TASAM Türkiye'nin marka olmasına yönelik büyük katkı sağlayan kuruluşlardan biridir. Bugün tek konuğumuz var; TASAM Başkanı Süleyman Şensoy. Türkiye’de vizyoner insan sayısı maalesef istediğimiz ölçüde değil. Ama Süleyman Bey çok vizyoner. Hatta Türkiye’nin vizyonunu oluşturan kişilerin arasında ve dünyada Türkiye markasını temsil eden bir kişidir.
Çok teşekkür ediyorum. Bu iltifatları dostluk nişanesi olarak alıyorum. Yoksa ifade ettiğiniz hususlara layık olduğumu düşünmüyorum.
TASAM bir “Think Tank“ değil mi? Düşünce Kuruluşu yani. “Düşünce Kuruluşu nedir?“ diye sorsam, böyle söze başlasak; sonra belki TASAM'ı daha iyi anlayabiliriz.
Elbette. Eleştirel düşünce kavramının en rafine kurumları diyebiliriz. Eleştirel düşünce inşası güçlü olan devletler, toplumlar, ülkeler, şirketler, markalar inovatif yaklaşımlarla sürekli kendilerini yenilediği için şartlara uyum sağlayabiliyor ve çok uzun ömürlü olabiliyor. Bu anlamda düşünce kuruluşları da sadece çok bilinen jenerik ekonomi, dış politika, güvenlik gibi konularda çalışan kuruluşlar değil, hayatın her alanında ihtiyaç duyulan kuruluşlar. Bunun tarihsel referanslarımızda çok güçlü örnekleri var ama daha yakın tarihe/geçmişe baktığımızda da özellikle Batı Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin bu işe öncülük ettiğini görüyoruz. Örneğin Amerika’da yaklaşık 2.000 kurumsal “think tank“ var. Bunlardan sadece 100-150 tanesi çok biliniyor ve popüler konularda çalışıyorlar. Kalan 1.800 veya 1.850 kuruluş da aklımıza gelebilecek her türlü konuda faaliyet gösterip düşünce üretiyorlar. Dolayısıyla eleştirel düşünce inşasının en rafine, en kurumsallaşmış, en iyi odaklanabilen kurumlarıdır düşünce kuruluşları. Amerikan pratiğinde daha çok üniversitelerin analitik düşünebilen ve öne çıkan isimleri düşünce kuruluşlarında toplanırlar. Düşünce kuruluşlarında hiçbir resmî sorumluluk almadan çok değişik kulvarlarda görev yapan insanlar da bir süre sonra siyasete, diplomasiye, bürokrasiye transfer olurlar. Bunu sistematik olarak en iyi oturtmuş olan ülkelerden birisi de Amerika Birleşik Devletleri’dir. Siyasetçinin stajı görevdeyken yapması, ülkeler için çok büyük kayıptır. Biz de onu ne yazık ki henüz kurumsal olarak başarabilmiş bir ülke değiliz. “Bir düşünce kuruluşunda çalışan kişi“ Dış politikayla ilgileniyorsa, devlet için hiç bir sorumluluk almaksızın bir anda çok yoğun ilişkilere ve tecrübeye sahip olabiliyor. Ama bu tür tecrübeleri olmayan insanları çok yüksek görevlere hızlıca getirdiğinizde de bir şeyler öğrenmesi çok vakit alıyor. Yani bir ülkedeki düşünce kuruluşlarının sayısı ve niteliği, o ülkenin inovasyonuyla ilgili, geleceği ile ilgili, mevcut durumu ile ilgili önemli bir turnusol kağıdı işlevini görüyor.
TASAM'ın internet sitesine bakıyorum, çok fazla detay var. İkili görüşmelerimizde ben bir sürü şey öğrendim. TASAM’ın amacı sitede kısaca şöyle geçiyor: “Dünyadaki gelişmeleri takip ederek Türkiye’nin ikili, bölgesel ve çok taraflı uluslararası ilişkilerine tarihî, kültürel, siyasi, iktisadi, hukuki, sosyolojik ve jeopolitik yapısına; içteki siyasi, ekonomik, sosyokültürel problemlerine yönelik bilimsel araştırmalar, incelemeler, analizler ve değerlendirmeler yaparak karar alıcılara gerçek dinamik yaratıcı etkin çözümler ve karar seçenekleri üretmektir“. TASAM’ın sırtlandığı çok ciddi bir sorumluluk. Afrika, Asya, Avrupa, Amerika, Balkanlar, Orta Doğu, Karadeniz, Akdeniz vb. Türk dünyası, Türkiye... O kadar çok noktadasınız ki. Bunu da biraz açmanızı isteyeceğim. Fiziksel olarak çok ciddi bir organizasyon yapısının başındasınız ve bunu sevgiyle yapıyorsunuz. En önemlisi de bu. Her gördüğümde, gözünüzdeki o sevgi parıltısını hissediyorum. Çünkü insanın bir mesai süresi olur; sizde öyle bir süre yok. Ben onu hissettim.
