Asya’nın NATO’su Şanghay İşbirliği Örgütü
Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) nedir? Başlangıçtan günümüze nasıl bir evrim süreci geçirdi?
Doğu Bloku’nun dağılmasıyla başlangıçta sınır güvenliği üzerinden başlayan, zaman içerisinde enerji, dış güvenlik, kültür ve ekonomi alanlarını da kapsayan, gittikçe kurumsallaşan bir güvenlik örgütü. Aslında bilinen en klasik benzetme “Asya’nın NATO’su“ olarak da zikredilmesi. Sürekli kurumsallaşan ve gelişen bir örgüt var karşımızda.
“Asya’nın NATO’su“ derken, örgütün misyonunu salt askerî olarak mı düşünmeliyiz?
Aslında güvenlik ağırlıklı bir kuruluş, zaten işlevi de o. Çünkü Asya’da ekonomik entegrasyon için kurulmuş çok sayıda bölgesel örgüt var, hatta bir “Asya Birliği“ çalışması da uzun süredir yapılıyor. Biz bu konuda Uluslararası Türk Asya Kongrelerinden birinde bu konuyu işlemiştik. ŞİÖ’yü Genel Sekreter düzeyinde ilk ağırlayan kuruluş da biziz. NATO ile kıyaslamak gerekirse, kurumsallaşmak için daha önünde epeyce uzun yolu olan bir örgüt.
Bu cümlenizden hareketle; başta ABD olmak üzere, Batı karşısında ŞİÖ’yü ekonomik, askerî, politik açıdan kıyaslamamız halinde, geride olduğunu mu anlamalıyız?
Son zirve olan Taşkent Zirvesi’nde Hindistan ve Pakistan’ın tam üyeliğinin hızlandırılması kararlaştırıldı. Örgüt toplamda çok büyük bir nüfusa hitap ediyor. NATO’nun kapsadığı nüfus alanının yaklaşık dört katına karşılık geliyor demografik olarak. Kurulduğu yıllar itibariyle NATO ile kıyaslandığında kurumsal kapasitesi küçük görülebilir olsa da, her geçen yıl içinde kurumsal ve güvenlik kapasitesini artırdığını ve bir süre sonra da pergeli kapatacağını görebileceğimiz bir örgüt. Fakat NATO dediğimiz, Batı’daki güvenlik entegrasyonun; Birinci ve İkinci Dünya Savaşları tecrübeleri sonrasında kurulabilmiş bir örgüt olduğunu belirtmeliyiz. ŞİÖ’nün o noktaya geliş sürecinin zaman alacağını ancak NATO’nun izlediği süreçlere göre, kullandığı zaman periyotlarına göre ŞİÖ’nün gelişim hızının yüksek olduğunu söyleyebiliriz.
Örneğin savunma ve uzay sanayii açısından Asya’da çok yüksek bir kapasite var. Çin bu anlamda ekonomik kapasiteye ek olarak bir “dünya gücü“ olmaya doğru gidiyor. Rusya’nın zaten bir emperyal geçmişi var. Zaten var olan büyük askerî kapasitenin sofistike bir yöne doğru gittiğini görüyoruz. Bu alanda Batı Bloku’na karşı en önemli eksiklik “yumuşak güç“ kapasitesinin yeterince güçlü olmamasıdır.
“Yumuşak güç“ derken?
Geleneksel askerî doktrinler hep sert güç kullanmaya dayanır, fakat Dünya’nın geldiği noktada sert güç kaynaklı kriz çok az. Sert gücün elbette caydırıcılığı var, fakat bütün çözümler veya çözümsüzlükler, çatışma veya çatışma çözümleri ağırlıklı olarak yumuşak güç kurumsallaşmasından meydana geliyor. Demokratik deneyimleriyle paralel bir şekilde sivil toplumun güçlenmesi ile bu eksiklik giderilebilir. Şu an bu örgütün alt yapısının en önemli eksikliği, yumuşak güç kapasitesinin yeterli seviyede olmamasıdır.
