( TASAM Başkanı Süleyman Şensoy Röportajı | 15.06.2015 | Küresel Bakış Programı | TRT Türk İstanbul )
Dünya küresel teröre çözüm arayışında birçok alanda mücadeleye devam ederken Kara Kıta Afrika’daysa terörün adı Boko Haram oldu. Afrika ülkeleri kıtayı kana boğan Boko Haram’a karşı kolları sıvadı. Mücadele planında çok-uluslu bir ordu kurulması da yer alıyor. Ne ifade ediyor Afrika sizin için, neresinden başlayabiliriz?
Afrika aslında insanlığın başladığı yer; çok köklü medeniyetlere geçmişi olan bir yer. Fakat özellikle 16. - 17. yüzyıldan itibaren Bölge’ye Fransa - İngiltere başta olmak üzere Batılı ülkelerin girmesiyle sömürgeleşmeye maruz kalmış bir bölge. Bunun tarihi detayları çok uzun; ama insanlık tarihi açısından özellikle Batı Avrupa’nın büyük ülkeleri tarafından çok büyük suistimale uğramış bir kıta. Soğuk Savaş döneminde de, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sömürgeci ülkelerin, Sovyet yayılımı endişesi ve olası halk isyanlarından çekinerek kendi istekleriyle ülkelere bağımsızlıklarını verdikleri bir alan. Ama 54 parça, bugün Güney Sudan’la birlikte 55 oldu. 55 parçadan oluşan bir kıta ve tabir-i caizse cetvelle çizilmiş sınırlarıyla, yapısal olarak çok büyük sorunları olan; ama Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte de, dünyadaki yeni denge arayışı içerisinde, özellikle 2000’lerden itibaren rekabet merkezi olarak şekillenen bir kıta.
Daha öncesinde sadece ağırlıklı olarak İngiltere ve Fransa’nın, Doğu ve Batı olmak üzere etkin olduğu, makro politikalarda da Amerika Birleşik Devletleri’nin göründüğü bir kıtayken, özellikle 2000’lerden sonra Kıta’ya çok sayıda yeni oyuncu girdi: Çin, Brezilya, Hindistan, Güney Kore, Japonya, Türkiye gibi çok sayıda yeni ülke girdi. Şimdi, Batı’da çok ciddi ekonomik bir yapısal kriz var. Yani; borç-para-borç ilişkisi içerisinde üretilebilecek tüm kaynakların sonuna gelindi. Yeni bir genişlemeye ihtiyacı var, bu Asya’da deneniyor; Afrika’da deneniyor, denenecek.
Afrika çeşitli olumsuz imajlarla; hastalık, açlık, fakirlik, savaş, iç savaşların olduğu bir kıta görüntüsü altında. Aslında Afrika uzun on yıllar uyutulmuş bir kıtaydı. Bu imajların çoğunun doğru olmadığı zaman içerisinde daha iyi anlaşılacak. Şu anda bu Doğu’yla Batı arasında; yani Trans Atlantik - Trans Pasifik süreciyle diğer yeni gelişen güç adayları arasındaki çok büyük bir rekabete sahne oluyor Afrika. Örneğin; Çin 2014 rakamlarıyla ticaret hacmini 240 milyon dolara çıkardı. Bunun 300’e doğru gideceği gözüküyor bir - iki yıl içerisinde.
Türkiye gibi yeni oyuncular girdi kıtaya. Afrika’da Türkiye’nin 2005 yılında 12 büyükelçiliği varken, bugün 39 büyükelçiliği var, Türk Hava Yolları 40’tan fazla noktaya uçuyor, çok sayıda TİKA ofisi var. Jenerik olarak, içeriğine belki daha sonra gireriz, Türkiye de çok ciddi bir atılım yaptı. Afrika’da görünür hâle geldi. Ama özeleştiri yapılacak taraflar da var bizim politikamızla ilgili.