Bu tür çalışmalar güçlü profesyonellikle beraber güçlü idealizm de gerektiriyor. Düşünce kuruluşlarının temel misyonları, kararları etkilemektir. Bunu bir ülkenin millî menfaatleri adına yapabilirsiniz. TASAM’ın temel tercihi de budur. Bunu bir hükümet adına yapabilirsiniz, bir çıkar grubu adına, bir şirket adına da yapabilirsiniz. Hukuk içinde kaldığı sürece hepsi meşrudur, eleştirilemez. Ama sahiplendiğiniz bir misyonu temsil etme ve ona katkıda bulunma noktasında güçlü bir idealizme de ihtiyacınız var.
TASAM'ın geçmişi yaklaşık 13 yıl oldu ve çok bilinçli olduğunu düşündüğümüz bir kurguyla bugüne getirdik. Dış politika çalışmalarını 9 farklı başlıkta yürütüyoruz. Kısacası; Dışişleri Bakanlığı nerede varsa, bir şekilde TASAM da oraya yönelik çalışmaları ile Türkiye’nin diplomasisine katkı sunuyor. Bunlar - kurumsallaşma sırasıyla - Afrika, Asya, Avrupa, Latin Amerika ve Karayipler, Kuzey Amerika. Bunlar büyük ölçekli çalışmalar. Bölgesel olarak da Orta Doğu, Balkanlar, Kafkas ve Karadeniz çalışmaları. Biz iki alan daha ekledik; bu jeopolitik sınıflandırmanın dışında kimlik olarak tanımladığımız Türk, İslam dünyası var. Bu alanların hepsine yönelik düzenli enstrümanlar var. Yıllık kongreler, forumlar, bu bölgelerdeki önemli ülkelerle yapılan yuvarlak masa toplantıları, stratejik raporlar, kitaplar, birçok enstrümanla bu sürecin içerisini besliyoruz.
TASAM’ın üzerinde durduğu ikinci omurga da özel projelerdir. Bunlar daha çok kurumların ihtiyaçlarına göre ve/veya bizim önerilerimizle şekillenebiliyor. Bunlardan iki tanesi öne çıkıyor. Bir tanesi “Sürdürülebilir Kalkınma için Nükleer Teknoloji Projesi“. Bu bizim çok önem verdiğimiz bir proje. 2006’dan beri de devam ediyor. ulusal ve uluslararası birçok aşamadan geçti. İkincisi çok önemsediğimiz ve 2005 yılında Ankara’ya bunu anlatmak için 18 defa gittiğimiz bir proje. “Türkiye’nin Stratejik Vizyonu 2023 Projesi“. Bu, yaklaşık 8 yıldır devam ediyor ve Türkiye’de 2023’ün devlet ve hükümet politikası haline gelmesinde büyük katkısı olan bir proje. TASAM’dan önce iki çalışma var 2023’e dair. Bir tanesi koalisyon hükümeti döneminde TÜBİTAK’ın yapmış olduğu bilim ve teknoloji politikalarına dair sektörel bir çalışma. Bir de Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yaptığı Turizm alanıyla ilgili bir çalışma var. Hem iç politika hem dış politika hem sektörler hem değerler inşası gibi bütüncül bir perspektifle yol alan 2023 vizyonu bize ait. Ama bizden önce de iki sektörel çalışma var.
