Şüphesiz bu akademik bir kongre ve epeydir devam eden çalışmaların bugün birlikte sunumunu ve tartışmalarını izleyeceğiz. İki gün devam edecek oturumlarda aramıza daha birçok yeni isim de katılacak. İşin çerçevesini çizmek açısından çok kısa bir özet yapmak istiyorum.
Türkiye’nin Stratejik Vizyonu 2023 Projesi yaklaşık sekiz yıldır hatta hazırlığını da sayarsak dokuz yıldır devam ediyor. 11. Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesini müteakip manevi himayelerine aldıkları bir proje idi ve bugüne kadar geldi. Üç bölüme ayırdığımız Proje’nin ilk bölümünde “Makro Temalar“ ele alındı; millet ve devlet olmanın temel parametrelerinin ve gelecek vizyonunun tartışılması idi. İkincisi bu makro hedeflere Türkiye’yi taşıyabilecek “Stratejik Lokomotif Sektörler“ oldu; on sektör belirlenmişti. Üçüncüsü ise “Değerler İnşası“ boyutu ki birçok çalışma yapıldı. Bugün de bu çalışmanın yeni bir boyutundayız. “Referans Değerler, Kurumlar, Kişiler“ başlığı altında iki uygulama projesi de devam ediyor. Onlarla ilgili bir paralel çalıştay ve bir de oturum bu program içerisinde bütünleşik olarak gerçekleştirilecek.
Kısaca bahsetmek isterim; bunlardan biri “Osmanlı Devleti’ndeki Tasavvuf Hayatının Kurumsal Yönetişimi“ konusudur. Bu konuda 13.000 sayfa ve 5.000 belgeden oluşan bir arşiv var. Bu arşivin tamamı Latinize edildi ve üzerinde çalışılıyor. Tasavvuf hayatının o günkü yönetişimi, devletle olan ilişkiler, devletin bu alandaki rolü ve bu anlamda temel koordinatlar nelermiş öncelikle bunları anlamanın, sonra günümüz için yorumlamanın arayışındayız. Kısır döngülü tartışmalara girmeden; manevi hayatımızın, Anadolu Erenlerinin, Anadolu’yu maddi fethinden önce aslında mânen fethetmiş olan erenlerin zaman içerisinde daha da kurumsallaştırdıkları tasavvuf hayatını tarihsel olarak anlamaya çabalayan ama bir tarih çalışmasından çok bugüne ne yorum getirilebilir üzerinde yoğunlaşan bir çalışma.
Diğeri de Türkiye çapında şubeleri bulunan Esnaf ve Sanatkârlar Derneği ESDER ile Ahilik üzerine bir uygulama projesi başlatıyoruz. O henüz yeni ve burada hazırlık çalıştayı yapılacak, “nasıl yapabiliriz, bu işi birlikte nasıl başarılı kılabiliriz“ diye istişare edilecek. Ana teması “Üretim - Tüketim ve Sosyal Sorumluluk İş Modeli“ olarak belirlendi. Ahilik, yılda sadece bir defa devletin imkânlarıyla kutlamaları yapılan, pilav dağıtılan - ilgili otoriteler bana kızmasın - romantik bir tecrübe olmaktan öteye “her ölçekteki şirket ve kurum için bir iş modeli ve etik bir model hâline getirilebilir mi?“ sorusuna cevap aramaya çalışacağız. O kurumların birebir yeniden canlandırılması değil, o ruhun günümüzde nasıl bir model hâline getirilebileceği noktasında bir arayış olacak. Bu bizim yapabildiklerimiz. Binlerce farklı yaklaşım/kurum/yapı neyi önemsiyorsa ve neyin öne çıkmasını istiyorsa böyle bir perspektifte yeniden yorumlamaları gerektiğini düşünüyoruz.
“Türkiye’nin Stratejik Vizyonu 2023“ projesine başlarken, Başbakanlık’ın tayin ettiği bürokratlara bunu anlatmak için on sekiz defa gitmek gerekmişti. Dolayısı ile üç yüz yıllık bir içe kapanıklıktan sonra daha kapsayıcı bir düşünce sistematiğine geçmek, hem kurumsal olarak kamu yönetiminde hem sivil toplumda hem akademi dünyamızda zihinsel eşiklerin aşılması belli bir zaman alıyor. Daha sonra bildiğiniz gibi binlerce 2023 projesi ortaya çıktı. Herkes kendi açısından bir hedef ortaya koydu.