Afrika dünyanın geleceği, yeni kaynakların merkezi. Bu rekabet ortamında ortaya çıkan terör hadiseleri, bölünmeler ve bu yüzyılın rekabet parametresi olan mikro-milliyetçiliğin her türlü olumsuzluğunun görülebileceği bir alan olarak gözüküyor. Bu ilk fitil, büyük ölçüde Sudan’ın bölünmesiyle atıldı. Güney Sudan’daki petrol imkanlarının da % 80’i Çin’e transfer ediliyordu; fakat gelinen noktada Güney Sudan da iç savaş yaşayan bir ülke konumuna düştü.
Yapısal anlamda beşeri ve finansal sermaye olarak çok ciddi eksiklikleri bulunan ama kaynak ve nüfus açısından da dünyanın geleceği diyebileceğimiz bir kıta var önümüzde. Bu çok daha büyük çatışmalara ve karşılıklı rekabete yol açacak. Amerika Birleşik Devletleri Afrika’yla ilgili yaklaşımlarını pozitif anlamda çok radikalize etti. 35 ülkede askerî birlik bulundurmayı kararlaştıran bir yaklaşımı var. Operasyonlara katılmadan Bölge ordularını ve ülke ordularını eğitmek gibi bir yaklaşımı var. Afrika’nın temel sorunu, beşeri ve finansal sermaye birikiminin çok zayıf olması. Bu da bir takım suistimallere yolu açıyor. Afrika’ya yeni giren oyuncuların karşılıklı bağımlılık temelinde yaklaşması gerekiyor. Fransa’yı, İngiltere’yi en çok eleştirdiğimiz durum tek taraflı bağımlılık inşa etmiş olmalarıydı ve bunun sonuçta bir sömürü düzenine yol açmış olmasıydı.
Türkiye’nin temel farklılığının, karşılıklı bağımlılık inşa etmek olması gerektiğini düşünüyorum. Mesela; Çin’in şu anda 300 milyar dolara giden ticaret hacmi içerisinde, bu hacim çok büyük ölçüde Afrika’nın aleyhine. Afrika’nın çok kıt kaynaklarının Çin’e transfer edilmesi de gerçekleşmiş oluyor. Bu da şu anda Afrika entelektüelleri içerisinde en çok tartışılan konulardan birisi. Ama Afrika’yı önümüzdeki dönem daha çok duyacağız. Hem büyük potansiyelleriyle hem de bu potansiyeller üzerinde bir şekilde etkin olmak isteyen büyük güçlerin rekabetinden dolayı. Ama dünyanın geleceği açısından, 21. yüzyıl açısından çok önemli bir kıta. Avrupa’nın hemen güneyinde yer alıyor, Atlantik’e çıkışı var, Hint Okyanusu’na çıkışı var, Kızıldeniz’e kıyısı var. Süveyş Kanalı’nı yok sayarsanız, Asya’yla birleşik bir kıta. Sayılamayacak kadar önemli stratejik özelliği olan bir bölge. Dolayısıyla; terör de dâhil olmak üzere her türlü rekabet ortamını Afrika’da önümüzdeki dönem daha fazla göreceğiz, diyebilirim.
Güzel bir özetleme oldu. Sudan Devlet Başkanı Ömer El-Beşir’le ilgili davada önemli gelişmeler yaşandı. Güney Afrika’da yerel mahkeme, Sudan liderinin ziyareti esnasında ülke dışına çıkış yasağı getirdi. El-Beşir tutuklanmadan hemen önce Güney Afrika’dan ayrıldı. Peki bunu bu kadar önemli kılan nedir? Yani; alınan bir mahkeme kararı ve sonrasında atılan adımlar. Bunu nasıl özetlememiz, nasıl okumamız gerekiyor?
