Sayın Süleyman Şensoy, 2015 BM Genel Kurulu hakkında sizden bir değerlendirme rica edeceğim. Yıl içerisinde meydana gelen, BM Genel Kurulu’nun ana temasını unutturan gelişmeler ışığında yaşanan tartışmalar vardı diyelim ve sözü size bırakalım. Nasıl bir değerlendirme yapacaksınız başlangıçta?
2015 yılı BM Genel Kurulu ve gündemi gerçekten çok farklı. Rutin bir Genel Kurul değil… 2030 kalkınma hedeflerinin bu Genel Kurulda kabul edilmiş olması bile bu yılki Genel Kurulu tarihsel anlamda farklı bir hâle getiriyor. Suriye başta olmak üzere çok sayıda ülkede, birçoğu mikro milliyetçilikten kaynaklanan istikrarsızlık, sorun ve çatışmalar var. Bunlara çözüm bulunması açısından da önemli bir Genel Kurul dönemi.
Dünyada yaşanan türbülanslara bağlı olarak yaşanan göç olaylarının özellikle Avrupa açısından ciddi riskler doğuracak hâle gelmiş olması da önemli başlıklardan birisi. Birleşmiş Milletler açısından öne çıkardığım çokça ilgilenilmesi gereken üç başlık var: Birincisi “orta sınıfın geleceği“ meselesi; 2. Dünya Savaşı sonrasındaki on yıllar boyunca Sovyet kaldıracıyla Batı’da inşa edilebilen orta sınıfın son yirmi yıldır Çin kaldıracıyla tasfiye edilmesi üzerine ortaya çıkan sorunlar arasında göç de bulunuyor ve bu büyük bir türbülans. İkincisi, “ekolojik değişiklikler“in oluşturduğu güvenlik sorunları, göç sorunları ve istikrarsızlıklar ki; bunlar da dünya için yani Birleşmiş Milletler küresel vizyonu içinde çok önemli bir yer tutuyor. Üçüncüsü de, Doğu ile Batı arasındaki rekabette “mikro milliyetçiliğin“ bu kadar yoğun kullanılması bugün 193 üyeli olarak yapılan Genel Kurulun üye sayısını artıracaktır. BM Genel Kurulu ve BM’in kurumsal yapısı bu kadar büyük türbülanslardan beslenen bir süreci yönetmek zorunda. Fakat sonuçlara da baktığımız zaman; 2030 kalkınma hedefleri kabul edildi, bu tebrik edilecek bir durum ancak Suriye başta olmak üzere güncel konuların hiçbirinde bir ortak konsensüs sağlandığını söyleyemeyiz. Doğu’da ve Batı’da farklı pozisyon alan ülkelerin farklı öncelikleri var. Bunların tek ortak noktada buluşması çok olası değil, yönetilebilir değil.
Bir de, terör üzerinde şüphesiz çok duruluyor. Bugün bir zirve de vardı Sayın Başbakan’ın da katıldığı. Ama terör ve terörle mücadele edenler konusunda Arap Baharı’na kadar dünyada kabul görmüş bir zemin tarifi vardı. Her ne kadar bu, uygulamada saptırılabiliyor olsa da veya istihbarat servisleri bunu kendi ülkelerinin menfaatleri açısından farklı yönlendirilebiliyor olsa da, terör ve terörle mücadele edenlerin kim olduğu noktasında uluslararası hukuk ve terminoloji açısından bir tanım vardı. Arap Baharı’yla başlayan süreçte bu zemin kaydı, tabiri caizse şizofrenik(!) bir hâle geldi.
Bir ülke için terör olan bir diğeri için terör değil. Sayın Başbakan’ın da söylediği gibi, terörle mücadele eden bir terör örgütü uluslararası kuruluşların, güçlerin desteğini alabiliyor. Bu zemin tarifinin yeniden yapılması gerektiği gözüküyor yoksa terörle ilgili gelişmeleri yönetmeye ne BM’nin ne de diğer aktörlerin kapasite geliştiremeyeceğini de görmemiz gerekiyor.
Hemen şunu da sormakta fayda var. Bu görüşmelerin en önemlilerinden bir tanesi Putin’le Obama’nın yaptığı görüşme oldu. Bu görüşmeden çıkan sonucu nasıl okumamız gerekiyor? Sonuçta bir tokalaşma var değil mi işin içinde?
