Suriye ve Irak, DAİŞ’in etkin olduğu en önemli iki bölge. DAİŞ aslında Suriye’de toprağın % 50’sini, Irak’ta % 25’ini ele geçirdi ve şu anda Bağdat’tan 130 km uzakta. Bu durumu nasıl okumak lazım?
Mikro milliyetçilik yüzyılımızın en büyük rekabet enstrümanı. Ne yazık ki bizim bölgemizde ilk tecrübelerini yaşıyor. Onların şu an Libya’da da aldığı mesafeler var. Suriye ve Irak’ta çok daha etkin. Ama reel-politiği reddeden, “İslamcı radikallerin“(!) gittikçe kontrolden çıktığını görüyoruz. Kuzey’e doğru bir girişimde bulunmadıkları sürece uluslararası sistemden ciddi bir müdahale almadıkları görülüyor. Gerekli desteği almadıklarına dair bunu teyit eden özellikle Irak Başbakanı Haydar El-Abadi’nin de düzenlenen zirvelerde Batı’ya yönelik ciddi eleştirileri var. Kuzey’e doğru, çok radikal bir çıkış yapmadığı müddetçe DAİŞ’in güneyi zorlamasına çok fazla müdahale gelmediği gözüküyor. Komplo teorisi üretmek değil ama, birçok aktörün kendi duruşlarına uygun şekilde Bölge’de adeta bir kontrollü bunalımın yönetildiğini söyleyebiliriz.
Sanırım bu noktada ABD’ye dönmek iyi olur. Amerikan Başkanı Barack Obama; Suriye ve Irak’ta DAİŞ’e karşı kapsamlı bir stratejik planın bulunmadığını açıklamıştı. Irak’a daha fazla askerî danışman göndermek istiyor. Birkaç noktaya değinmek gerek aslında. Bir yandan 500 eğitmen göndermek bir çözüm müdür, ilerleyişi durdurmak açısından bir adım mıdır? Bir de silahlandırmak neyi ifade ediyor?
Bir kontrollü bunalım, bir sonuç beklememek lazım. Çünkü; bir taraf bir tarafı eğitirken, diğer tarafta başka unsurlar da onun karşısındaki tarafa bir şekilde yardımcı oluyor. Bu ancak küresel ölçekte bir mutabakatla çözülebilir. Birleşmiş Milletler çerçevesinde çok büyük bir uluslararası müdahaleyle veya Bölge içinde İran, Suudi Arabistan, Mısır ve Türkiye gibi büyük ülkelerin yine uluslararası sistemden destek bularak alabilecekleri bir takım inisiyatiflerle çözülebilir gözüküyor. Çünkü; Doğu’yla Batı arasındaki bu yüzyılın rekabeti açısından baktığımızda Suriye zaten bir cephe ülkesi olarak şekillendi. Bir tarafta Batılı ülkeler, diğer tarafta İran, Rusya ve çok gözükmese de Çin gibi ülkeler Suriye’yi destekliyor. İran’la olan nükleer müzakerelerin olumlu yürümesi ve Haziran ayı sonunda muhtemelen imzaların atılması da İran’ın hem Sünni Blok’la hem Şii Blok’la, Amerika Birleşik Devletleri’nin ve Batı’nın hem İran’la hem de Sünni Blok’la, Blok’taki ülkelerle çalışmak istediğini gösteriyor. Bu süreç, Bölge için bir kontrollü bunalım ve bunalım gittikçe derinleşiyor.
“Birleşmiş Milletler nezdinde çözmek gerekiyor“ dediniz ama ne bu kadar gerçekçi? Birleşmiş Milletler devreye girer mi? Güvenlik Konseyi’ne baktığımızda Rusya ve Çin gibi üyeler görüyoruz sonuçta.
