Öncelikle Türkiye’nin uluslararası seviyede düzenlediği ilk güvenlik konferansı olan İstanbul 2015’te aranızda bulunmaktan ve açılış konuşmasını yapıyor olmaktan büyük onur duyduğumu belirtmek isterim. Ülkemizde böylesi bir konferans yapılmasına vesile olan TASAM Başkanı Sayın Süleyman ŞENSOY’un şahsına ve ekibine nazik davetleri ve çok değerli teşebbüslerinden dolayı şükranlarımı sunarım.
İlkini gerçekleştirdiğimiz İstanbul Güvenlik Konferansı sayesinde küresel konularda görüş alışverişinde bulunarak olaylara farklı açılardan yaklaşma, yorumlama fırsatı bulacağımıza ve bu konferansın yakın gelecekte tüm dünyada saygın yere sahip olan, Berlin, Münih ve Cenevre Güvenlik Konferansları gibi üst düzey politikacı ve akademisyenlerin bir araya geldiği, küresel sorunların tartışıldığı, çözüm üretildiği ve yeni stratejilerin planlandığı bir platform olacağına inanıyorum.
Bu konferansın İstanbul’da düzenlenmesi fevkalade isabetli bir teşebbüs olsa gerektir. Çünkü İstanbul, üç saatlik uçuşla dünya coğrafyasının ve nüfusunun üçte birine ulaşılabilen ve tarihin yoğrulduğu bir merkezdir. Ayrıca, pek çok araştırma göstermiştir ki, dünya üzerinde 20 kadar çatışma bölgesi olup, bunların yarısından fazlası Türkiye’nin etrafında bulunmaktadır. Bu sebeple, bir güvenlik konferansı için İstanbul yalnız teorinin değil uygulamaların da konuşulabileceği önemli bir merkez konumunda olmaktadır.
Değerli Katılımcılar,
Genel kabul görmüş bir düşüncenin ifadesi olmasa da, çoğuna göre insanlar arasındaki ilişkinin esası barıştır. Savaş fevkalade istisnai bir olaydır. Bazılarına göre ise bu ilişkinin temeli her durumda çatışmadır. Savaş yalnızca daimi olan bu çatışma halinin yoğunluğuyla ilgilidir. Diğer bir deyişle savaş bu yoğunluğun en yüksek seviyeye çıkmasından başka bir şey değildir. Bu iki zıt görüşün benzerlerini geçmişte de görmek mümkündür.
Nitekim Aristo insanları tabiatı gereği “zoon politikon“, yani “insan, politik bir hayvandır“ demek suretiyle insanın yaradılışı itibariyle diğer insanlarla beraber toplum halinde yaşamayı tercih eden bir varlık olduğunu ifade etmiştir. Toplumsal yaşayışın ilk şartı ise, karşılıklı anlayış, huzur ve sükûndur. Halbuki diğer taraftan, realizmin de temellerini atan Hobbes “homo homini lupus“, yani “insan, insanın kurdudur“ diyerek insan tabiatının başta bir yönüne vurgu yapmıştır. Her iki iddia veya tespiti doğrulayacak insanlık tarihinde yaşanmış pek çok örnek mevcuttur.
Hobbes, insanların kendi isteklerini gerçekleştirmek için diğer insanlarla diyalog kurduğunu ve kendi isteğini gerçekleştirme çabasının bir noktadan sonra kavga, düşmanlık ve savaşla sonuçlandığını vurgulamıştır. Dolayısıyla devletin düzeni ve bekası için, insanların sahip olduğu saldırgan doğal içgüdülerini kontrol altına alması, devletin güçlü olması açısından önemlidir. Yıllar boyunca uluslararası ilişkileri realizm düşüncesi, başka bir deyişle, devletler arasında yaşanan gücü elde etme savaşları yönlendirmiştir.
Tanınmış bilim adamı MASLOW’a göre, insan ihtiyaçlarının hiyerarşisinde güvenlik en temel unsurlardan biridir. İnsanın yaradılışı gereği pek çok ihtiyacından fedakarlıkta bulunması mümkündür, ancak güvenlikten asla. Ayrıca, devlet hizmetlerinin tarif ve şümulde, rejimden rejime tartışmalı olmakla beraber güvenlik hizmetinin devletin varlık sebebi olduğu konusunda ittifak vardır.