Geleneksel duruşlarını korudular. Rusya, Çin gibi ülkeler, Amerika Birleşik Devletleri’nin merkez olduğu Transatlantik ve Transpasifik adlı iki küresel ittifak, yatırım ve ticaret ortaklığı sürecinin karşıtı gibi yer alıyorlar. Rusya’nın ne olacağı, dünyanın ne olacağıyla da çok yakından ilgili. Çin’e baktığınız zaman bir emperyal tecrübesi yok, böyle bir yetenek geliştirmesi için 20-30 yıla ihtiyacı var. Rusya’nın olmadığı bir denklemde Çin’in büyük bir pazar olmak dışında yapacağı çok fazla şey yok. Rusya’nın ne olacağı dünyadaki sistemin nasıl şekilleneceği konusunda belirleyici olacak; bu anlamda, Ukrayna, Gürcistan ya da Suriye gibi farklı alanlardaki Batı’yla yaşadığı krizleri, uygulanan ambargoları tesadüf saymamak gerekiyor. Kendi açısından doğrusunu yapıyor ama bizim Türkiye olarak ya da uluslararası sistem olarak yorumlarımız, önceliklerimiz farklı olabilir. Batılı ittifakın lider ülkesi ABD ile Rusya arasında geleneksel bir diyalog olduğunu söyleyebiliriz ama göreceli de olsa Suriye ile ilgili kat edilen bir mesafe var. Bunun İran’la da bağlantısı var. Yine de çok somut, çok güçlü ilerlemeler sağlandığını söyleyemeyiz çünkü Rusya’ya olan yaptırımlar bu arada 6 ay daha uzatıldı.
Ruhani’nin görüştüğü isimlerde, her zaman arka tarafta görülen bayraklarda İran bayrağının yanında çok güçlü bir devletin bayrağına hep tanık olduk izlediğimiz haberlerde. Yapılan görüşmelerde de Ruhani hep dünyaya şekil veren, dünyanın yönetimini üstlenmiş liderlerle bir araya geldi aslına bakıldığında. Peki, bunu nasıl okumamız gerekiyor, Ruhani’ye bu fotoğrafları verdirten gerekçe neydi?
Yazarın bir sözü var; “Bir kitap okudum, hayatım değişti“ diye. Aslında İran’la yapılan nükleer anlaşma, henüz onaylanma aşamaları bitmemiş olsa da Bölge’nin hayatını değiştirdi ve daha da değiştirecek. Olay sadece İran’ın % 5 uranyum zenginleştirmeyi kabul ettirip ikinci ligden de olsa nükleer kulübe girmesi değil. % 5’e kadar olan zenginleştirme yakıt olarak santralleri çalıştırabiliyor, % 20’ye kadar olanı daha çok tıpta kullanılıyor, % 94 ve üstü de bomba için zenginleştiriliyor. % 5 ile de olsa İran, nükleer kulübe girmiş oldu.
Bir kere bu, farklı bir zihinsel eşik. Bunu başarabilmiş olan başka bir ülke yok. Pakistan var ama bu alanda uluslararası bir meşruiyet sağlayamadığı için çok büyük sorunlarla yüzleşen bir ülke. Bir de, Batı’da 2008’le birlikte kendini gösteren çok büyük bir kaynak krizi var. Borç-para-borç üçlü formülü içerisinde üretilecek kaynağı kalmamış bir Batı dünyasından bahsediyoruz. Ayrıca, var olan pastaya ortak olmuş Çin gibi çok yeni ülkeler var. Artık hiçbir pazar, sistem dışında kalmış Küba bile, ihmal edilebilir bir alan değil. Çünkü bir liralık kaynakla on liralık türev kaynak üretilebiliyor asgari. İran’ın sunduğu fırsatlar ve sunacağı fırsatlar da Batı ekonomileri açısından ihmal edilebilir bir alan değil. Bu anlamda İran’ın, nükleer anlaşmayla uluslararası sisteme dönüşünün çok büyük etkileri olacağı muhakkak.