Çözümünü söyledim ama olabilirliği yok tabi. Şu anda Çin ve Rusya’nın buna ikna edilmesi mümkün değil. Ayrıca Batılı ülkelerin de sert güçle müdahale etme konusunda istekli olduklarını düşünmüyorum. Çünkü; dünyadaki yeni güvenlik konsepti “yumuşak güç“ üzerinden savunma veya saldırı, çok mobilize “sert güç“ kullanımıyla da bunun desteklenmesi şeklinde icra ediliyor. Bölge’ye uluslararası meşruiyeti olan veya olmayan bir “sert güç“ müdahalesinin gelebileceği ve böyle bir irade olduğu kanaatinde değilim. Bir de bu yüzyıl açısından, bunun bir türbülans dönemi olduğunu düşünürsek bu türbülansın sonunda bütün dünyadaki güvenlik parametrelerinin yeniden yapılanması Orta Doğu’dan başlayarak söz konusu olabilecek. Bu bir kontrollü bunalım ama bunu böyle olmasını isteyenler sonsuza kadar kontrol edecekler diye de bir garantisi yok.
Camp David Zirvesi’nde Körfez İşbirliği Ülkeleri ile hep silah satışı gündeme geldi, silahlandırmaktan söz edildi. Gözümüzün önünde bir silah satışı var. Şu andaki duruma baktığımızda, bu iş ne kadar doğru ilerler, doğru kişilerin eline geçer mi, bu silahların kontrolü sağlanabilir mi?
Bugüne kadar sağlanamadı. Musul ele geçirildikten sonra savaşın ardından Irak ordusuna verilen ve Bölge’ye göre çok gelişmiş sayılabilecek Amerikan silahlarının tamamı DAİŞ’in eline geçti. O bölge çok karmaşık. Yüzlerce, belki binlerce farklı milis grup var. Kendi aralarında ittifaklar ve anlaşmalar sürekli değişiyor, bağımlılıklar değişiyor. Kabileler, aşiretler Irak Hükümeti’nden yana olabildiği bir dönemde, birkaç gün sonra başka bir tarafa geçebiliyor. Silahların tek merkezden kontrol edilebilirliği iddiasında bulunmak da gerçekçi değil. Zaten devlet otoritesi olmadığı için, güvenlik otoritesi olmadığı için bunlar sürekli el değiştiriyor. Hatta günlük ihtiyaçlar için alınıp satılabiliyor.
Musul’a gelecek olursak; Nisan ayında bir operasyon düzenlenmesi planlanıyordu fakat; bu olmadı. DAİŞ Ramadi’yi de ele geçirdi. Musul’u tekrar nasıl elde edebilirler Peşmergeler ile ve hava saldırılarıyla yeterli olur mu bu?
Nihai bir sonuç zor gözüküyor mevcut koşullarda. Bir de Irak çok zor yönetilen bir ülke. Yakın zamanda, bir yıldan uzun olmayan bir zamanda bir seçim geçirdi, yeni hükümet kuruldu ama 276 siyasi parti ve 71 koalisyonla idare edilen, 900 bin kişilik kayıtlı ordusu olan ama bunun yarısının hiç işe gelmeden maaş aldığı, kurumsal olarak oldukça kötü durumda olan bir kardeş ülke. Organize olarak bu sorunları çözecek bir kurumsal kapasitesi yok. Gelişmiş silahların ona aktarılması, mühimmat desteğinin sağlanması falan sorunu çözmüyor. Musul’un geri alınması noktasında Irak içi dinamiklerle bir başarı yakalanabileceğini düşünmenin zor olduğunu düşünüyorum, en azından kısa ve orta vadede.
Aslında Ramadi’den sonra, “Obama’nın stratejisi sonuç vermiyor“ yorumlarına sebep olmuştu bu. ABD tarafından yapılan açıklama sonrasında, belirlenen bölgelerde stratejilerinin sonuç vermediğini ve orada bazı değişiklikler yaşanacağını söylediler. Bu değişiklikleri görüyor muyuz, gözlemleyebiliyor muyuz şu anda?