20’nci yüzyıla gelindiğinde, bütün dünya ilk defa ikiye bölünmüş ve bu bölünmenin ardından çıkan Birinci Dünya Savaşı’nın neden olduğu büyük yıkım ve acılar sonunda o zamana kadar doğal olarak kabul edilen savaş olgusu sorgulanmaya başlanmış ve insanoğlu barış içinde nasıl bir arada yaşayabileceğini, savaşmadan sorunlarını barışçıl yollarla nasıl çözebileceğini düşünmeye başlamıştır. Aristo’nun da belirttiği gibi, sosyal bir varlık olan insan sorunlarını karşılıklı anlayış, huzur ve sükun içerisinde çözme eğilimine, yani idealizme yönelmiştir.
Ancak idealizm ve Cemiyet-i Akvam, İkinci Dünya Savaşı’nın yaşanmasını engelleyememiş, devletlerin iktidarı elinde tutma, tahakküm, en güçlü olma güdüsü bir kez daha çok büyük acılara neden olmuştur.
Değerli Katılımcılar,
20’nci yüzyılın ilk yarısında yaşanan ve yaklaşık 50 milyon insanın ölmesine neden olan küresel boyuttaki iki savaşın ortaya çıkardığı enkaz haline gelmiş şehirler ve sosyal travmalar; uluslararası ilişkiler, ittifaklar ve stratejik düşünceler ile tehdit, savunma ve güvenlik gibi kavramları temelden etkilemiştir.
Yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen, her an yeni bir savaşın daha çıkabileceği korkusu ve bunu engellemek için küresel ölçekte birşeylerin yapılması gerektiği inancı, İkinci Dünya Savaşı süresince ve hemen bitiminde ‘galip’ devletler tarafından düzenlenen çok sayıda konferansın ardından, ‘yeni düzen’i temsil eden Birleşmiş Milletlerin (BM) kurulmasına neden olmuştur. Artık hedeflenen; BM’nin, dünyanın ahlaki şuuru olması gerektiğidir.
1945 yılında 51 üyesiyle, anlaşmazlıkları çatışmaya dönüşmeden engellemek, dünya barışını ve güvenliğini sağlamak amacıyla kurulan BM, bugün büyük ve küçük devletlerden oluşan toplam 193 üyesine hizmet etmeyi başaran, tarafsız devletlerin sadakatine de sahip olarak önemli bölümü Afrika’da olmak üzere, 16 noktada faaliyetlerini sürdüren bir nitelik kazanmıştır.
Ayrıca; Bosna Hersek, Sudan, Somali ve Ruanda’da yaşanan büyük acılardan alınan dersler neticesinde, özellikle çatışma sonrası ve öncesinde BM’nin daha aktif rol alabileceği kanaati barış misyonlarının çeşitlenmesine yol açmıştır. Bu kapsamda, bugün BM çatısı altında 120 den fazla ülkeden toplam 125.000 asker, polis ve sivil personelin katılımı ile tüm ülkeler iş birliğine devam etmektedir.
Değerli Katılımcılar;
İkinci Dünya Savaşını kazanan ve BM yapısını tanzim eden muzaffer devletler, bu defa kendi aralarında liberal ekonomi ile merkezi planlı ekonomi uygulayan siyasi güçler olarak iki gruba ayrılmışlar ve soğuk savaş, demir perde dönemi başlamıştır. Bir tarafta Varşova Paktı kurulurken diğer tarafta da NATO teşkil edilmiştir. NATO’nun ikinci Genel Sekreteri Paul-Henri Charles SPAAK, NATO için “Stalin’in üvey çocuğu-step child“ tabirini kullanmıştı.
BM sistemi, söz konusu dönemin küresel barışı tehdit etmeyen yerel, hatta çoğu zaman bölgesel krizlerdeki başarısını soğuk savaş sonrası dönemde gösterememiştir. Değişen konjonktüre ayak uydurmakta zorlanmış ve küresel nitelik kazanan krizlerde etkili olamamıştır.