Sudan’ı çok kısa özetlemek gerekiyor. Sudan, Mısır’ın uzantısı olarak yaşamış bir ülke; özellikle Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın bizim adımıza yönetimi, yani Osmanlı Devleti adına almasıyla da aynı süreç devam etti ki Mısır bağımsız olana kadar. Mısır bağımsız olduğunda Sudan yine Mısır’ın bir uzantısıydı. Bu kadar güçlü bir Mısır istenmediği için Sudan’ın bağımsızlığı teşvik edildi ve Sudan da bağımsız oldu. Fakat sonradan yaşanan olaylar, askerî darbeler, çeşitli dönemler içerisinde Ömer El-Beşir’in ve Hasan Turabi’nin birlikte yapmış oldukları devrimle de Sudan’da bir İslami yönetim anlayışı denendi. Dolayısıyla; aslında iplerin koptuğu nokta bu; yani Batı’yla olan ilişkiler açısından.
Sudan sonrasında da birçok sorunla yüzleşti ve Güney Sudan’ın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. Petrol kaynaklarının % 80’i Güney Sudan’da olduğu için, o günden bugüne çok büyük ekonomik sıkıntılar içerisinde Sudan. Ayrıca çeşitli bölgelerdeki çatışmalar nedeniyle, bildiğiniz gibi bir takım suçlamalarla karşı karşıya. Fakat olayın temelinde objektif kriterler içerisinde Ömer El-Beşir böyle bir suç işlemiştir – işlememiştir, bunu takdir edecek durumda değiliz ama işin jeostratejik ve jeopolitik bir rekabet ekseninde yürüdüğünü söyleyebilirim çok objektif şartlarla.
Bu tutuklama meselesi de biraz tiyatro. Afrika Birliği Zirvesi’ne gelmiş olan bir liderin böyle bir sürprizle karşılaşması, teknik olarak kanaatimce mümkün değildi, ama Güney Afrika kendi konumu itibarıyla bir mahkemenin verdiği karar üzerinden dünyaya ve Batı dünyasına özellikle belli bir mesaj vermiş oldu. Fakat bunun uygulanma ihtimali diye bir şey zaten yoktu; yani tutuklanması şeklinde. Öyle bir risk olsaydı da zaten Ömer El-Beşir gelmezdi. Örneğin; Mısır Cumhurbaşkanı Sisi, zirveye gelmedi çeşitli sebeplerle. Sudan, Afrika’daki dengeler açısından önemli bir ülke. Türkiye’nin yaklaşık dört katı kadar toprağı olan bir ülkeydi. Güney Sudan’ın bölünmesiyle bu daha da küçüldü. Bizim dışardaki tek toprak anlaşmamız olan ülke şu anda. Hartum’un güneyinde ve kuzeyinde, nerdeyse ülke büyüklüğünde iki parça arazi için 49 yıllığına toprak anlaşması yapıldı. Türkiye’nin kendi toprakları dışında tarım yapacağı, çiftlikler kuracağı tek ülke şu anda. Çin’in 24 ülkeyle benzer anlaşmaları var. Biz Afrika’da ve Yakın Asya’da bu tür işbirliklerinin artması ve önümüzdeki dönem için risk taşıyan enerji, su, gıda güvenliği açısından bunun önemi üzerinde çok durduk. Sayın Babacan’ın başkanlığında yaklaşık üç yıl önce böyle bir anlaşma yapıldı; şu anda da süreçler hızlı bir şekilde ilerliyor bildiğim kadarıyla. Sudan bizim için de Afrika için de önemli bir ülke; fakat gelinen noktada çok büyük ekonomik sorunları var. Çünkü ambargo altında, bankacılık sistemi çalışmıyor, petrol gelirlerinde çok büyük düşüş var; zaman zaman petrol akışı duruyor. Güney Sudan yönetimi de bu konuda oldukça agresif, Kuzey Sudan yönetimine karşı. Dolayısıyla Sudan’da bir lider değişikliği olana kadar, farklı bir yola girinceye kadar, bu türbülansların devam edeceğini öngörüyorum. Ayrıca Batı perspektifinden bu olaya bakmak zorunda değiliz diye de düşünüyorum.