Çok radikal bir değişiklik gözükmüyor; belki 2016 yılında başkanlık yapacak olan yeni başkan bir takım yeni inisiyatifler alabilir. O da 2017 başında göreve başlamış olacak. Ama Obama yönetiminin bu “yumuşak güç“ ve mobilize “sert güç“ desteği dışında çok ciddi bir müdahalede bulunacağı kanaatinde değilim. Avrupa Birliği kanadındaki, Batı Avrupa’daki büyük ülkeler zaten çok daha çekingenler, çok daha isteksizler. Çünkü küresel asayişten sorumlu olmak gibi bir misyonları yok. Belki NATO içerisindeki rollerine oynuyorlar. Dolayısıyla çok radikal bir değişiklik beklemenin pek mümkün olmadığını düşünüyorum.
Yani Kongre’den sürekli bir baskı yapılıyor aslında, Obama en son sunduğu tasarıda “DAİŞ’i bitireceğiz“ demişti. Ama baktığımızda da öyle bir tablo ortaya çıkmıyor. Bu baskı üzerine, kara operasyonuna düğmeye basar mı sizce; yoksa yine mi seçim sonrası diyorsunuz?
Zannetmiyorum. Seçim sonrası yeni gelecek başkan açısından tekrar yorumlanabilir. Kişisel kanaatim bu ama; şu anda Amerika Birleşik Devletleri merkezli gelişen güvenlik ve savaş konseptine de uygun değil. Büyük ordular göndererek sert müdahalelerde bulunmak, yeni riskler almak, yeni trendlere uygun değil. Bu bir akım aslında; ne kadar yıl süreceği belli olmayan, mikro milliyetçiliğin her çeşidinden beslenen sadece etnik köken değil, her türlü farklılıkların çatıştırılmasından beslenen bir süreç, bir türbülans süreci. Daha birçok ülkede görülebilir.
Mevcut ülkelerde tablolar daha da ağırlaşabilir. Örneğin; Bölge’deki en nihai istikrarsızlığın taşınabileceği ülkelerden biri de Suudi Arabistan. Hem kuzeyden, hem güneyden hem doğudan hem batıdan çok sıkışmış durumda. Suudi Arabistan, Yemen üzerinden aldığı inisiyatiflerle, bir şekilde Rusya’nın Gürcistan’a müdahalesi gibi, Kırım’a müdahalesi gibi bir kırmızıçizgi opsiyonu kullandı. Ama Suudi Arabistan açısından da istikrarsızlık riski gittikçe artıyor.
Bir de Kanada’ya uzanalım ki yabancı savaşçılar mevzusu var; o da önemli bir mevzu. Québec Eyaleti Meclisi, yabancı savaşçılar konusunda iki yasa getirme hazırlığında. Buna göre, polis ve mahkemelerin yetkilerinin artırılması hedefleniyor. Baktığımızda yabancı savaşçılar yalnızca Kanada’nın gündeminde değil; aynı zamanda Avrupa ülkelerinin de gündeminde ve DAİŞ’in içine baktığımızda Iraklı militan oranının % 40 iken yabancı militan oranının % 60’a yükseldiğini görüyoruz. Ne demek oluyor bu?
Başta da söylediğim gibi, reel politiği reddeden bugünkü uluslararası sistem içerisinde Müslümanların bir yere gelebileceğine(!) ihtimal vermeyen, dolayısıyla bunun ancak şiddete dayalı inisiyatif almakla çözüleceğini düşünen bütün gruplar, tüm dünyadan buraya akın ediyorlar. Bu gelen “yabancı savaşçılar“ diye tanımlanan insanlar da uluslararası sistemi iyi bilen, birçoğu iyi derecede Avrupalı, Batılı dilleri konuşan, Doğulu dilleri konuşan ve dünya tecrübesi olan insanlar. Yereldeki savaşçıların - yetiştikleri ortam itibariyle - çok modern olduğunu ya da dünyayı iyi kavradıklarını söyleyemeyiz, ama dışardan gelen bu akım, yani insan kaynağı çok büyük bir “know-how“ (yordam) da getiriyor, örgütü desteklemek açısından. Bu devam edecek, dünyanın birçok bölgesinde de farklı örgütler, bu örgüte bağlılıklarını teyit ediyor. Batılı ülkelerin endişesi; kendi refahları, emniyet ve güvenliklerinin zarar görmemesi…
Aslında orada temelde iki soru yatıyor. Çünkü; “yabancı savaşçılar“ dendiğinde herhangi bir meslek grubundan kişiler de görüyoruz DAİŞ’e katılan ve aynı zaman da ufacık kızlar da görüyoruz. Örneğin İngiltere’den çok sayıda gördük. Hem dediğiniz gibi aslında bir sosyolojik problemle karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz dünya olarak baktığımızda, bir yandan da güvenlik mevzusu. Yani iki mevzuyu, özellikle de güvenlik boyutunu nasıl ele almak lazım? Çünkü; yasalar çıkartılıyor, Suriye Kriz Masası kuruldu, Avrupa Birliği’nde giriş-çıkışlar daha fazla kontrol altına alınıyor. Ama bir yandan da yabancı düşmanlığını tetikleme unsuru da var.
