Bölgemizi tehdit eden temel meselelerin öne çıkanlarından olmak üzere mezhep ve etnik temelli ayrışma ve çatışma potansiyelinin küresel güçler tarafından global stratejiler adına vekalet savaşına dönüştürülmesi meselesidir. Bu noktada öne çıkan iki bölgesel aktör İran ve Suudi Arabistan.
İkinci mesele, Suriye ve öncesinde Irak’ta yaşananların bahsedilen kırılgan zemine hizmet eden halleri doğurması konusudur. Mezhepsel ve etnik kırılganlıklara yol açılarak, bunların krize ve kaosa varacak ölçüde köpürtülerek bölge ve küre bazında politikalar üretmeye meraklı olanların istismarına yol açtığı görülmektedir.
Bu noktada strateji ile tarihin kesiştirilmesi yoluyla var olan veya var edilen üzerinden bölgede inşa çalışmaları devam ediyor. Suriye ve Irak’ta yaşanan mezhepsel ve etnik vekâlet suiistimalinin önünde Türkiye’nin bölgede sergileyeceği soğukkanlı ve tarafsız tutum bir uzlaşmaya yol açabilir.
Türkiye, hali hazırda İran ve Suudi Arabistan arasında köprü olabilecek bir konumda bulunuyor. İlişkilerde iniş ve çıkışlar yaşansa da mezhepsel itiş kakışın bu iki aşırı ucunun ortasında bir itidal noktası olarak Türkiye her iki tarafla da ilişkileri ve diyalogu süren ülke olarak yakında gerçekleşecek olan İslam Konferansı Toplantısını da vesile ederek, bir mutedil durum oluşarak, gerginliğin azaltılmasına yardımcı olabilir. Rusya ve ABD ile gerilen ipler düşünüldüğünde bölgesel inisiyatifler sorun çözümünde etkili olabilir. Lakin bu iki ülke büyük resme bakıp Rusya ve ABD çizgisinde konumlanmayı tercih ederek süre giden mezhepsel sürtüşmeyi hem iç hem de dış politikaları açısından faydalı görerek başka bir maslahat yolunu seçerlerse bu da onların tarih önünde verecekleri bir hesabın başlangıcı olur. Bu noktada, Ruhani’nin bu toplantıya katılmak konusunda çekincelerinin Suudi Arabistan ile alakalarımız odaklı olduğu ve bunun izalesi halinde iştirakinin mümkün olacağı İran diplomasi koridorlarında ifade ediliyor. Türkiye bu noktada makul bir orta yol söylemi bu durumu dönüştürücü rol oynamalıdır. Her iki aktörle de makul konuşabilir bir aktör olarak Türkiye tarihi rolünü oynayarak köprü vazifesi görmelidir. Yavuz Sultan Selim’in geçmişte İran ve Hicaz bölgesini Osmanlıya dair kılması gibi Türkiye Yavuz Sultan Köprüsü inşa ettiği dönemde bu sefer diplomasi köprüsü olarak aktörleri birleştirmeyi denemelidir.
Türkiye’nin bu manada oynayacağı rol, hem IŞİD noktasında İran’ın da dâhil olduğu eleştiri bloğunun söylemlerini boşa çıkarır hem de bu noktada Suudi Arabistan ve Körfez’in tavrının şekillenmesinde diplomatik bir inisiyatifin doğmasına dolayısıyla ABD ve Rusya gibi aktörlerin elinden IŞİD bahaneli mezhepsel ve etnik odaklı kozların alınmasına yardımcı olabilir. Türkiye IŞİD’in bir küresel tanzim aracı olduğunu görerek kendi duruşunu bölgesel ve küresel durumu itibariyle değerlendirmelidir. Zira YPG ve IŞİD gibi unsurlar Türkiye aleyhinde kullanılarak bahsedilen vekâlet araçsallaştırması noktasında uygun hale getirilebiliyor. Ankara ve İstanbul’da patlayan bombalar da bunun aktüel sonuçları olarak gündemimize giriyor.