2023 vizyonu ilk 4 yıl makro başlıklarda çalışıldı. Yani millet ve devlet olmanın temel parametreleriyle ilgili öngörüler geliştirildi. Sonra bu makro öngörülere Türkiye’yi taşıyabilecek 10 “Stratejik Lokomotif Sektör“ belirlendi. Onların üzerinde çalışılıyor. Hâlâ da devam ediyor. Projede son bölüm olarak da “Değerler İnşası, Medeniyet İnşası - Türkiye Vizyonu, Referans Değerler, Kurumlar, Kişiler“ başlığıyla sürdürülüyor. Çünkü Türkiye bölgesel güç küresel aktör olduğunu, olmaya çalıştığını iddia eden bir ülke. Dolayısıyla bunu hangi etik, ahlaki ve kurumsal değerler üzerinden gerçekleştireceği konusunda da bir arayış gerekiyor.
Salt kalkınma ya da maddi ilerlemenin dışında, bunu yönetecek bir kurumsal ahlaki altyapıya da ihtiyacımız var. Orada da, değerler inşası noktasında açmaz gibi gözüken iki görüş arasına sıkışmış durumdayız.
Bu görüşlerin ilki; Türkiye tek başına dünyadaki üretim ve tüketim standartlarını belirleyebilen bir ülke değil. Butik bir yaklaşım geliştirerek zayıf düşmek gibi bir riski de var. Bu anlamda entelijansiyamızın bir kısmı; böyle bir riske girmeye gerek olmadığını, sadece Batılı değerleri takip ederek bu işi çözebileceğimizi düşünüyor. Diğer kısmı da, tarihle müthiş bir övünç duyarak tarihsel kurumlara, kişilere, referanslara göndermeler yaparak, bunların sorunu çözeceğini söylüyor. Fakat bu ikisi de bizi bir yere götürmüyor. Çünkü salt Batılı değerleri takip etmek, bizim kendi kendimizi inkâr etmek oluyor her anlamda.
İkinci görüşte; sadece tarihteki kurumları, kişileri ve bir takım geçmişte kalan devletleri överek, onları yücelterek de bu süreçte başarılı olamayız. Çünkü 16. yüzyılda başarılı olmuş bir kurumun bugün yaşama şansı yok. Yani, şartlar değişti, insanlar değişti, sosyoloji, dünya, her şey değişti. İkisinin ortasında bir yola ihtiyacımız var. Yani Batılı değerlerden kopmadan bir senteze ihtiyacımız var. Ama bu sentezin yeni bir yaklaşım ortaya çıkarması gerekiyor. Yani, kimliksizlik gibi ortaya çıkmaması gerekiyor.
Proje bu şekilde üç temele oturuyor. Bugünlerde “2023“ün yerine ikame için yeni bir tarih hazırlığı içerisindeyiz. Bildiğiniz gibi 8 yıl gibi kısa bir süre kaldı o tarihe. Bu süre devletler açısından, toplumlar açısından planlama yapmak için çok kısa bir alan. Mevcut 2023 projesinden elde edilen ciddi dersler var. Bu kazanımları kullanmak açısından yeni bir tarih üzerinde çalışıyoruz. Onu da 1-2 ay içerisinde açıklayacağımızı düşünüyorum.
TASAM’ın bir diğer omurgasını da “network“ler yani ağ platformları oluşturuyor. Bunlar daha çok düşünce kuruluşlarıyla çeşitli konseptlerde kurulan bölgesel ağlardır. Sadece diyalog ağları değil, kurumsal ve yönetilebilir organları olan ağlardır. Sivil diplomasi inşası anlamında biz kendi alanımızda bilinçli ve sürdürülebilir bir şekilde katkı sunmaya devam ediyoruz. Türkiye’de çok girişimci bir ruhumuz var. Fakat aynı ölçüde donanımımızla doğru orantılı olarak maceraya yatkınız. Donanım zayıfsa - tabiri caizse - “havaya girmekte“ pek aceleciyiz. Bu da elimizdekileri riske sokmak gibi sonuçlar doğuruyor. Bunu zaman zaman makro politika başta olmak üzere hayatın her alanında görüyoruz. Mesela bizim iş adamlarımız, şehirlerimiz, herkes çok çabuk ve çok hızlı gelişmek istiyor ve yetersiz kapasite ile giriştiği için mevcut kazanımları da riske atabiliyor. Bu anlamda donanımımız ne kadar artarsa girişimci ruhumuzun da o kadar iyi yönetilebileceğini düşünüyoruz. Türkiye’de çok değişik alanlarda bir defalığına alınmış milyonlarca inisiyatif var ama kurumsallaşan ve sürdürülebilir olanlarının sayısı oldukça az. Bu anlamda TASAM’ın kendisinin de sürdürülebilirlik ve kurumsallaşma noktasında bir mesaj olmasını istiyoruz. 100 yıl sonra da Batı’da olan örnekleri gibi TASAM’ın yeni nesillere devredilmiş, Ülke’ye hizmet eden bir kurumsal yapıya dönüşmesini en azından şimdilik ümit ediyoruz.