Soğuk Savaş sonrası dönemde hassas dengeler üzerine kurulu uluslararası ortam, bölgesel çatışmalar ve dönüşüm süreci; terörizm, siber saldırılar, yasa dışı göç, uyuşturucu trafiği, kitle imha silahlarının etkisiyle klasik savaş tehdidinin ötesine geçerek, çok taraflı, asimetrik, karmaşık ve belirsiz bir hal almıştır.
İçerisinde bulunduğumuz konjonktürde, dünyadaki krizler ve anlaşmazlıklar daha karmaşık ve içerisinden çıkılamaz bir görünüm kazanmıştır. Dünya politikasının çok hızlı bir değişimden geçtiği, mevcut küresel ve bölgesel düzenlerin sorgulandığı, siyasi ve iktisadi boyutta “krizler“ ile şekillenen bir tarihsel döneme tanıklık etmekteyiz.
Anlaşmazlıklar ülkelerin sınırlarını aşmış, etki sahasını genişletmiştir. Sanayileşmeyle birlikte enerjiye olan ihtiyaç artmış, kaynakları elinde bulunduran güçler tarafından enerji stratejik silah olarak kullanılmaya başlanmıştır. Globalleşme sonucu radikalizm ve terör, tüm dünyanın genelini tehdit eder seviyeye yükselmiştir. Terör ve şiddet, salgın hastalık gibi yayılma eğilimi kazanmıştır.
Gelir dağılımındaki adaletsizlik ve fakirlik, güvensiz bölgelerle sınırlı kalmayıp diğer bölgeleri tehdit eden kitlesel göç hareketlerine sebep olmuştur.
Artık klasik savaşların yapılmadığı bir dünyadayız. Nükleer savaş ise bir dehşet dengesi sebebiyle söz konusu değildir.
Bu gün insanlığın karşılaştığı çatışma şekilleri olan; büyük güçler tarafından, küçük aktörler ve onların kiraladıkları kuklalar yoluyla yürütülen ve amacı bölgesel hâkimiyet olan Proxy savaşlar,
Nihai hedefi belli ancak belirli bir düzeni olmayan taktik ve stratejiler, terörist saldırılar, siber teknoloji tabanlı saldırılar gibi enstrümanları ihtiva eden hibrit tehditler,
Dünyada yarattığı ani ve hazırlıksız durumlarla ülkelerin siyasi, sosyal ve ekonomik sistemlerinde istikrarsızlıklarına neden olan, düşük seviyede kuvvet ve teknoloji kullanarak etkin olan asimetrik tehditler ile uluslararası ortam bir dehlize dönüşmüştür.
Bu belirsizlik ortamında deniz, hava, uzay ve siber uzay gibi küresel ortak alanlar risk ve tehdit kaynaklarının kullanıldığı öncelikli alan haline gelmiş, “siber uzay“ yeni bir muharebe sahası olarak ortaya çıkmıştır.
İsrail-Filistin sorunu, Azerbaycan-Ermenistan çatışması, Balkan ülkeleri çatışmaları, RF-Gürcistan, Irak, Libya, Suriye, Yemen, Ukrayna ve Kırım’daki krizler; Ortadoğu’daki otorite boşlukları ve bundan beslenen radikal akımlar, eşit olmayan gelir dağılımı, mezhep temelli çatışmalar, maalesef içerisinde bulunduğumuz zaman diliminde yaşayarak şahit olduğumuz en belirgin örneklerdir.
Söz konusu ortamda barışın en büyük tehlike kaynağını oluşturan uluslararası çatışmaları önlemek amacıyla dizayn edilen Birleşmiş Milletler; üzücüdür ki uluslararası anarşiyi ortadan kaldırma potansiyeline sahip bir örgütlenme olamamıştır. Çünkü bu örgüt, uluslar üstü değil, uluslararası bir örgüttür ve etkinliği Güvenlik Konseyi üyelerinin, özellikle daimi üyelerin, iş birliği yapmalarına bağlıdır. Bilindiği üzere 15 üyeli Güvenlik Konseyi’nden bir karar çıkabilmesi için 5 daimi üyenin veto hakkını kullanmamaları ve toplam 9 olumlu oya ulaşılması gerekmektedir. Bu da her ciddi sorunda maalesef mümkün olamamaktadır.