Suriye meselesine gelince bu noktada Türkiye, İran ve Suudi Arabistan bölünmemiş bir Suriye tercihini ifade ediyorlar. ABD ve Rusya tandeminde beliren Suudi ve İran tavırları, Suriye’de gelinen son duruma kadar bir mevzileşme gösterse de çözümün konuşulduğu şu günlerde bu ülkelerin müşterek bir yaklaşımla Suriye’nin bölünmemesinin, Esed rejiminden bile önemli bir realite olarak ifade ederek Esed rejiminin süreçte değişmesini sağlayacak bir ateşkes ve yeniden yapılanma sürecini desteklemelidirler. Bölgede oluşacak böyle bir bütüncül bakış açısı küresel aktörler ve bölgedeki küresel yerel aktörün hareket alanını daraltabilir. Bunlara dair cevaplar belki de biraz da ABD ziyareti sonrası Türkiye’deki aktör davranışlarında gözlenebilecektir. Türkiye bu noktada İran ve Suudi Arabistan ile realist ve yapıcı bir bakış açısını ve anlayışı öncelikli görmelidir. Tarihi ve kültürel bağlar taşımamız bu sürece katkı sağladığınca önemli olmalı, bunun olmadığı yerde bunların değerini yitireceği ve derinliğin kaybolacağı unutulmamalıdır. Unutulmaması gereken diğer bir konuda aktüel maslahatlar bir yana İran ve Suudi Arabistan’ın tarihi arka planının “Türk“ karşıtlığına dayalı olduğudur. Lakin bu da güncel konular açısından aktör davranışlarındaki muhtemel sapmaları ön görmenin dışında öncelikli bir durum olarak görülmemelidir.
Bu noktada, gerek Suriye’de varılacak bir üçlü mutabakat ve buna diğer bölge ülkelerinin iştirak ettirilmesi, gerekse Suudi-İran diyaloğunun önünün açılmasında bir köprü işlevi görülmesi mezhepsel ve etnik sorunların hallinde Türkiye’nin stratejik gereklilikleri gibi görünüyor. Zira Irak ve Suriye’de yaşanan kriz sürdükçe bölgedeki etnik fay hattı daha fazla yarılmakta ve bunun etkileri sınırlarımız içine uzanmaktadır. İtidal ve orta yol stratejisi düzelme işaretleri veren İran-Türkiye ilişkileri ve süren Türkiye-Suudi alakaları bağlamında bir fırsata çevrilerek bölgende yaşanan Arap baharı sonrası çöküşünün yaralarının sarılmaya başlanması gerekiyor. Bu noktada müttefikimiz! ABD ve Rusya ile sürdürülecek eşgüdüm ile konunun daha geniş bir mutabakata vardırılması Suriye merkezli krizin çözülmesinde bir yol haritası olarak görülebilir. Türkiye bu yolla aktörler arasılık özelliğini de yeniden hatırlayarak Arap Baharı öncesi derinliğine yeniden dönüşe başlayabilir. Bugün herkes bir dürüstlük ve namus sınavı verdiğini unutmamalıdır.
İkinci mesele, Suriye ve öncesinde Irak’ta yaşananların bahsedilen kırılgan zemine hizmet eden halleri doğurması konusudur. Mezhepsel ve etnik kırılganlıklara yol açılarak, bunların krize ve kaosa varacak ölçüde köpürtülerek bölge ve küre bazında politikalar üretmeye meraklı olanların istismarına yol açtığı görülmektedir.
Bu noktada strateji ile tarihin kesiştirilmesi yoluyla var olan veya var edilen üzerinden bölgede inşa çalışmaları devam ediyor. Suriye ve Irak’ta yaşanan mezhepsel ve etnik vekâlet suiistimalinin önünde Türkiye’nin bölgede sergileyeceği soğukkanlı ve tarafsız tutum bir uzlaşmaya yol açabilir.
Türkiye, hali hazırda İran ve Suudi Arabistan arasında köprü olabilecek bir konumda bulunuyor. İlişkilerde iniş ve çıkışlar yaşansa da mezhepsel itiş kakışın bu iki aşırı ucunun ortasında bir itidal noktası olarak Türkiye her iki tarafla da ilişkileri ve diyalogu süren ülke olarak yakında gerçekleşecek olan İslam Konferansı Toplantısını da vesile ederek, bir mutedil durum oluşarak, gerginliğin azaltılmasına yardımcı olabilir. Rusya ve ABD ile gerilen ipler düşünüldüğünde bölgesel inisiyatifler sorun çözümünde etkili olabilir. Lakin bu iki ülke büyük resme bakıp Rusya ve ABD çizgisinde konumlanmayı tercih ederek süre giden mezhepsel sürtüşmeyi hem iç hem de dış politikaları açısından faydalı görerek başka bir maslahat yolunu seçerlerse bu da onların tarih önünde verecekleri bir hesabın başlangıcı olur. Bu noktada, Ruhani’nin bu toplantıya katılmak konusunda çekincelerinin Suudi Arabistan ile alakalarımız odaklı olduğu ve bunun izalesi halinde iştirakinin mümkün olacağı İran diplomasi koridorlarında ifade ediliyor. Türkiye bu noktada makul bir orta yol söylemi bu durumu dönüştürücü rol oynamalıdır. Her iki aktörle de makul konuşabilir bir aktör olarak Türkiye tarihi rolünü oynayarak köprü vazifesi görmelidir. Yavuz Sultan Selim’in geçmişte İran ve Hicaz bölgesini Osmanlıya dair kılması gibi Türkiye Yavuz Sultan Köprüsü inşa ettiği dönemde bu sefer diplomasi köprüsü olarak aktörleri birleştirmeyi denemelidir.
