Arap dünyası, uzun süredir Batılı ülkelerin sömürgesi altında kalmıştı. Halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan bu ülkeler, en büyük değerleri olan özgürlüklerini toprak altında saklamak zorunda kaldılar. Müstemleke devletleri bu toprakları terk ettiklerinde, geriye kültürel mirasın yanında, farklı bir sömürü felsefesinin tezahürü olarak, diktatörleri bıraktılar. Böylece o toprak altında saklanan özgürlük ideali yeşeremedi. Görünüşte kendi içlerinden birisi olarak yönetimi ele alan liderlerin çoğunun, yine Batı güdümünde bir yönetim anlayışına sahip oldukları görüldü. Çoğunun yönetim biçimi halkçı olmakla birlikte, halkın yanında olmadılar. Hatta halkın aleyhinde icraatlarda bulundular. Kişisel veya ailevi refaha yönelik olan kendi iktidarlarını yürütmek, geleceklerini sağlama almak amacıyla, halkın duygu ve düşüncelerine ipotek koydular. Bir tür “halka rağmen halkçılık“ felsefesini uyguladılar. Milli ve manevi değerlerini yine kendi konumlarını sabitlemek için yozlaştırdılar. Bu tür bir anlayış ve uygulama, Orta Asya’dan Atlas Okyanusuna kadar uzanan İslam dünyasının genel görünümü haline geldi. Darbe veya hileli yollarla iktidara gelen liderler, halkın refah düzeyinin yükseltilmesinden çok, kendi çıkarları yolunda icraatlarda bulundular. Bu tür bir uygulama ise, Arap dünyasının yükselmesini, gelişmesini ve çağa ayak uydurmasını engelledi.
Ezici çoğunluğu Müslüman olan Arap halklarının önünde er önemli iki tane engel oluştu: Birincisi, yönetimdeki despotizminin ürünü olan düşünce özgünlüğünün kısıtlanması, hatta kaybolması; ikincisi ise, bir tür korkuyu da doğuran özgüvenin kaybolması.
Küresel bir yapıya bürünen dünyamızdaki oluşumlar, Arap ülkelerini de belli oranda kapsamıştır. Teknolojik gelişmeler günümüzde Afrika’nın en ücra köşelerine de ulaştı. Televizyon, telefon ve nihayet Internet gibi ulaşım teknolojisi, zorunlu olarak İslam ülkelerine de girdi. Bu gelişme ise, dünyaya kapalı, dar alanda siyaset yapan ve yönetim egemenliğinde hareket eden sistemleri zor durumda bıraktı. İçteki başarısızlıklar, yönetimdeki zafiyetler ve liderlerin zoraki karizmatik yapıları zedelenmeye başladı. İletişim teknolojisi sayesinde “Takke düştü ve kel göründü“. Toplumlar küresel dünyada kendi yerlerini görmeye başladı. Dünya ile birlikte gelişmeleri takip etmek zorunluluğu doğurdu. Bu ise halkın silkinmesine ve despot yönetimlerin sıkışmasına yol açtı.
1911 yılında Şam Emeviye Camisinde Said Nursi’nin dar anlamda cemaate, geniş bağlamda ise Arap dünyasına hitaben yapmış olduğu nutukta, onların önündeki en büyük engelin baskı ve zorbacılık olduğunu söylüyordu. Nursi, daha sonraları bu eserinin bütün İslam dünyasına yönelik bir hutbe olduğunu vurgulamıştır. Yaklaşık yüz yıl öncesine ait bu hutbede, İslam dünyasının içerisinde bulunduğu problemlerden sıyrılmasının imkânı anlatılmakta ve bunların başında da hürriyet kavramı işlenmektedir. Zira yazara göre istibdat, farklı türevleriyle bünyede sürekli yaygınlaşan hastalık gibidir.
Arap dünyasındaki son gelişmeleri bu veriler doğrultusunda okuyacak olursak, bu oluşumlar, o yörelerdeki özgürlük sıçramaları olarak kabul edilmelidir. İletişim araçları, sivil kuruluşlar arası ilişkiler gibi etkenler sonucu, dünyanın küresel yüzüyle tanışan Arap âlemi, gelişmelerden etkilenmeye başlamıştı. Bu bağlamda bu değişim hareketlerini, dış kaynaklı olarak taşı yerinden oynatma şeklindeki bir yaklaşım, tutarlı görünmemektedir. Bu hareketler iç dinamizmin dışa vurumudur. Özgürlük rüzgârının o yakaların en ücra köşelerine de ulaşmasının bir göstergesidir.