Anlattığınız yapıya göre, karar mekanizmasını etkileyen, kararları etkileyen, bir nevi otoriteyi de etkileyen bir var oluş gerekçesi var düşünce kuruluşlarının. Sivil toplum kuruluşlarından nerede ayrılıyor? Ya da bir sivil toplum kuruluşu mudur düşünce kuruluşları?
Düşünce kuruluşları % 95 ölçüsünde tüm dünyada sivil toplum kuruluşudur. Bir kısmı resmî, yani devletlerin kendi içlerinde kurmuş oldukları resmî düşünce kuruluşlarıdır. Büyük bir kısmı da sivildir. Düşünce kuruluşlarını, sivil toplum kuruluşlarından ayıran, işlevleridir. Yoksa tüzel kişilik ya da genel algı açısından düşünce kuruluşları da sivil toplum kuruluşlarıdır. Ama politika öneren, politika önerme kabiliyeti olan kuruluşlardır. Sivil toplum kuruluşlarından ayrıldığı en temel nokta budur. Örneğin, insani yardım kuruluşu değillerdir. Düşünce üretir, fikir üretir, bilgi üretir, daha da özetle politika ve sistem üretir. İnovasyonu sağlar. Ama genel çerçeve içerisinde tekrar ifade etmek gerekirse, düşünce kuruluşları da sivil toplum kuruluşudur ama içerisinde dünyada çok az sayıda şirket olarak faaliyet gösteren düşünce kuruluşları da vardır.
TASAM’ın organizasyon yapısı çok değerli kişilerden oluşuyor. Bunun altını çizmek istiyorum. Ben gittiğim zaman Emekli Büyükelçimiz Murat Bilhan Bey ve diğer başkan yardımcıları vardı. Öyle değerli bir ekip var ki gerçekten, gittiğimde Türkiye’de ne kadar değerli insan varsa sanki TASAM’da toplanmış gibi hissettim, onun da altını çizmek istiyorum. Çünkü 1 kişilik, 2 kişilik, 3 kişilik bir organizasyon değil. Dünya çapında koşan bir organizasyon ve TASAM’da sürekli beyin fırtınası yapılıyor gibi hissettim.
Düşünce kuruluşlarının temel kaynağı insandır. Entelijansiya olarak tabir edebileceğimiz hem ulusal hem uluslararası düzeydeki mümkün olan en iyi isimlere ulaşmak ve onlarla çalışmak temel misyonumuz. TASAM, ulusal ölçekte çok farklı alanlarda yaklaşık 400 kişiye kurumsal jeneriğinde yer veriyor. Yine farklı alanlarda yüzlerce uzman ve diplomat duayen kişiden yararlanıyor, değişik projelerde iş birliği yapıyor. Onun dışında da yine yaklaşık 100 ülkede bu ilgilenilen dış politikalar itibarı ile diyalogda olunan kurumlar vasıtası ile geniş bir insan kaynağı envanterine ulaşabiliyor. Temel sermayesi budur zaten düşünce kuruluşlarının. Yani düşünce kuruluşları için en büyük risk herhangi bir ideolojik ya da siyasi açmaz içerisine girmektir. Böyle bir açmaza girdiğiniz zaman çalışacağınız kadro da daralır, görüşler de daralır, dolayısıyla üretim de daralır. Düşünce kuruluşlarının çok iyi bir yansıtıcı, sağlıklı bir yansıtıcı işlevi görmesi gerekiyor ki bütün farklı düşüncelere, farklı görüşlere de aynı mesafede olabilsin.