Bunu biz özellikle son birkaç yılda ısrarla dile getirdik. Ama uluslararası ilişkilerde, biraz popüler kültürü takip ediyoruz, anlaşma olduktan sonra bazı şeylere daha fazla önem vermeye başladık. Aslında bunun öncesinde de çok güçlü işaretler ve bilgiler vardı. Şunun altını ısrarla çizmek istiyorum; İran’la yapılan nükleer anlaşma sadece nükleer ihtilafıb izaha kavuşturulmuş hâli değildir; Rusya’ya, Suriye’ye, Türkiye’ye, Bölge’ye çok büyük yansımaları olacak, önemli değişiklikleri tetikleyecek. Dolayısıyla; İran’ın uluslararası sisteme dönüşünün çok iyi okunması ve kartların yeniden karılması gerekiyor.
Türkiye açısından tek panzehir; karşılıklı bağımlılık. Çünkü tarihsel olarak iki rakip ülke. Sadece işbirliği olarak kalacağını iddia etmek hayalcilik olarak kalır. Bizim Rusya ve İran için ürettiğimiz slogan; “yüksek işbirliği, yüksek rekabet“. Yani, ikisinin bir arada yönetilebilmesi gerekiyor. Geçen üç yılda Türkiye İran’dan çok güçlü imtiyazlar aldı, zor günlerinde yanında olduğu için. Fakat bu imtiyazları bugün diğer aktörlere karşı bir fırsat olarak kullanıp kullanamayacağı konusunda endişelerim var. Çünkü odaklanabildiğimiz kanaatinde değilim. İran’daki gelişmeleri özel sektörümüz başta olmak üzere bütün aktörlerin çok yakından takip etmesi gerekiyor. Türkiye’nin şu anda aktif olarak, ağırlaşan bir terörle mücadele sorunu da var. İran’ın uluslararası sisteme dönüşünün hem sınırlarımızdaki hareketliliğe hem iç sorunlarımıza yansımalarının olacağını ve olmaya başladığını görmek gerekiyor.
Suriye konusunda İran ve İngiltere’nin ortak bir paydada birleşmesi acaba biraz gerçek dışı mı?
Şu sıralar pek dillendirilmiyor ama eski ve meşhur bir söz vardı; “Türkiye’nin sadık düşmanı İngiltere’dir“ diye. İran için de aslında bu böyle. İngiltere, İran için Amerika’dan çok daha antipatiktir tarihsel tecrübe açısından. Çok ortak hareket edebilecekleri söylenemez ama Esed ailesinin görevde kalıp kalmayacağı konusu zaten her ikisi için, farklı pozisyonlarda olan herkes için en temel sorun. Bir de DAİŞ ile olan mücadele boyutu da çok göreceli.
Türkiye sınırında DAİŞ’in kontrolünde olan 110 kilometrelik bir bölge kaldı. Eğer bu da PYD’nin, Kürt unsurların kontrolüne geçerse, ondan sonra DAİŞ’e bir işlev düşüp düşmeyeceğini, sürecin neye göre şekilleneceğini düşünmek gerekiyor. Belki daha güneyde ona ihtiyaç olacak -tırnak içinde- belki de etkisizleşmesi gerekecek. Komplo teorisiyle olaylara bakan biri değilim ama olayların son birkaç yıllık seyrine baktığımız zaman da bu teorilere uygun gidiyor. Dolayısıyla; var olan durumda Türkiye en az zararla bu süreci nasıl yönetebilir, bizim ona odaklanmamız gerekiyor.
Ruhani’nin performansı ve İran’ın elinin rahatlamasıyla bu sene sesi biraz daha net ifadelerle çıkıyor. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
Amerika’daki resmî süreçlerin tamamlanmasını ve anlaşmanın onaylanmasını bekliyorlar çünkü onlar yapılmadan henüz ambargolar büyük ölçüde kalkmış değil. Bankacılık sistemi vs. uluslararası anlamda İran’la ilgili çalışmıyor. Bu arada Doğu’dan Batı’dan birçok aktör İran’da temaslarını sürdürüyor. Anlaşmalar için ön hazırlıklarını yapıyor, bağlantılar kuruyor. Adeta İran Bölge’nin diğer tarafı, hatta İslam’ın diğer tarafı gibi Şii dünyanın lideri olarak konumlanıyor. Gelinen noktada Batı nezdinde kabul görmüş durumda. Güvenlik dengeleri ve parametreleri açısından bakıldığında, ikinci ligden de olsa nükleer kulüp üyeliğinin ciddi bir motivasyon kaynağı olduğunu da göz ardı etmemek gerekiyor. Bir de İran’ın yönetim başarısında iki bin beş yüz yıla dayanan Pers-Fars kültürü içindeki güçlü devlet geleneğinin de ciddi kazanımları var. Fakat bu liberal ekonomik sistemin işleyişi esnasında doğacak refah paylaşımının yönetilmesi gibi İran’ı orta vadede sancılar ya da yapısal krizler bekliyor. Yine de bu süreci yönetme konusunda gayet başarılı bir performans gösterdiklerini ve İran’ı uluslararası sisteme entegre etme yolunda emin adımlarla ilerlediklerini söyleyebiliriz. Bir de kişisel düşünceme göre İran kültürü tarihsel olarak Avrupa kültürünün bir parçasıdır. Her ne kadar bu son 35-36 yıllık dinî rejim döneminde bunun tam tersiymiş gibi gözükse de Batı’yla ilişkiler normalleştiğinde çok hızlı bir şekilde bir kültürel kaynaşmanın da geleceğini görmek gerekir. Bu bölgede kültürel anlamda farklı olan Ruslar ve Türklerdir. İran bu anlamda Avrupa’nın bir parçasıdır. Önümüzdeki yıllar bu görüşü teyit edecektir diye düşünüyorum.