Refahtaki bozulma politik aşırılıkları getirir, bütün dünya tarihi boyunca böyle olmuştur. Dolayısıyla, şu anda Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri’nde çok ciddi ekonomik sorunlar var. Bu ekonomik sorunlar da PEGIDA gibi hareketleri doğurdu ve belki çok daha fazlasını doğuracak. Bu yabancı düşmanlığı kısmı da bunun bir parçası Irak ve Suriye özelinde.
Buradaki yaklaşım şu; “mümkünse gitmesinler çünkü geri geldikleri zaman ne yapacakları belli değil, orada yaşadıkları tecrübelerle bize de zarar verebilirler; yok illaki gitmişlerse de geri gelmesinler“. Temel politika bu. “Batılı ülkelerde mümkün olduğunca bu terör eylemlerini ve olası zararlarını yansıtmasınlar“ şeklinde. Paris’teki bu Charlie Hebdo olayı gibi olayların da katkısıyla Avrupa hızla güvenlik konseptlerini, iç güvenlik konseptlerini ve ulusal güvenlik konseptlerini değiştiriyor. Özgürlüklerin ve demokrasinin sembolü olan bir bölge için bunları çok hızlıca değiştirmek zor. Kanada buna örnek.
Bu tür olaylar ve bu tür süreçler de halkı ikna etmek noktasında yardımcı oluyor. ulusal güvenlik politikalarının, iç ve dış güvenlik politikalarının sıklaştırılması, dolayısıyla özgürlüklerin kısıtlanması noktasında Avrupa’da ve Amerika’da daha fazla süreç göreceğiz. Amerika Birleşik Devletleri, 11 Eylül’le birlikte bu işin ansiklopedisini yazdı. Güvenlik politikalarını sıklaştırma noktasında çok daha tecrübeli ve hazırlıklı. Çok büyük teknolojik güvenlikli bir alt yapısı var.
Son yaşanan gelişmelere göz attık ABD, Kanada boyutuna baktık. Bir de önemli bir konferans vardı geçen hafta. Dünya, terör örgütü DAİŞ’e karşı mücadelenin yollarını arıyor. Bu arayış, yirmi koalisyon üyesi ülke liderini Paris’te bir araya getirdi. Baktığımızda en öne çıkan başlık, Irak Başbakanı’nın çağrısıydı: “DAİŞ’le mücadelede yeterli desteği görmüyoruz“ dedi. Öngörülen planlar da Irak Hükümeti’ni güçlendirmek, Suriye’de Esed’siz bir çözüm aramak şeklinde. Ne kadar ilerleme sağlanabilir bu noktada?
Hep pesimistmişim gibi konuşuyorum ama bu bir “kontrollü bunalım“. Bunlar hiçbir şey getirmez, zaten Batılıların, Batılı dostlarımızın en iyi bildiği şey akıl vermektir. Bu uzun sürecek bir mücadele deniyor. “Dünyanın diğer kalanında ne oluyor“ diye de iyi bakmak lazım. Orta Doğu’daki olaylar, dünyanın gelişmiş ülkelerinin gündemi açısından birinci sırada olan olaylar değil.