Hepimizin daha rahat anlayabileceği basit sorular sormak istiyorum. Çünkü TASAM çok derin. Sanki Ülke’yi sevenler toplanmış, TASAM diye organizasyon kurmuşlar. Gerçekten kalbiyle sahiplenenler, zaman ayıranlar… Yurt dışında 100 ülkede bizi temsil ediyorsunuz ve stratejilerimizi belirliyorsunuz. Benim için daha önemli konu bu. Marka Doktoru da strateji belirler, bir strateji olmak zorunda. Biz kurumları anlatıyoruz ama önce Ülke’nin de bir stratejisi olması lazım, Ülke’nin de bir marka olması lazım, Ülke’nin de doğru temsil edilmesi lâzım. Bu süreçte TASAM’da çok ciddi bir sorumluluk var. 2023’ün ötesinde hedefler için yaptığınız uluslararası kongre ve konferanslar var. Oralarda neler yapılıyor, hedef ne, biraz açabilir misiniz?
Hem kıta düzeyinde hem de bölgesel düzeyde forumlar, kongreler var. Mesela Afrika Kongresi’nin onuncusu yapılacak, muhtemelen Dakar’da yer alacak, Senegal’de. Onunla ilgili hazırlıklar sürüyor. Balkan Kongresi sekizincisine geldi, Asya yedincisine geldi, Latin Amerika üçüncüsüne geldi, gibi. Bu ilgilendiğimiz bölgelerde bizim hepsine teknik olarak da yetişmemiz mümkün değil. Önemli ülkelerle ikili mekanizmalar yürütüyoruz. Mesela İran’la şu anda onuncuya geldik, Rusya’yla beşinciye geldik. Asya’da, Afrika’da, Avrupa’da, Latin Amerika’da belirli ülkelerle ikili mekanizmalarımız var. Yılda bir veya iki defa karşılıklı toplanıyoruz. İki ülke gündemine özel konular tartışılıyor. Bunları her iki taraf da, ilgili ülkelerin hem kamuoyuna hem karar alıcılarına ulaştırıyor. Bu anlamda biz karşı tarafta muhatap seçerken yetkin ve etkin bir kurum olmasına dikkat ediyoruz. Onun dışında bulunduğu ülkede karar alıcılarına ulaşma hızına ve konuşulanların paylaşılma hızına bakıyoruz. Bu anlamda da çalıştığımız kurumların tamamı kategori olarak ülkelerinde ya ilk sırada, ya da ikinci sırada. Yani ilk üç içerisinde olan kurumlarla çalışıyoruz.
Bu “second track“ dediğimiz bir ikincil diplomasi kanalı. Bunun düşünce kuruluşları bazında daha da zenginleşmesine ihtiyaç var. Yani, ülkemizde yüzlerce TASAM’a ihtiyaç var diyoruz. Türkiye’nin diğer birçok sektörde, etkin olmak istediği sektörlerde bu tür sivil diplomasi kanallarına ihtiyacı var. Çünkü bu diplomasi kanallarının derinleşmesi ve gücü, Türkiye’nin toplamını belirliyor. Hiçbir kurum ve hiçbir kanal ülkesinden daha çok büyüyemez. Örneğin THY son on yıldır tarafsız bir gözle değerlendirildiğinde bir başarı hikâyesine sahip ve inşallah daha da iyi olur. Ama dünya sıralamalarına baktığınız zaman Türkiye’nin bulunduğu sıralamayla aynı. Bizim en iyi başarı hikâyelerimizden birisi. Kimse ülkesinden daha fazla büyüyemez. Onun için, bizim ülke imajımızın, marka değerlerimizin çok iyi tespit edilip bizim onların arkasına, marka değerlerinin arkasına eklenmemiz gerekiyor. Gelişmiş ülkelerde çok basit bir formül var, dört şeyi uyumlu hale getiriyorlar; ülkenin siyasi hedefi, bu hedefe uygun ekonomi politikası, ilk ikisine uygun sektör politikası ve alt sektör politikaları. Bu dördü kendi içinde uyumlu olduğu zaman, o ülkedeki milyonlarca tekrar ve birbirini engelleme azalıyor.