Böylece soğuk savaş döneminde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi içinde karar alma sürecinde yaşanan diplomatik çıkmaz yerini, veto hakkına sahip ülkeler arasında çıkar, iş birliği ve uzlaşmaya dayanan bir sisteme bırakmıştır.
BM, tüm bu olumsuzluklar nedeniyle küresel ölçekte barışın sağlanması ve inşası konusunda kuruluşundan yetmiş yıl sonra işlevselliği konusunda sorgulanmasına rağmen, dünya savunma harcamalarının binde 4’üne denk gelen bütçesiyle, ajansları aracılığıyla yaptığı çalışmalarla ve devletlerarası ilişkilerde diyalogun tesisinde oynadığı rol ile uluslararası ilişkilerde halen yadsınamayacak bir aktördür.
Diğer taraftan, Çin’in yükselişi insanlık camiası için yeni bir güvenlik faktörü olarak görülebilir. Atlantik’te NATO bulunmakta, Asya-Pasifik’te ise sadece NATO’nun temas ülkeleri mevcuttur. Sonuçta, “rebalancing“ diye adlandırılan politikayla süper güç ABD nispi olarak Atlantik’ten çekilmekte Asya-Pasifik’e yoğunlaşmaktadır.
Ulu önder Atatürk’ün, 1937 yılında Ankara'yı ziyaret eden Romanya Dışişleri Bakanı ile yaptığı görüşmede ifade ettiği;
"İnsanlığın hepsini bir vücut ve her milleti bunun bir organı saymak icap eder; bir vücudun parmağının ucundaki acıdan, diğer bütün organlar etkilenir; dünyanın herhangi bir yerinde bir rahatsızlık var ise bundan bana ne? dememeliyiz; böyle bir rahatsızlık varsa tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla meşgul olmalıyız."
Sözünden hareketle, oluşan yeni şartlar ile uyumlu şekilde BM, tüm dünya uluslarını kapsayan vücudun merkezi olarak düşünülmeli, yaşanan sorunları ulusal ya da bölgesel çapta ele almak yerine global bir düzenin ürünleri olarak görmeliyiz. Kaosu önlemek için üst otoriteye ihtiyaç duyulan uluslararası sistemde, vücudu bir arada sağlıklı tutacak merkezdeki BM’nin yeri sağlamlaştırılmalıdır.
Bu bakış açısı ile ülkemiz, kurucu üyelerinden biri olduğu uluslararası meşruiyeti temsil eden tek küresel örgüt olan BM’ye büyük önem atfetmekte ve örgüt içerisinde son yıllarda çok daha pro-aktif bir yaklaşım benimsemektedir. Bu çerçevede ülkemiz, BM’nin, barışı korumadan kalkınmaya, iklim değişikliğinden BM Güvenlik Konseyi reform çalışmalarına kadar her faaliyete etkin ve etkili katkısını artırarak sürdürmeye devam etmektedir.
Ülkemiz gerek tek başına bir güç olarak ve gerekse BM dahil, üyesi olduğu uluslararası kuruluşlar vasıtasıyla geniş bir yelpazede, barışçı, ilkeli ve etkin bir güvenlik politikası izlemekte, barış operasyonlarına askeri ve sivil personel katkısı sağlayan ülkeler arasında yer almaktadır.
Bu kapsamda Türkiye; BM çatısı altında, Lübnan, Afganistan, Mali, Orta Afrika Cumhuriyeti, Haiti, Darfur, Güney Sudan, Demokratik Kongo, Fildişi, Liberya ve Somali’de; NATO kapsamında, Afganistan, Kosova ve Akdeniz’de; Avrupa Birliği şemsiyesi ve ikili anlaşmalar kapsamında, Bosna-Hersek, Kosova, Ukrayna, Afganistan ve Filistin’de yürütülen barışı destekleme görevlerine katkıda bulunmaya devam etmektedir.
Aden Körfezi ve Somali açıklarında yoğunlaşan deniz haydutluğu faaliyetlerine karşı yürütülen deniz operasyonlarına da BM ve NATO çatısı altında katkı verilmektedir.