Hocam teşekkür ediyoruz bu değerlendirme için. Afrika’da silah sesleri var bugünlerde ve Afrika Kıtası’nda önemli bir isim ortaya çıkmış durumda. Boko Haram. Bu örgüt buranın ekonomisiyle ilgili nasıl bir sıkıntı yaratacak? Terör buradaki sıkıntıların başı, bu sıkıntıları aşmak için ne yapılması gerekiyor, nasıl bir adım atılması gerekiyor?
Bu yüzyılın türbülansında tabi ki Afrika’nın da payına çok şey düşüyor. Güvenlik ve terör açısından Afrika’yı üçe ayırmak lazım: Bir tanesi klasik bilinen Kuzey Afrika ki belli ölçüde Akdeniz ve Avrupa medeniyetinin de bir parçasıdır. Orada çok büyük bir türbülans yaşandı, Arap Baharı ile birlikte. Bu türbülans devam ediyor şu anda. Libya’da iç savaş var, Mısır’da istikrarsızlık var, Tunus’ta görece iyileşme var. Kuzey Afrika’nın konumu her zaman farklı, Avrupa’nın güvenliği açısından. Dolayısıyla, onlar bu çalkantıları belli bir istikrarla sonuçlandırdıklarında, NATO’yla ilgili bir takım uyarlamaların gündeme geleceği gözüküyor, direkt olmasa bile, ikincil üyeliklerin söz konusu olabileceği.
Bir de Sahel dediğimiz; yani Kuzey Afrika’nın hemen altından başlayıp Sahra Çölü’nün bitimine kadar olan bir arazi var. Çok büyük bir arazi bu ve burası devlet olmaya, otorite kurmaya uygun olmayan topraklar. Bütün bu terör örgütlerinin de buradan çıktığını görüyoruz. Şu anda bu Sahel güvenliği konusu Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere bütün Bölge aktörlerinin gündeminde. Fakat onların da teknolojik imkanları ya da askerî yetenekleri bunu önlemeye yetmiyor, çünkü bu bölgede bazen 100 km gidiyorsunuz, bir tane köy var; yani alt yapısı, iklim şartları devlet kurmaya ve otorite kurmaya uygun değil. Buralardan beslenerek Afrika’nın doğusunu da batısını da istikrarsızlaştırıyorlar. Bir de oradan daha aşağısı var; yani Sahra-Altı dediğimiz Afrika var. Dolayısıyla; güvenlik açısından üçe bölmek gerekiyor: Kuzey Afrika, Sahel Bölgesi ve Sahel’in de altındaki olan Sahra-Altı Afrika bölgesi.
Bu ülkelerin kurumsal alt yapıları çok zayıf. Devlet doğasının değişimi dediğimiz şeyi, yakalamaktan değil; gündemlerine almaktan bile uzaklar. Bunlar dost-kardeş ülkeler; ama birçoğunun ordusu 5-10 bin kişiden oluşuyor, onların da nitelikleri çok zayıf. Mali’de darbe oldu, bütün ordunun nüfusu 5 bin kişi; yani birkaç alay kadar. Devasa toprakları olan ülkelerin güvenliğini bu küçük ordular sağlamaya çalışıyor. Afrika’da bence çok üzerinde durulması gereken bir diğer şey, bilinen Afrika tarihinde dinler üzerinden bir çatışma yok; yani çok barışçıl, farklı bir perspektifi var. İlk defa din ve mezhepler üzerinden bir çatışma kültürü doğuyor. Bu alt yapıdaki zayıflığı da dikkate alırsak, fakirliği ve diğer alt yapı eksikliklerini de; bunun Afrika’da neye dönüşebileceği konusunda çok analiz yapmak gerektiği kanaatindeyim. Çünkü ülkeler alt yapıları, finansal durumları, kurumsal alt yapıları çok zayıf olduğu için çok çabuk istikrarsızlaşabiliyor. Bir de İngiltere ve Fransa’yı çokça eleştiriyoruz kabul ediyorum ama Fransa ve İngiltere’nin Afrika’da çok büyük bir kapasite inşası var. Frankofon Birliği’nin 57 üyesi var; çok önemli bir bölümü Afrika’da. İngiliz Milletler Topluluğu Cemiyeti’nin önemli bir bölümü Afrika’da. Çok sayıda insan İngilizce veya Fransızca konuşuyor. Eleştirdiğimiz bu Batılı ülkelerin “yumuşak güç“ olarak çok büyük bir kapasitesi de var. Yeni giren oyuncuların da çok iyi stratejileri var.