Bugün bakıyorsunuz birçok bakanlık ibadet aşkıyla gece gündüz çalışarak diğerinin yaptığını yok ediyor. Ama o bunun farkında değil. Yani o, büyük bir hizmet yaptığını düşünüyor. Sivil toplumda da, düşünce kuruluşlarında da, yurt dışındaki diasporalarımızda da sektörlerimizde de, bu bütünlük sağlanamadığı için milyonlarca tekrarımız var. Yani bizim gibi ülkelerin temel sorunlarından birisi budur. Biz dörtlü konsensüsü sağlamalıyız. Ekonomi politikası tanımlanmış bir ülkenin dış politikası ondan sonra tanımlanır. Savunma politikası ondan sonra tanımlanır. Ekonomi ve siyaset temel belirleyicidir. Diğer bütün her şey onun üstüne inşa edilir. Siyasi hedefler, ekonomik hedefler, sektörel hedefler ve alt sektörel hedefler birbiriyle uyumlu şekilde tanımlandığı zaman ortaya ülke markası çıkar. Bu ülke markasına da bütün sivil kanalları monte edebilirsiniz. Özel sektörü, sportif kuruluşları, kültürel kuruluşları; hem içerideki hedeflerimizin hem de dışarıdaki hedeflerimizin muhteviyatını…
Önümüzdeki zihinsel eşik budur. Türkiye’nin böyle bir formülü hayata geçirip geçiremeyeceği hayati önem taşıyor. Bunu başarabilirsek ortaya çok büyük bir ülke markası çıkacak ve küresel bir takım şirketler, küresel sivil toplum kuruluşları, Türkiye’den birtakım küresel vizyonlar da o zaman çıkmaya başlayacak diye düşünüyorum. Çünkü böyle bütüncül bir perspektif olmadığı zaman hem milyonlarca tekrar var hem de kurumsal bir düzlem olmadığı için her şey fedakârlıkla yürüyor. Yani sivilde de, özel sektörde de hep insanların inisiyatifleri ile yürünüyor. Birtakım liderliklerle yürünüyor. Biraz el yordamıyla yürünüyor. Dolayısıyla, verimlilik dediğimiz şey oluşmuyor. Örneğin, Kuzey Avrupa ülkelerinde sekiz saat çalışma üzerinden verimli çalışma süresi yedi buçuk saattir. Bizde bu ortalama üç saat. Bakın, işe gidip gelmek ölçü değil, verimlilik ölçü. Kuzey Afrika’da öyle ülkeler var ki, günlük verimli çalışma süresi yirmi yedi dakika. Şimdi siz orada on milyon kişiyi de işe götürüp getirseniz verimli bir şey çıkmaz. Ne oluyor, beş-altı milyon insanın ürettiği refahı seksen milyon insan üretemiyor.
Böyle bir bütüncül politik yaklaşıma ihtiyacımız var. Batı Avrupa’da, Kuzey Amerika’da belli ülkeler, Asya’da ve Pasifik’te az sayıda ülke bunu başarmış durumda. İslâm ülkeleri bazında baktığımızda da bunu işletebilen tek ülkenin Malezya olduğu gözüküyor. Bu, söylemesi kolay ama kurumsallaştırılması zor olan bir formüldür. Bu formülü başardığımızda Türkiye’nin marka değeri, Türkiye’nin imajı ortaya çıkacak ve bütüncül, kurumsal, temsil edilebilen, sürprizlere kapalı, günübirlik, değişmeyen marka değeri ve marka modeli bütün diğer sektörleri de olumlu yönde etkileyecek diye düşünüyorum.
Çok önemli bir saptama. Formül çok değerli bir formül. Her şey biliniyor. Bir dörtlü sacayağının kurulmasına kalıyor iş. Şu an sizin formülünüz üzerinden, dörtlü sacayağındaki son durum ne? Hangi ayaklar biraz daha desteğe ihtiyaç duyuyor?
Türkiye’deki temel sorunumuz siyasi ve ideolojik kamplaşma. Devlet’in belirli konulardaki anlayış birliğinin zayıf olması, diplomatik ifadeyle; Devlet’in yönetimdeki ayrışması topluma yansıyor ve toplumdaki ayrışma da Devlet’e yansıyor. Yumurta - tavuk döngüsü gibi, biri diğerine bağlıdır. Türkiye’deki temel sorun, meşru bir zemin tarifinin yapılmamış olması, yapılmış meşru zeminin içerisindeki herkese eşit davranılamaması. Bu durum da şunu doğuruyor; Ülke’nin insan kaynağı havuzunun üçte biriyle iş yapıyorsunuz gibi bir sonuç ortaya çıkıyor ve verimlilik düşüyor. Hatta birtakım siyasi kavgaların arttığı dönemlerde bu insan kaynağının kullanılması oranı % 10’lara kadar düşebiliyor. İç ya da dış politikada bir hedef tespit ettiğinizde herkesi, her kurumu meşru zemin içerisinde, hukuk içerisinde seferber edebiliyorsanız, ülke başarılı olur. Bizim 2023’te çok sık kullandığımız bir slogan vardı; “Bir kişi eksiksek 2023 hedeflerine ulaşamayız“. Ülke olarak böyle bir seferberliği sağlayamadığımız zaman; birbirimize kenetlenerek bugünkü dünyada var olmamız, daha güçlü olmamız, hedeflerimize yürümemiz oldukça zor diye düşünüyorum.
