek teşkil etmektedir ve bu tür mikro faaliyetler tüm bölgeye yaygınlaştırılabilir. Bu bağlamda Ürdün, Lübnan, Suriye ve Türkiye arasında gerçekleştirilen ticaret anlaşmaları büyük önem taşımaktadır.
İran’ın nükleer programı konusunda ne kadar şeffaf olduğu sorusunu cevaplayan Kalantari, İran’ın nükleer faaliyetlerinin BM bünyesindeki UAEK tarafından denetlenmesi gerektiğini bildirmiş ve “İran’ın faaliyetlerimiz bu ajansın gözetiminde, onaylı sertifikalar ve dokumanlar var, İran’ın uranyum tesislerini farklı amaçlarla kullandığına dair herhangi bir UAEK raporu bulamazsınız. Ajansın dışında ileri sürülen argümanlar tartışmalara temel teşkil etmemelidir. IAEA’nin dokümanlarını iyice gözden geçirin. Bunun dışındakiler politik propaganda amaçlıdır. Bizim ifadelerimiz her zaman şeffaflığa ve iş birliğine odaklıdır“ demiştir.
TASAM yönetim kurulu üyesi nükleer fizik uzmanı Prof. Dr. Vural Altın ise sunumunda İran ile ilgili olarak yapılan tartışmalarda bir takım temel bilgi eksikliklerine rastlandığını belirtmiştir. UAEK’nun nükleer faaliyetleri en küçük ayrıntılarına varıncaya dek izlediğini belirten Altın, bu ajansın politize edilmek için çok çaba harcandığını, bazı aşamalarda kayda geçmemiş uranyum satın almalarının gerçekleştiğini vurgulamıştır. Altın’a göre, İran’ın nükleer enerji programında UAEK’nin gözden kaçırdığı hiç uranyum bulunmamaktadır. Bununla birlikte, UAEK raporlarında İran’ın nükleer silah üretme amacında olmadığından emin olunamadığı yönünde ifadelere yer verilmiştir. İran’a uluslararası toplumun kuşku duyduğu yönündeki ifadeler de gerçeği yansıtmamaktadır. Aslında karşı çıkanlar ABD ve müttefikleri yani İsrail’dir. Problemin, biri atom bombasını bir silah olarak kullanan, diğerinin de nükleer silahlara sahip olduğu neredeyse kesin olan iki ülke, ABD ve İsrail tarafından dile getirilmesi, argümanların inandırıcılığını kaybetmesine neden olmaktadır. Aslında yargılanan İran’ın nükleer programı değil, niyetleridir. Bu konuda batılı ülkeler ile İran arasında bir güven sorunu yaşlanmaktadır. İran’ın nükleer teknolojiyi elde etme çabaları oldukça eskidir ve İran Devrimi’ne kadar ABD’nin desteği ile yürütülmüştür. Devrim sırasında ve sonrasında yaşananlar nedeniyle taraflar arasında güven kaybı yaşanmıştır. Üstelik otoriter rejimler tarafından yönetilen Arap ülkeleri de kararsız denge konumunda bulunduklarından İran’dan ciddi tehdit algılamaktadırlar.
Altın’a göre, Türkiye’nin Batı’nın tüm isteklerini yerine getiren uyumlu bir müttefik olmak yerine, yeri ve zamanı gelince Batı’ya yol gösteren ve kimi batılı ülkelerin dile getirmekten çekindikleri hususları dile getiren bir müttefik olması, hem Türkiye hem de Batı çıkarları açısından daha iyidir. Türkiye son takas görüşmelerinde İran tarafından sonradan üretilen 1200 kilogramlık ek uranyumu gözden kaçırdığı için zor durumda kalmıştır. İran köklü bir bilim geçmişine sahiptir ve sadece nükleer teknoloji ile değil uzay bilimleri vb ile de bu muhteşem geçmişe geri dönmeye çalışmaktadır. Ama bu çabalar İran ekonomisini zayıf bırakmıştır. Tırtılın metamorfoz dönemi gibi, bu dönem İran’ın en zayıf olduğu dönemdir. Bu nedenle İran Batı’ya karşı meydan okuma yerine işbirliği söylemlerine ve etkinliklerine ağırlık vermelidir.
Son konuşmacı Dr. Mostafa Dolatyar Türkiye’nin sıfır problem politikasını memnuniyetle karşıladıklarını ve desteklediklerini belirtmiştir. Rekabetin sadece yeni bir rol edinmek ya da rakibin rolünü kapmak anlamında değerlendirilmemesi gerektiğini belirten Dolatyar, İran’ın Türkiye’nin bölgede ve dünyada artan etkinliğinden kesinlikle hiçbir endişesinin olmadığını, Ortadoğu ülkelerinde bir sinerji oluşmasının herkesin işine yarayacağını, bunu güçlü kuzenin tüm aile için iyi olması gibi değerlendirdiklerini vurgulamıştır. Dolatyar bölgede ve dünyada Türkiye’nin ve İran’ın güçlenmelerinden memnun olmayanların bulunduğunu ve bu ülkelerin Ortadoğu ülkelerinin boyun eğmelerini istediklerini, bu nedenle Türkiye ve İran gibi ülkelerin kendi işlerini kendilerinin yapmaları, başkalarının dediğine aldırmaksızın aralarındaki iş birliğini ve eş güdümü geliştirmeleri gerektiğini belirtmiştir.
Daha önce ilan edilen programa uygun olarak karşılıklı görüş alışverişinin yapıldığı toplantı tarafların büyük memnuniyeti ile sona ermiştir.