Söz konusu katkılarımızın yanı sıra, Balkanlarda barış ve istikrarın sağlanması maksadıyla, Güneydoğu Avrupa Savunma Bakanları (SEDM) süreci ve Güneydoğu Avrupa Barış Tugayı (SEEBRIG) kapsamında icra edilen faaliyetlere, Karadeniz’de deniz güvenliğinin temini amacıyla Karadeniz Deniz İşbirliği Görev Grubu ve Karadeniz Uyumu Harekâtındaki görevlere etkin bir şekilde devam edilmektedir.
Ayrıca, çatışmaların sona erdiği ülkelere, özellikle sivil kapasitenin güçlendirilmesi bağlamında, eşgüdüm içinde, sürdürülebilir destek sağlanmasında kayda değer bir rol oynayan BM Barışı İnşa Komisyonu’nun; Gine, Liberya, Sierra Leone, Burundi ve Orta Afrika Cumhuriyetindeki faaliyetlere iştirak etmekteyiz. Bunun yanı sıra ülkemiz Barışı İnşa Fonu’na (BİF) en çok katkı yapan 22. ülke (1,5 milyon ABD Doları ) konumundadır.
Türkiye’nin barışa ve insani yardıma katkıları sadece BM çatısı altındaki yardımları ile sınırlı kalmamaktadır. “Yurtta Barış Cihanda Barış“ prensibini esas alan Türkiye barış ve insani yardımlarına tüm gücüyle devam etmektedir. Bu kapsamda, 2014 Küresel İnsani Yardım Raporuna göre, milli gelirine oranla en yüksek yardım yapan ülke olarak dünyada birincidir. (Türkiye: 0,21; Kuveyt: 0,20; Lüksemburg: 0,15) Tüm bu katkıları neticesinde Türkiye 2016 Dünya İnsani Zirvesine İstanbul’da ev sahipliği yapacaktır. Tüm bu yardımların dışında Türkiye’nin dahili olarak Suriyeli göçmenlere 8 milyar ABD Doları tutarında yardım yaptığını da hatırlatmak isterim.
Öte yandan, ülkemiz ilkesel olarak Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin veya veto hakkına sahip üyelerin sayısının artmasına karşı bir tutum benimsemekte, daha geniş bir temsile dayanan, demokratik, şeffaf, etkin ve hesap verebilir bir Güvenlik Konseyi oluşturulmasını istemektedir. Türkiye, bu nitelikte bir Güvenlik Konseyi yapılanmasının, münhasıran daimi olmayan üyelik kategorisinde yapılacak artışlarla gerçekleştirilebileceği görüşündedir.
Sonuç olarak, tüm bu hususlar çerçevesinde küreselleşen dünyada sorunlarla başa çıkabilmek, daha fazla refah, daha fazla barış için tüm ülkelerin Birleşmiş Milletleri daha fazla sahiplenmesi ve dönüşümüne destek olması gerektiği muhakkaktır.
Ancak BM’nin bu hedeflerini gerçekleştirecek bir icrai ve askeri gücünün olmadığı da hep akılda tutulmalıdır. Bu eksiklik sebebi ile NATO, Varşova Paktı, AB, Bağımsız Ülkeler Topluluğu, Şangay Beşlisi gibi bölgesel savunma esaslı kuruluşların ortaya çıkması zarureti doğmuştur. Türkiye tarihi olarak bu konudaki tercihini yapmıştır. Ayrıca genel kabul gördüğü üzere, TSK ve güvenlik güçleri kendilerine mevcut görevleri en iyi şekilde yapacak kapasiteye sahiptir.
Ancak Türkiye’deki kamu kurum ve kuruluşları ile bürokrasi koşmaktan düşünmeye vakit bulamamaktadırlar. Halbuki dünya üzerinde düşünceden, fikirden daha büyük hiçbir güç yoktur. Kamunun dışında durum muhakemesi ve istikbal projeksiyonlarını yapacak kuruluşların varlığı ve çalışmaları toplumumuz için hayati önemi haiz olmaktadır. Bu sebeple, TASAM’ın gayretlerini gönülden kutluyor ve çalışmalarınızın gelişimimize ilişkin kamu kararlarına yönelik yol gösterici olmasını temenni ediyor, saygılar sunuyorum.
http://tasam.org/tr-TR/Etkinlik/3709/istanbul_guvenlik_konferansi_2015