Bizim şu anda özeleştiri yapabileceğimiz şey, Türkiye açısından hem ilişkilerin karşılıklı bağımlı olabilmesi için, bağımlılık oluşturabilmesi için hem de Afrika’nın mevcut sorunlarının çözümüne katkıda bulunabilmemiz için rekabet analizini çok iyi yapıp yeni enstrümanlar geliştirmemiz gerekiyor. Son 10 yılda jenerik olarak çok önemli işler yaptık ama kullandığımız kurumsal enstrümanları sivil ve resmî olarak tekrar reorganize etmezsek bu 10 yıllık kazanımlar, 2-3 yıl içerisinde görünmez hâle gelebilir. Bu anlamda, rekabet analizini çokça yapmamız gerekiyor. Çin ne yapıyor, Brezilya ne yapıyor, Hindistan, Japonya, Güney Kore, İngiltere, Fransa, Amerika Birleşik Devletleri, daha küçük ülkeler… Çok boyutlu bir rekabet var ve Afrika da bu rekabeti kendi lehine yorumlamaya çalışıyor kurumsal olarak. Kurumsal alt yapısı zayıf olduğu için Çin örneğinde görüldüğü gibi bu bir süre sonra tek taraflı bir bağımlılığa da dönüşebiliyor. Üç, beş, on, yüz, elli milyon doların çok büyük para olduğu bir kıtada, 240 milyar dolar ticaret hacminin çok önemli bir bölümü Çin lehine transfer ediliyor. Afrika’nın geleceğinde var olmak isteyen ülkelerin bugün bu rekabet analizini iyi yaparak orada bulunmaları gerekiyor. Türkiye’nin tarihsel misyonu açısından da, dört yüz küsür yıllık bir geçmişi var ve en ufak bir suçlamaya maruz değil Afrika’yla ilgili. Ama bu kredibilitesini “yumuşak güç“ ve karşılıklı bağımlılık inşasıyla güçlendirmesi gerekiyor ki Afrika Doğu’yla, Batı arasındaki rekabette Türkiye’yi denge olarak tutabilsin.
Afrika’nın Türkiye için ne ifade ettiğine dair son olarak neler söylemek isterseniz?
Afrika bizim için bir seçenek değil; zorunluluk. Bu hem tarihsel referanslar açısından hem ekonomik ve siyasi ilişkiler açısından hem askerî ilişkiler açısından. Örneğin biz şu anda savunma sanayi açısından ve askerî ilişkiler açısından Afrika’yla olmamız gereken yerde değiliz. Afrika bu anlamda çok büyük bir potansiyel taşıyor; hem işin savunma sanayi boyutunda hem de askerî işbirlikleri konusunda. Akdeniz gücü olmak için de; bölgesel güç olmak için de; okyanuslara, Kızıldeniz’e, Hint Okyanusu’na çıkış yapabilmek için de Afrika çok önemli bir alan. Mısır, Afrika’da çok dominant ve önemli bir ülke. O konuda da kendi içimizde özeleştiriye ve hep birlikte sağlıklı bir yol haritası izlemeye ihtiyacımız var. Dolayısıyla; Afrika bizim geleceğimiz için, Türkiye’nin ulusal ve uluslararası hedefleri açısından bir seçenek değil; zorunluluk diyorum.