Yumuşak gücün de birçok tanımı var biliyorsunuz; dil bunlardan biri. Mesela İngilizce 49 ülkenin birinci, 16 ülkenin ikinci dili. Bu yumuşak güç kapasitesi bilgiye ulaşmakla, bilgiyi üretmekle, bilgiyi stratejik ürün hâline getirmekle beraber birçok işlemi kapsamaktadır.
AB, ABD ve ŞİÖ kurumlarının gelecekteki konumlarını nasıl görüyorsunuz? İngiltere’siz bir AB, ŞİÖ’ye daha yaklaşır mı?
Sovyetler dağıldığından beri dünyayı dönüştüren üç temel trend var. Bunlar: mikro-milliyetçilik, entegrasyon ve öngörülemezlik. Mikro-milliyetçilik açısından özellikle Doğu Avrupa’da ve Rusya’nın diğer bölgelerinde Bosna-Hersek haricinde mümkün olduğunca dönüşümün kansız olduğunu belirtebiliriz fakat Arap Baharı ile birlikte bu mikro-milliyetçilik üzerinden sağlanan yeni süreçler çok acılı olmaya başladı, Suriye, Libya, Yemen ve Irak gibi ülkelerin hâli ortada. Bu üç trend yüzyılı şekillendirecek.
Mikro-milliyetçilik sadece etnik kökeni değil her tür farklılığı içeriyor; bu mezhep olabilir, din olabilir. Bu enstrümanla uluslararası sistemdeki ülke sayısının belki birkaç kat artırılması ihtimali var ve bu yönde de güçlü işaretler var. Eş zamanlı olarak dünyada AB’yi model alan birçok entegrasyon çalışması da var. Çünkü bu kadar çok küçük gücün kendini göstermesi mümkün değil, entegrasyonlarda bir araya gelerek güçlü kalabiliyorlar.
Öngörülemezlik ise hayatın her alanında karşımıza çıkıyor. Şimdi böyle bir atmosfer içinde AB’nin geldiği nokta; başarıda başarısızlıktır. Özellikle Çin gibi güçlerin hızla yükselerek uluslararası sistemden ve işbölümünden büyük pay alabileceğini öngöremedikleri için bir bunalım yaşıyorlar, Sorun, bu kadar hızla yükseltilen standartları sürdürecek olan kaynakların kalmamış olması. Bu, finansal piyasalarda da hiç kullanılmaması gereken opsiyonların kullanılmasını, müthiş bir kâğıt ekonomisinin ortaya çıkmasını sağladı. Ancak, kullanılabilecek bütün opsiyonların kullanıldığı görülüyor. Batı’da “başarıda başarısızlık“ var.
İngiltere hem Avrupa Birliği’nin geleceğini hem de mikro-milliyetçilik üzerinden gelişecek iktidarsızlıkları iyi okuduğu için Avrupa Birliği’nden ayrıldı. İngiliz aklı çok güçlü bir akıldır; 50 yıl, İngiliz aklı için bir ay gibidir. “43 yıl birlikteydik ama menfaatlerimiz ayrışınca ayrılma kararı veriyoruz“ demişlerdir. İngiltere’nin AB’den ayrılması, dünya politikasını çok etkileyecek çünkü Avrupa’daki birliğin bozulmuş olması geçmişteki önemli fay hatlarının yeniden canlanmasını sağlayacak. İngiltere aynı zamanda hâlâ çok önemli bir Asya devleti, Avustralya, Yeni Zelanda vb ile güçlü bağımlılıkları/otoritesi var, Asya’da geçmişte Hindistan başta olmak üzere çok sayıda sömürgesi vardı. Dolayısıyla İngiltere’nin Asya ile ilişkileri de yeni bir perspektife girecektir. Tabii ki, ŞİÖ’ye girmek gibi bir sonuç olmayacaktır.
Peki, Kara Avrupası’nı nasıl görüyorsunuz?
Kapitalist uluslararası iş bölümünde nitelikli payı olan ülkeler; İngiltere, Fransa, Almanya ve belli ölçüde İtalya’dır. Bunların dışındaki güney ekonomilerinin bu süreci yönetmesi zor, fakirleşmeye devam edecekler. Fakat bu mevcut biriken riskler içerisinde AB’nin devamının sorunlu olabileceği görülüyor zaten.