Aynı şekilde Değerler İnşası aşamasında da kim neyi önemsiyorsa, hangi vakıf, hangi cemaat, hangi dernek ve sivil oluşum neyi kendisi açısından önemli görüyorsa, onu temsil etme noktasında benzer çalışmaları yapması gerektiği kanaatindeyim. Bu dişi bir yaklaşım ve çok sayıda yeni “yavrularının“ olması temel hedefimiz.
Bugüne kadar olan değerler inşası çalışmalarında altı yüze yakın isim bu envantere girmiş oldu. Bunların da sizler başta olmak üzere yarısının küçük veya büyük katkıları oldu. Burada farklı görüşler de olmakla beraber iki temel görüşün ortaya ve öne çıktığını belirtmek istiyorum. Bir tanesi dünyadaki üretim ve tüketim standartlarını - dünya nüfusunun yaklaşık yüzde birine sahip Türkiye olarak - tek başına geliştirmemizin veya değiştirmemizin mümkün olmadığından hareketle Batılı tecrübe ve tercihlerin devamı yönünde bir inisiyatif alınmasının Ülke’nin geleceği açısından daha sağlıklı olacağı yönünde idi.
Diğeri ise daha çok, muhafazakâr kaygılarla; tarihten gelen kurumlarla bu işin çözülebileceği yönünde idi. Ama tarihten gelen kurumların bugüne nasıl yorumlanacağı konusunda tatmin edici ve çok somut önerilerimiz ne yazık ki yok. Zaten tüm bu çalışmalar da bu arayışın bir ürünü. Dolayısıyla her iki görüş arasında bir orta yola ihtiyaç olduğu gözüküyor çünkü çok butik bir şey geliştirmek de büyük bir risk. Hep Afrika’yı örnek veriyorum, Afrika’da insanlar kendi çerçeveleri içerisinde deyim yerindeyse cenneti yaşıyorlardı. Fakat ateşli silahları olmadığı için başlarına gelmeyen kalmadı. Dolayısı ile geliştirilecek konseptin de Çinlilerin Tibet’i işgal etmesi gibi, yani ruhani yönü çok yüksek ama fiziksel gücü olmayan bir oluşum da doğru olmayacağı için bir ortalama yaklaşım geliştirmek gerektiği kanaatindeyiz. Tamamen Batılı tecrübeye işi atarak kenara çekilmenin de, tarihle çokça övünerek bir şekilde mutlu olmanın da aynı yere çıktığını görmemiz gerektiği kanaatindeyim.
Bugün nasıl bir dünyadayız ve bu çalışmalar nereye işaret ediyor, ona da birkaç cümleyle değinip sözlerimi tamamlamak istiyorum. İçinden geçtiğimiz dönem çok türbülanslı bir dönem. Batı dünyası başta olmak üzere çok büyük bir kaynak krizi var. Borç-para-borç ilişkisi içinde kaynak üretmiş ve bu anlamda hem zenginliğini hem de standartlarını yükseltmiş olan Batı dünyası, Doğu’daki yeni çıkan güçleri zamanlıca öngöremediği için 2008’den bugüne çok büyük kriz yaşıyor. Çok büyük bir kaynak krizidir bu. Bölgemizde yaşanan bütün kavgaların ve çatışmaların da aslında bu paylaşım mücadelesinin sonuçları olduğunu görmemizde yarar var. Aynı zamanda bir insanlık krizi de yaşanıyor.
Doğu ile Batı arasında en fazla kullanılan enstrümanın mikro-milliyetçilik olduğunu ve mikro-milliyetçiliğin bütün boyutlarını çevremizde görüyoruz. Çevremizdeki kadar yıkıcı değil ama kendi içimizde de yaşıyoruz. İnsanlığın mikro-milliyetçilik açısından taşıdığı risklerin minimize edilmesi için de referans değerlere, kurumlara ve kişilere yani medeniyet yaklaşımına çok büyük ihtiyaç var.
Günümüzde 130.000 mülteciyi Avrupa ülkeleri nasıl paylaşacakları konusunda aylardır kavga ederlerken eksiğiyle - fazlasıyla, hatasıyla - sevabıyla iki milyon insan Türkiye toplumu içinde kayboldu, yani bir şekilde absorbe edildi. Değerler anlamında çokça eleştirdiğimiz mevcut durumumuza rağmen iki milyonun üzerinde kişiyi çok kolay “hazmettik“, bazen iyi bazen yetersiz ama onlara kucak açtık. Birçok ülkede onların başlarına gelen olayların yüzde doksan beşi bizim ülkemizde onların başlarına gelmedi. Dolayısı ile mikro-milliyetçiliğin açtığı ve açacağı büyük yaralar bakımından da referans değerlerin, kurumların, kişilerin ülkeleri bir arada tutmak adına, bölgesel barış ve küresel barış açısından büyük önem taşıdığı anlaşılıyor.