Son birkaç aydır yaptığımız bağlantılarda, bu sıkıntılar çıkmadan, ambargolar konulmadan önce Avrupa’da hep Fransa ve İngiltere’nin adı İran’la anılıyordu ve konu başlığı, onların aralarından su sızmaz diye geliyordu her seferinde. Şimdi, İngiltere ve Fransa başta olmak üzere Batılı ülkeler, Japonya ve Rusya İran’a gözünü dikmiş durumda. İş anlaşması imzalamak istiyorlar. Bu sadece getiri amaçlı anlaşmaya dayalı bir görüşme trafiği mi yoksa ciddi anlamda İran’ın artık dünyada önemli taşlardan biri olmasını istedikleri için mi bu adımları atıyorlar? Nasıl yorumlamalıyız?
Gücü bağımlılıklar belirler. Onların almaya çalıştıkları şeyler karşılığında mutlaka İran’da bir şeyler alacak. Aradaki ekonomik bağımlılıkların İran’ın hem dünya sistemindeki gücünü hem de bu ülkeler nezdindeki ağırlığını artıracağını görmek gerekiyor. Temel kural olarak, bağımlılıklarınıza göre ilişkileriniz şekilleniyor. Bu anlamda bizim de Türkiye olarak var olan kazanımların üzerine çok ciddi anlamda yenilerini koymamız gerekiyor. Bir de burada, Batı’daki temel bakış açısı tek taraflı bağımlılıktır yani bu tarihsel olarak sömürgeciliğe kadar gider ve emperyalizm dediğimiz bakış açısı hep tek taraflı bağımlılığı teşvik eder. Mümkün olduğunca az şeyi vermeyi mümkünse hiçbir şey vermemeyi önceler. Burada Türkiye’nin temel farkı; karşılıklı bağımlılık yani pozitif bir yaklaşım içerisinde iyi komşuluk ilişkileridir...
Bir de tarihsel bağlar açısından Türkiye ve İran hem ekonomik olarak, hem sosyo-kültürel olarak ne kadar rekabet etmiş olsalar da birbirini tamamlayan ülkelerdir. Bu iki ülkenin ilişkilerinin derinliği hem Bölge’nin hem İslam dünyasının istikrarı ve güveni açısından büyük önem arz ediyor. Biz kendi alanımızda katkı sunmak için yaklaşık on yıldır İran’la ilgili birçok çalışma yapıyoruz. Örneğin; İran Dışişleri Bakanlığı’na bağlı bir düşünce kuruluşu ile karşılıklı Türkiye - İran Yuvarlak Masa Toplantıları yapıyoruz, bu yıl onuncusu olacak bizim ev sahipliğimizde. Ayrıca geçen yıl ilkini Van’da yaptığımız Türkiye - İran Forumu var, sadece sektörel ve ekonomik konulara odaklanan. Bunun ikincisi de yakın bir tarihte İran’da olacak. Çok sayıda benzer inisiyatifin bütün ilgili resmî, sivil aktörler tarafından alınmasına ihtiyaç var. İran’ın tarihi, Batılılaşma serüveni özellikle son iki yüz senede yaşadıkları aşağı yukarı Türkiye ile aynı. Dolayısıyla; İran önümüzdeki zaman için önemli bir yer işgal edecek.