AB sürecinin dünyaya öğrettiği tek şey var; o da entegrasyonların bu kadar sıkı olmaması gerektiği. Çünkü bu kadar farklı ulus devletin bir araya gelerek bu kadar sıkı entegrasyon kurmasının yönetilemez olduğu görüldü. Entegrasyonun boyutu daha esnek tutulsaydı, belki bu kadar travmatik sonuçları olmazdı. Rusya ile olan ilişkileri de önemli, özellikle Kuzey ve Doğu Avrupa ülkeleri, olumlu ya da olumsuz, Rusya etkisinde ve şunu söyleyebiliriz ki Rusya’nın ve Türkiye’nin ne olacağı, dünyanın geri kalanının ne olacağını belirleyecek.
Çift yönlü etki oluşturabilecek iki ülke var; birisi Rusya, birisi Türkiye. Rusya’nın arka planı Asya, ideolojik arka plana giderseniz Latin Amerika’ya, Afrika’ya kadar gidersiniz. Türkiye’nin arka planı ise Türk - İslam dünyasıdır. Dolayısıyla bu iki ülkenin ne olacağı dünyanın geri kalanının da ne olacağını belirleyecektir.
ŞİÖ genişleme politikası hakkındaki görüşünüz nedir?
19. yüzyıl bir Avrupa Çağı’ydı, 20. yüzyıl bir bütün olarak Amerika Çağı’ydı, 21. yüzyıl da bir bütün olarak Asya Çağı olacak. ŞİÖ’nün genişlemesi bir tesadüf değil. Güvenlik alanında genişlemeye devam edecek. Asya’nın temel handikabı birçok zıtlıkları bir arada taşıması. Çok fakir ülkelerle çok zengin ülkelerin, enerji zengini ülkelerle enerji fakiri ülkelerin yani farklılıkların bir arada bulunması entegrasyonu zorlaştırıyor, bunları yönetmek çok zaman alıyor.
AB var olduğu süre içinde tamamen standartları oluşturmak için kurumsal hayatını harcadı. ŞİÖ’de bu genişlemelerin tesadüf olmadığını ama bunların oturmasının; diyalog ortaklığının, gözlemci üye olmasının, gözlemci üyelerin tam üye olmalarının ve sistemin kurumsallaşmasının biraz zaman alacağı gözüküyor.
Ama gün gelir Asya’nın tamamını kapsayan bir örgütle karşılaşabiliriz. Bu genişleme de İran’ın tam üyelik başvurusu var, muhtemelen hızlanacak. Pakistan ve Hindistan’ın tam üyelik süreçlerinin yürütülmesi kararlaştırıldı. ŞİÖ daha stratejik bir konuma doğru gidiyor.
Türkiye açısından konuya yaklaşırsak; bağımlılıklar, ilişkilerin seviyesini belirler. Sizin ülke olarak bağımlılıklarınız ne tarafa ise, doğal olarak o tarafa doğru meyledersiniz. Eğer Türkiye Asya’ya, Doğu’ya doğru kendini yakın hissetmeye başlarsa, bu bölgeye yönelik ekonomide, kültürde vs. bağımlılıklarını karşılıklı olarak artırmalı ve derinleştirmelidir. İşin siyasi kısmı, entegrasyon kısmı bundan sonra geliyor.
Şu an Türkiye’nin bağımlılıklarının %70’i Batı lehinedir. Doğu’da aktif olmak istiyorsa Doğu ile ilgili bağımlılıklarını arttırmalıdır.
Aslında bunu yapmak istedik, örneğin Türk Devleti’ni yönetenler bir ara Çin’den hava savunma sistemleri almak istedi ama bir türlü olmadı, izin verilmedi.
Baskılar olmuş ise bu rekabetin doğasından kaynaklanıyor. % 70 bağlı olduğunuz Batı sizi kolaylıkla bırakmak istemez. Önemli olan Türkiye açısından bunu yönetebilmektir. Rekabeti göze almışsanız zaten bunu yaparsınız ama kendi menfaatleriniz için bu rekabetin yıkıcı olduğunu düşünüyorsanız fikrinizi değiştirebilirsiniz.
Türkiye’nin konumunu da çizdiniz ama biraz daha açabilir misiniz?