Türkiye’nin bu manada oynayacağı rol, hem IŞİD noktasında İran’ın da dâhil olduğu eleştiri bloğunun söylemlerini boşa çıkarır hem de bu noktada Suudi Arabistan ve Körfez’in tavrının şekillenmesinde diplomatik bir inisiyatifin doğmasına dolayısıyla ABD ve Rusya gibi aktörlerin elinden IŞİD bahaneli mezhepsel ve etnik odaklı kozların alınmasına yardımcı olabilir. Türkiye IŞİD’in bir küresel tanzim aracı olduğunu görerek kendi duruşunu bölgesel ve küresel durumu itibariyle değerlendirmelidir. Zira YPG ve IŞİD gibi unsurlar Türkiye aleyhinde kullanılarak bahsedilen vekâlet araçsallaştırması noktasında uygun hale getirilebiliyor. Ankara ve İstanbul’da patlayan bombalar da bunun aktüel sonuçları olarak gündemimize giriyor.
Suriye meselesine gelince bu noktada Türkiye, İran ve Suudi Arabistan bölünmemiş bir Suriye tercihini ifade ediyorlar. ABD ve Rusya tandeminde beliren Suudi ve İran tavırları, Suriye’de gelinen son duruma kadar bir mevzileşme gösterse de çözümün konuşulduğu şu günlerde bu ülkelerin müşterek bir yaklaşımla Suriye’nin bölünmemesinin, Esed rejiminden bile önemli bir realite olarak ifade ederek Esed rejiminin süreçte değişmesini sağlayacak bir ateşkes ve yeniden yapılanma sürecini desteklemelidirler. Bölgede oluşacak böyle bir bütüncül bakış açısı küresel aktörler ve bölgedeki küresel yerel aktörün hareket alanını daraltabilir. Bunlara dair cevaplar belki de biraz da ABD ziyareti sonrası Türkiye’deki aktör davranışlarında gözlenebilecektir. Türkiye bu noktada İran ve Suudi Arabistan ile realist ve yapıcı bir bakış açısını ve anlayışı öncelikli görmelidir. Tarihi ve kültürel bağlar taşımamız bu sürece katkı sağladığınca önemli olmalı, bunun olmadığı yerde bunların değerini yitireceği ve derinliğin kaybolacağı unutulmamalıdır. Unutulmaması gereken diğer bir konuda aktüel maslahatlar bir yana İran ve Suudi Arabistan’ın tarihi arka planının “Türk“ karşıtlığına dayalı olduğudur. Lakin bu da güncel konular açısından aktör davranışlarındaki muhtemel sapmaları ön görmenin dışında öncelikli bir durum olarak görülmemelidir.
Bu noktada, gerek Suriye’de varılacak bir üçlü mutabakat ve buna diğer bölge ülkelerinin iştirak ettirilmesi, gerekse Suudi-İran diyaloğunun önünün açılmasında bir köprü işlevi görülmesi mezhepsel ve etnik sorunların hallinde Türkiye’nin stratejik gereklilikleri gibi görünüyor. Zira Irak ve Suriye’de yaşanan kriz sürdükçe bölgedeki etnik fay hattı daha fazla yarılmakta ve bunun etkileri sınırlarımız içine uzanmaktadır. İtidal ve orta yol stratejisi düzelme işaretleri veren İran-Türkiye ilişkileri ve süren Türkiye-Suudi alakaları bağlamında bir fırsata çevrilerek bölgende yaşanan Arap baharı sonrası çöküşünün yaralarının sarılmaya başlanması gerekiyor. Bu noktada müttefikimiz! ABD ve Rusya ile sürdürülecek eşgüdüm ile konunun daha geniş bir mutabakata vardırılması Suriye merkezli krizin çözülmesinde bir yol haritası olarak görülebilir. Türkiye bu yolla aktörler arasılık özelliğini de yeniden hatırlayarak Arap Baharı öncesi derinliğine yeniden dönüşe başlayabilir. Bugün herkes bir dürüstlük ve namus sınavı verdiğini unutmamalıdır.