Avrupa Birliği’nin geldiği noktayı da “başarıda başarısızlık“ olarak tanımlıyorum. Doğu’da ve Güney’de bu kadar yeni güçlerin ortaya çıkacağını öngöremedikleri için standartları çok fazla yükselttiler ve bu standartları finanse edecek kaynağı bulamıyorlar. Sürekli her şey geriye gidiyor. Krizin sebebi de bu aslında. Mevcut teknoloji ve insan kaynağıyla belki bir müddet daha Batı üstünlüğünü sürdürecek ama sonrasının, dünya için ve özellikle dünyanın batısı için oldukça karanlık olduğu da gözüküyor.
Bir diğer temel sorun alanı da dünyadaki ekonomik büyüme formülüdür. Yani sürekli büyümek ve her yıl kâr etmek zorunda olan anlayış içerisinde ve sürekli üretimi artırıp ona bağlı olarak tüketimi artırma eğilimindeki sistemin orta sınıfı hızla tasfiye ettiğini görmemizde büyük yarar var. Çünkü şu anda dünyada uygulanan büyüme modeli insanın kendi organlarını yiyerek beslenmesi gibi bir sürece dönüştü. Durum ekolojik değişikliklerden tutun birçok noktaya kadar kendisini gösteriyor. Çevre sorunları, ozon tabakasının delinmesi gibi eko sistemdeki değişiklikler de yine insanoğlunun Dünya içinde yaptığı tahribatın sonuçları olarak bize yansıyor.
Dolayısı ile mevcut üretim ve tüketim odaklı büyüme formülünün de yeniden sorgulanmasına, bu anlamda yeni modeller geliştirilmesine çok büyük ihtiyaç var. Çünkü bu mantık içerisinde mevcut sistemin sürdürülebilir olmadığını herkes görüyor ve dile getiriyor. Birçok film yapılıyor, o filmlerde kıyametler kopuyor. Bu anlamda da oldukça uçuruma yakın bir noktada bulunduğumuzu, bunun sadece Türkiye’nin değil bütün dünyanın sorunu olduğunun altını çizmek istiyorum.
Üretim ve tüketim kalıplarının değişmesi elbette kolay değil, hatta işin en zor kısmı o. Fakat bizim “kadim bilgi“ dediğimiz temel değerlere yeniden dönmek, onları yeniden yorumlamak aslında çok basit formülleri olan ama uygulamada sosyolojik açıdan oldukça zorlu olan bu formülleri yeniden hayata kazandırmamız gerekiyor. Bunun da akademik tartışmalardan öte herkesin bir hayat tarzı şeklinde, kurumsal ya da kişisel olarak bu değerleri temsil etmesiyle mümkün olabileceğini düşünüyorum.
Meselâ üzerinde çok durduğum dört temel kavram var; eski ifadeler olduğu için ya da geleneksel kültürel iadeler olduğu için güncellenip daha “modern“ biçimde ifade edilebilir ama sabır, rıza, tevekkül ya da teslim ve ayrıca tefviz. Bu kavramların yaşamsal olarak uygulanabilir modeller hâline getirilebilmesinin bile toplumdaki birçok temel sorunu ve üretim - tüketim standartları ile ilgili tıkanıklıkların aşılması noktasında çok işlev görebileceği kanaatindeyim. Çünkü dil ve kültür olarak bunları çokça ve sıklıkla ifade etmekle beraber hayat tarzı olarak yeterince yansıtamadığımız için bunların Türkiye, bölge ve dünya ölçeğinde kurumsallaşmasına ciddi katkı yapamıyoruz. Dolayısı ile temelde problem bir temsil sorunu olarak karşımıza çıkıyor. Yani kim neyi temsil ediyorsa onu mümkün olan en evrensel biçimde temsil etmesi gerekiyor. Bu ise bulunulan yerin hakikatinden taviz vermek anlamına gelmiyor. “Sizi gören ‘ne güzel insan’ desin“ sözü burada temel bir örnektir. Çünkü sizi gören “ne güzel Hristiyan desin“, “ne güzel Müslüman desin“ değil. “Ne güzel insan“ olmak evrensel bir kaide ve dolayısıyla bizim, neye inanıyorsak, neyi destekliyorsak, bizim için ne önemliyse – bu, geleneksel muhafazakâr değerler gibi modern değerler de olabilir - onları kendi hayat tarzımızla ve evrensel bir temsille ifade edebilme sorumluluğumuz var. Bir görüşe göre müziğin haram ve yasak olduğu savunulabiliyorken bir başka müzisyen de insan vücudundaki hücrelerin kendi aralarındaki ritmini müzikleştirebiliyor. Görülüyor ki bu insanların derinliğine ve kapasitesine göre değişen bir olgu, dolayısı ile düşüncelerimizin çok güçlü ve iyi bir temsile ihtiyacı var.