Amerika Birleşik Devletleri’nin enerjide net ihracatçı pozisyonuna geçmesi, Orta Doğu’ya olan bağımlılığını çok azalttı. Dolayısıyla, Orta Doğu’da alabileceği inisiyatifler de sınırlı. Bu gözden kaçıyor; yani Orta Doğu’ya olan bağımlılık sıfırlanmadı ama gittikçe azalıyor.
AB boyutuna baktığımız zaman, İtalya ve İspanya’nın şöyle bir çağrısı olmuştu: Bu planın Libya’yı da kapsamasını istiyoruz. DAİŞ’in Libya’da ilerleyişini görüyoruz. Özellikle de DAİŞ, “500 bin göçmeni üzerinize salarız, Roma’yı fethedeceğiz“ dediği zaman İtalya korktu bu noktada. Avrupa Birliği’ni harekete geçirir mi bu unsur?
İtalya ve İspanya hemen karşı kıyı olduğu için Libya’dan çekiniyorlar ama İtalya ve İspanya, Avrupa Birliği içerisinde de uluslararası sistemde de çok ciddi ağırlığı olan ülkeler değil. 500 bin mülteciyi salsalar da yarısı yolda boğulur zaten, yarısını da kamplara koyarlar. O da çok caydırıcı değil. Ortadoğu’da, Kuzey Afrika’da, hatta Güney Asya’da olan şeylerin önlenmesi konusu şu anda dünyanın geri kalanı için öncelikli bir konu değil.
Şu an Trans Atlantik’te bir ticaret ve yatırım ortaklığı süreci yürüyor, Trans Pasifik de eş zamanlı olarak yürüyor. Bu çok büyük ölçüde ekonomik, siyasi ve kısmen askerî bir entegrasyon süreci. Şu anda buna büyük ölçüde öncelik veriliyor ve bu tamamlandığında dünyadaki ticaretin % 73’ünü kontrol eden bir yapı ortaya çıkacak. Bu yapı ortaya çıktıktan sonra, Doğu’daki yeni güçlerle bu yapı arasında nasıl bir uzlaşma sağlanacaksa, Bölgenin geleceği biraz da ona göre şekillenecek gibi.
20. yüzyılın petrol imparatorluğunun çöktüğünü de görüyoruz. DAİŞ özellikle Libya gibi stratejik bölgeleri seçiyor. Irak’ta petrol rezervlerinin % 17’sini ele geçirmiş vaziyette. Su açısından da Dicle ve Fırat gibi mesela. Bu da çok önemli bir faktör dünya açısından.
Bu beş, on yıllık bir türbülans. Uluslararası bakış açısından öngörülebilir, tahammül edilebilir ve ihmal edilebilir. Yıpranmış, zayıflamış, etkisini oldukça kaybetmiş ülkeleri düzenlemek, istenilen neyse ona entegre etmek çok daha kolay olacaktır. Dolayısıyla bu bir durulma süreci.
Söylediklerinizden anladığım aslında bir yandan ABD’deki seçimi bekleyeceğiz diyorsunuz ama baktığımızda terör tehdidi gitgide artıyor sadece DAİŞ açısından değil, özellikle de Boko Haram açısından bakmak lazım.
Dünyanın geri kalanının gündemi çok önemli. Şu anda çok sofistike bir rekabet ortamı var, ifade ettiğim Trans Atlantik ve Trans Pasifik boyutu var. Bütün bunlar netleştikten sonra, Rusya’nın yıpranma süreci var. Biliyorsunuz ciddi ambargolar altında, Çin’le yürüyen bir rekabet var. Bütün bunlar belli bir netliğe kavuştuktan sonra, bu arada Bölge de iyice zayıfladıktan sonra, Bölge ile ilgili bir takım ciddi büyük planlar ortaya çıkabilir.
Dediğimiz gibi tek tehdit DAİŞ değil, aynı zaman da DAİŞ’e biat eden Boko Haram tehdidi ve bir operasyon seçeneği tartışılıyor şu anda. Aslında asker desteği, operasyon desteği dediğimizde sanırım daha fazla, lojistik destek görüyoruz değil mi?