Aynı zamanda bu gelişme mensup oldukları dinin bir verisi olarak özgürlük düşüncesine sahiplenmeye çalışmalarının bir tezahürüdür. Elbette dış mihrakların tamamen etkisiz olduğu ileri sürülemez ama bu daha çok katkı mahiyetindedir.
Arap dünyasındaki gelişmelere en büyük katkı Türkiye’den sağlanmıştır. Türkiye’nin jeo-stratejik, politik, ekonomik ve kültürel konumu, böyle bir atağa olan kapasitesini gösteriyordu. Ama Türkiye öncelikle içteki dinamizmi engelleyen, bağlayan ve derin despotizmin temsilcisi olan oluşumları çözmeye ve onların yapısını bozmaya çalıştığından beri, dışarıda da şahlanmaya geçmiştir. Önyargılı ve duygusal yaklaşımlardan uzak olarak realiteyi okumaya çalışırsak, mevcut yönetim kadrosu ve biçimiyle Türkiye bir çok alanda büyük başarılara imza atmaktadır.
Bernard LEWIS 1994 yılında kaleme almış olduğu makalesinde, “Why Turkey is the Only Muslim Democracy?“ diye soruyor ve bunun cevabını vermeye çalışıyordu. Bu yıllarda yazar, Türkiye’nin başta Arap âlemi olmak üzere İslam dünyası için yegâne model olduğu vurgularken, özenle “Civil Society“ konumuna değiniyordu. Ona göre Türkiye halkı özgürlüğüne kavuşuyor ve bunun bedelini kolay ödememiştir. Yazarında üzerinde haklı olarak durduğu gibi, bütün vesayet, baskı ve zorbalık sistemi, özgürlük karşıtı bir yapıda olup, her türlü gelişim, yenilik ve açılımlara engeldir. Zira zorbalıkta, bir ülkeyi zora ve baskıya dayanarak yönetmek, istibdat etmek, her istediğini ve dilediğini yaptırmak isteyen kimsenin kapasitesi doğrultusunda bir oluşum söz konusudur. O nedenle zorbalıkta, kıyıcılık ve zalimlik vardır.
Özgürlüğün önündeki en büyük engel olan despot anlayış ve yönetim altında yaşayan halkların maruz kaldığı zararlı nitelikler şunlardır: Gelecek kaygısı ve iyi gelişmelere karşı ümitsizlik. Yönetime güvensizlik, doğruluğun kendisine zarar vereceğini düşünmek ve devlet kademelerindeki idareciler için yalanın onların en önemli bir niteliği olduğunu özümsemek. Sürekli düşmanlık duygularını kabartmak ve sonunda himmetini kendisine özgü kılmaya karar vererek, sosyal bir varlık olduğunu unutmak. Nitekim Seymour HERSH’in de ifade ettiği gibi, Arap dünyasındaki son gelişmeler, halkın kendilerine vurulan prangalara karşı bir çıkış hareketidir. Bazı Batı devletleri ve İsrail, despotizm altında yönetilen ülkelerin genel geçer süreci doğrultusunda, bu özgürlük eylemlerine ihtimal vermemişlerdi. Onlara göre önde gelen bazıları cezalandırıldığında, halk korkar ve evlerine dönerlerdi.
Her alanda olduğu gibi siyasi alanda da Arap dünyasının gelişmesi, halkın özgürlüğüyle paraleldir. Bu hem insani hem de dini bir zorunluluk ve ihtiyaçtır. Arap dünyasındaki bundan sonraki gelişmeler, özgürlük algılamasıyla orantılı olarak gelişecektir. Ancak dışarıdan ithal edilen hürriyet, özgürlük değildir. İstibdadın daha yumuşak başka bir versiyonudur. Burada en büyük misyon Türkiye’ye düşmektedir. Zira HERSH’in de vurguladığı gibi, ABD, İsrail ve AB bölgenin kaybedeni, Türkiye ise kazananıdır.