Son olarak dile getireceğim konu da değerler açısından “orta sınıf“ meselesi. Orta sınıfın tasfiyesi hem mevcut üretim-tüketim-büyüme formülüyle hem de dünyadaki temel konjonktürle ilgili. Bildiğiniz gibi Sovyet kaldıracı ile komünizm ve sol hareketler yayılmasın diye Batı’da son elli - altmış yılda bir orta sınıf geliştirildi. Sovyetler bu anlamda çok büyük bedel ödedi. Bu orta sınıf yaklaşık yirmi yıldır çatırdıyor. Şimdi de kaldıraç aksi yönde çalışıyor ve Çin kaldıracı ile orta sınıf, diğer deyişle emekçi sınıfı tasfiye ediliyor. Standartlar ise hızla düşüyor ve geri geliyor. Bunu herkes kendi hayatında da gözlemleyebilir. Orta sınıfın tasfiyesinin yol açacağı sorunlar açısından da değerleri öncelikli hâle getirmemiz gerekli kanaatindeyim.
Konunun bir de hayatın her alanına yansıyan güvenlik boyutu var ve artık bütün devletler güvenliği sadece şiddete ya da dışarıya karşı savunma olarak değil en başta su, enerji ve gıda güvenliği olarak ele alıyorlar. Artık hayatın her alanı bir güvenlik noktası olarak algılanarak çalışılıyor. Dünyadaki temel eğilim de insan güvenliğini merkeze almak. Bu hem nesep güvenliği hem sağlık ve fiziksel güvenlik, hem tüketim güvenliği… Dolayısıyla kültür ve medeniyet değerlerinin, üretim ve tüketim boyutuna yansıması insan güvenliğini de etkileyeceği için ülke güvenliği ile doğrudan ilintili bir husus olduğunu ve bu anlamda kategorik olarak sadece dinî ya da geleneksel kurumların veya kültürel kurumların ilgilenmesi gerekli bir alan olmadığını, hayatın her alanını kapsadığının da vurgulamak istiyorum.
Konuştuğum tüm bu çerçeve içerisinde ortaya çıkan fotoğraf, devlet doğasının değiştiği yönünde. Mevcut devlet yapılanmalarının toplumsal ve teknolojik gelişmelere bir süre sonra cevap veremeyeceği yönünde güçlü işaretler var. Bu yapılanmalara cevap üretemeyen çevremizdeki bazı ülkeler hızla savruldular. Biz görece daha iyi durumdayız. Fakat bu devlet doğasının değişimine ayak uydurma noktasında toplumsal değerlerin ve sevinçle kedere ortak olunması gibi kapsayıcı yaklaşımların geliştirilmesi noktasında Değerler İnşası ile ilgili yapacağımız çalışmaların büyük önem arz ettiği kanaatindeyim.
Bu alanlar çok kadirşinas, vefakâr alanlar değil. Gereğinden fazla idealizm, özveri ve fedakârlık gerektiren alanlar ve biz bunu uzun yıllardır yaşıyoruz. Toplum olarak bir şekilde kültür ve medeniyete çok büyük önem verdiğimizi söylerken buradaki kapsamı hep fiziksel altyapıya indirgeyebiliyoruz. Yani bir kültürel yatırımda bile elimizdeki kaynakların yüzde doksan beşini bina yapmaya ve onun içini tefriş etmeye harcayabiliyoruz.
İnsan odaklı yeni bir yaklaşıma ihtiyaç olduğunu, edebî olarak söylenmesi güzel olsa da uygulamada çok zor olan “insanı inşa etmenin, ülkeyi ve dünyayı yeniden inşa etmek olduğu“ üzerinde çokça durmamız gerektiği kanaatindeyim.
Bu bütüncül çerçeveyi çizebilmek için sözümü uzattıysam lütfen affedin. Sayın Meclis Başkanımız Bülent Arınç Beyefendiye ve hazirûna teşrifleri için ve sürece katkıda bulunan kurumlar ile kişilere şükranlarımı arz ediyor, saygılar sunuyorum.
( TASAM Başkanı Süleyman Şensoy’un TSV 2023 - Medeniyet İnşası Türkiye Vizyonu Uluslararası Kongresi Açılış Konuşması | 05.10.2015 | İstanbul )