Hep aynı konsept, Afrika’yla ilgili son üç yıldır Amerika Birleşik Devletleri’nin geliştirdiği bir yaklaşım var; “35 ülkede maksimum 800 kişiden oluşacak birlikler bulundurmak“ şeklinde. Bunların eğitim odaklı yani kurumsal kapasitenin gelişimi odaklı çalışması yönünde. Herhangi bir harekata, operasyona katılma yetkileri yok ama gerekirse Merkez’den izin alarak bu operasyonlara da dahil olabilecekler. Aslında 25.000 askerle bütün Afrika’da görünür hale geliyor Amerika Birleşik Devletleri. Ama DAİŞ meselesinde olduğu gibi, oradaki konuda da, Fransa’nın daha önce müdahalesi oldu biliyorsunuz, nihai bir çözüm yok. Çünkü düzenli orduların bu tür organizasyonları yok etme kapasitesi yok. Bu ancak o ülkeyi kontrol eden mevcut yasal otoritenin güç ve kabiliyetine bağlı. Bir de belli noktada inisiyatifleri kaçırmışsanız, sonra bir daha toparlanması çok zor oluyor. Bir diğer yönü de Afrika özelinde baktığımız zaman; Afrika, Asya’dan sonraki kalkınma sırası olan kıta ve 21. yüzyıl açısından da bir paylaşım alanı. Üzeri örtülmüş çok büyük kaynakları var.
Aslında terör de çok yeni bir olgu Afrika için, değil mi?
Rekabetten sonra çıktı. Çin, Brezilya, Hindistan gibi çok yeni oyuncular girdi. Türkiye ve Afrika, makro politikalarda ABD, daha altta İngiltere ve Fransa tarafından yönetilen ve etkin olunan bir alandı. Şu anda çok yeni oyuncular var. Çin- Afrika ticaret hacmi 300 milyar dolara doğru gidiyor. Bu çok büyük bir rakam ve çok büyük ölçüde Çin’in lehine. Güney Sudan bölündü ama sonra kendisi iç savaşa girdi. Afrika’da buna benzer çok sayıda istikrarsızlık unsuru taşıyan yapı var. Ama temelde olay bizi şuraya götürüyor: Orta Doğu’da DAİŞ tecrübesi yaşayan ülkeler veya farklı çatışmalara sahne olan ülkeler, Afrika’daki ülkeler, Asya’daki ülkeler temel olarak devlet yapıları, kurumsal alt yapıları ve savunma - güvenlik konseptleri zayıf olan ülkeler. Devlet doğasının değiştiğini görüp beklenti yönetimi kavramını merkeze oturtmayan ülkeler bu istikrarsızlıklardan biraz zor sıyrılacaklar.
Terörün daha şiddetli boyuta taşındığı bir dönemi görüyoruz. DAİŞ gibi, Boko Haram’ın DAİŞ’e biat etmesi gibi… Örgütler daha fazla şiddet uyguluyorlar, daha vahşi görüntülerle, senaryolarla karşı karşıyayız. Dediğiniz gibi ABD’nin şu anda müdahalesi yok, kara operasyonu söz konusu değil. Yeni haritalar, yeni dengeler mi oluşacak önümüzdeki süreçte?
Yeni bir dünya kuruluyor aslında ve önümüzdeki on yılda bu büyük ölçüde netleşecek, yönetilebilirse. Herkesin önümüzdeki on yılda ne yapacağı, yüzyılın geri kalanın da nerede olacağını belirleyecek. Bu bizim için de geçerli. Ama üzerinde ısrarla durulması gereken; devlet doğasının ve işlevinin değiştiği, geleneksel kurumlarla bu süreçlerin yönetilemeyeceği ve bütün hükümetlerin, devletlerin öncelikle iç barışı ve güvenliği sağlamak için “beklenti yönetimi“ kavramını merkeze almaları gerektiği. Demokrasisi güçlü olan ülkelerde, bizim gibi, birçok tıkanıklık demokratik teamüller sayesinde aşılabiliyor. Dolayısıyla demokratik sistemin, kurumsal alt yapının reorganize edilmesi çok büyük önem taşıyor.