AB’yi başarıda başarısızlık olarak tanımladık. AB’nin “Brexit“ sonrasında mevcut hâli ile devamı zor görünüyor. AB ya dağılacak ya da merkez çevre gibi farklı katmanların tanımlandığı yeni bir sisteme geçecek.
Bu anlamda Türkiye’nin mevcut fotoğraftaki üyelik sürecinin tam üyelikle sonuçlanacağını sanmıyorum. AB kurumsal bir yapısı şeklî olarak kalsa da kurumsal olarak kalmadı. Zaten Türkiye’nin AB üyelik sürecini, hiçbir zaman üyelikle sonuçlanması gereken bir süreç olarak görmedim; bunu, Türkiye’nin istikrarı, güvenliği, ve bağımlılıklarının gereği olarak izlenmesi gereken bir süreç ve Batı’daki kurumsal birikimin, geç kalınan ihmal edilen birikimlerin alınması olarak gördüm.
Gelinen noktada mevcut hâli ile tam üyeliğin mümkün olmadığı görülüyor, fakat Türkiye’nin bulunduğu denge - hem Asya hem Avrupa ülkesi olmasından dolayı bulunduğu konum - nedeniyle tek renkli bir tercih yapmasının da imkansız olduğunu görüyorum. Bu anlamda önceliklerini iyice belirleyerek, hem Doğu’da hem Batı’da etkin olması gereken bir ülkedir Türkiye. Dünyada çok az sayıda ülkeye böylesine jeostratejik imkan verilmiştir. Türkiye Asya’da, Doğu’da ne kadar etkili ise Batı’da o kadar önemlidir, Batı’da ne kadar etkili ise Doğu’da ve Güney’de kredisi o kadar yüksektir. Türkiye bu “denge olma“ pozisyonunu çok iyi yönetmek zorundadır ve dış politikasının da bu çerçeve içinde, temel argümanlar açısından yeniden tanımlanması gerekmektedir.
Denge siyasetini Osmanlı da kullanmış ancak şu an her Türk vatandaşının gönlünde büyük bir Türkiye var bu nasıl olacak?
Büyük Türkiye, “güç ve adalet“ ile temsil edilebilir. O güç ve adalete ulaşmak ise reel politik davranmayı gerektiriyor, güç ve adalete ulaştıktan sonra da standartları adalete uygun siz belirlersiniz. Vatandaşımızdaki bu duygusal kırılmayı biliyorum ama adalet meşru güce ulaşmakla mümkün. Türkiye’nin mevcut durumunda övünülecek birçok şey var ama olmak istediği yere göre çok geride olduğunu da belirtmeliyiz. Önümüzde uzun bir yol var, devlet hayatında 10 yıl, 20 yıl uzun değildir, bunlar devlet için bir iki ay gibidir. Özellikle sosyolojik olarak bütün enstrümanların yeniden tanımlandığı bir çağda Türkiye’nin merkez olarak güçlü kalması çok büyük önem arz ediyor.
Peki, güçlü Türkiye hedefine ittifaklarla daha kolay varılmaz mı?
Bakın Ukrayna şu an, tek taraflı siyaset izlediği için bu hâlde; Kırım’ı ve Doğu parçasını fiilen kaybetti. Bugünkü dünya Afrika’daki en küçük devlete bile tek renk politika izleme imkanı vermiyor. Çok boyutlu politika izlemek zorundasınız ama öncelikleri doğru sıralamak zorundasınız. Burada kastettiğim; Osmanlının zayıf döneminde son yüzyılda yaptığı denge siyasetinden çok küresel aktörlerle, bölgesel bir güç olarak uyum içinde kendi istikrarını koruyan güçlenen bir Türkiye’dir.
Biz bölgemizde her şeyi tek başımıza belirleyecek güce sahip değiliz, artık dünyanın doğası da buna uygun değil. Hayatın doğası gereği denklemde birçok değişkeni hesaba katmak zorundayız. Türkiye’nin bir bloğu tercih etmesi bence istikrarsızlığı anlamına gelecektir. Bugün Çin ile ABD rekabetinden bahsediliyor bu doğru fakat dünyanın en büyük dış ticaretini yine bu iki ülke kendi aralarında yapıyor; ABD tahvillerini Çin alıyor, böylece cari açığını finanse ediyor. Karşılıklı bağımlılıklar var ve bu aynı zamanda sigorta görevi yapıyor, bir takım çatışma ve kavgaları önlüyor.
Varsayalım ki gelişmeler bizi Doğu’ya itti. Batı’ya göre daha genç ve büyük bir popülasyonu olan Doğu’nun içinden çıkmış ŞİÖ üyesi olabilecek bir Türkiye bölge ve Dünya’da ne etki yapar?
Üretim, tüketim ve büyüme standartlarını belirlemiyorsanız nüfusun ne kadar genç ya da fazla olduğunun bir önemi yok. Batı’da nüfus yaşlanıyor doğru, özellikle Almanya bu konuda kötü durumda ama bu, teknolojideki farklı dönüşümleri de tetikliyor; işgücünden insan kaynağı tasfiye oluyor, otonom işçiler, otonom güvenlik görevlileri, otonom çalışan taksiler, otonom çalışan fabrikalar gibi (şu an için bile çok ciddi sayıda robot 24 saat karanlıkta çalışıyor). Bu tür açmazlar teknolojiyi de dönüştürebiliyor.
Önemli olan, üretim tüketim ve büyüme standartlarını kimin belirlediği. Bu, Batı tarafından belirlenmeye devam ediyor, bunun altını çizelim. Eğer gerekli bağımlılıklar oluşmamışsa Türkiye’nin ŞİÖ üyeliğinin bir anlamı olmaz. Ama şu an Türkiye 2012 yılından beri “diyalog ortağı“, bunun yeni bir aşaması olarak “gözlemci üye“ olabilir, “tam üye“ olabilir ama bunlar birkaç yıl alabilecek süreçlerdir. Buradaki tercihleri etkileyen temel faktör; siyasi ya da ideolojik görüşlerimiz değil, ülkelerin bağımlılıklarıdır. Ülkenin bağımlılıkları değiştiği ölçüde Türkiye de daha farklı bloklar içinde etkin olabilir.
Türkiye’nin ŞİÖ üyesi olması NATO üyesi olmasıyla beraber yönetilemez gibi görünüyor ama yönetilebilir. Ancak bağımlılıklar bunu belirler. Şu an için olasılıklar üzerinden konuşmak da çok verimli değil, Rusya, Çin, Hindistan gibi ülkeler için de Türkiye fonksiyonu hakkında senaryolar üretmek gerek. Bir husus da, bütün bu güçlerin rekabet alanı aynı zamanda Türkiye’nin kimlik alanıdır. Türkiye Doğu’da ve Batı’da önemli bir ülkedir.
Yaşadığımız başarısız darbe girişimi sonrası oluşan siyasi etkilerin bir şekilde bağımlılıkları da etkilemesi yolu ile Türkiye’nin Rusya ve dolayısıyla ŞİÖ’ye yaklaştığını söylemek mümkün mü? Ağustos’ta Sayın Cumhurbaşkanımızın bir de Rusya ziyareti olacak. Denklemin değişkenleri sizce değişiyor mu?
Diğer soruları 15 Temmuz darbe girişimi öncesi cevapladığımı not ederek bu soruyu cevaplamak istiyorum. Bağımlılıkları çeşitlendirme noktasında Rusya ve ŞİO’nün önemli bir potansiyeli var. Öncelikle uçak krizinin yaralarının sarılması, sonrasında ise Türk - Rus ilişkilerinin radikal parametrelerle yeniden tanımlanması gerekiyor. Bağımlılıklarda Türkiye’nin stratejik konumuna uygun çeşitlendirmeye gidilmesi; demokrasinin yerleşmesi, Doğu ya da Batı tarafından manipüle edilmemek ve darbe gibi sürprizlerle karşılaşmamak için de hayati önem arz ediyor. Sayın Cumhurbaşkanımızın ziyaretinin bu anlamda bir milat olmasını diliyorum.
( TASAM Başkanı Süleyman Şensoy Röportajı | 14.07.2016 | Aydınlık Gazetesi | Evren Devrim )