Ben bu arada bir şey danışmak istiyorum. Türk - Latin Amerika ve Karayipler Forumu yapmışsınız. Meselâ Brezilya ile yuvarlak masa toplantıları yapmışsınız. Hayretle ve takdirle inceledim... Şimdi bu tür organizasyonlarda iki tane soru geliyor aklıma. Birincisi, Türkiye’yi siz aslında temsil ediyorsunuz bu noktada. Bunu bir maç gibi düşünelim. Karşı takım kimlerden oluşuyor?
Karşı takım da bizim gibi bir düşünce kuruluşu oluyor genelde, ya da çok nadiren, rafine bir üniversite oluyor. Dolayısıyla karşılıklı olarak rollerimizi oynuyoruz. Aslında bizim yaptığımız toplantıların uluslararası diplomasi toplantılarından çok bir farkı yok. Tek farkı bizim herhangi bir devlet adına yetkimizin ve sorumluluğumuzun olmaması, karşı taraftaki kurumun da aynı şekilde. Yaptığımız; sivil bir konseptte daha rahat konuşmak… Görevli olan resmi diplomatlar, bir devlet adına hareket ettikleri için oldukça kısıtlayıcı durumdalar. En ufak günlük konuşmalarında bile dikkat etmek durumundalar. Fakat sivil konseptle bir araya geldiğiniz zaman çok rahat konuşuyorsunuz ve bu konsept dünyada da çok büyük bir model olarak oturdu. Aslında birçok ilişki “ikinci kanal“da pişiriliyor. Yani ikinci kanallarda müzakere ediliyor, tartışılıyor, birtakım olası tepkiler alınıyor, simülasyonlar yapılıyor... Ondan sonra birinci kanala yani resmî kanala taşınıyor. Bu, aslında dünya için yeni bir şey değil ama biz Türkiye olarak bunu biraz geç takip ediyoruz. Bu anlamda çok daha fazla inisiyatife ihtiyaç var; her sektörde, her kanalda çok daha fazla oyuncuya ihtiyacımız var.
Örneğin Brezilya’daki kuruluş bizim partnerimiz; gittiğimizde biz de o kadar büyük olduğunu bilmiyorduk, gidince öğrendik. Rio’da birlikte bir toplantı yaptık. İki bin uzmanı var ve devletin bütün kurumlarına servis yapıyor. Kurum aynı zamanda bir vakıf, yani sivil toplum kuruluşu. İlk başkanı kırk sekiz yıl görev yapmış, vefatına kadar işini yapmış. İkinci başkan on iki yıl görev yapmış, vefat ederek ayrılmış. Üçüncü başkan dedi ki ben ölmeden ayrılacağım. Ama büyük ülke olmak, büyük devlet olmak tesadüf değil. Şimdi Brezilya’nın yükselen bir yapısı var Latin Amerika’da. Bir bölgesel güç oldu. Özellikle son on yılda dengeleri etkileyecek bir ülke oldu. Bu tesadüf değil, altında çok ciddi kurumsal altyapılar var. Bizim temel sorunumuz; jenerik olarak, genel slogan olarak politika üretmekte çok iyiyiz ama bunu inşa edecek kurumsal kapasite oluşturma noktasında birtakım yapısal zaaflarımız var.
Bu organizasyonlar gerçekten çok büyük. “Bu değirmenin suyu nereden geliyor?“ diye halkın bir ön yargısı olabiliyor. Bağımsız bir kurum olduğunuzu biliyorum ve herkese eşit mesafede olduğunuzu da. Bizim halkımız bugün sıkışıklık içerisinde, günü kurtarma hevesinde, kredi kartı ödemek vs. Şimdi, burada yapılan şey, ülkenin 50 senelik projeksiyonu. Siyaset yapan farklı farklı kurumların buna müdahale etmek istemeleri olası. Görüşünüzü ben biliyorum, bunu biraz açarsanız memnun olurum.
Düşünce kuruluşları temsil ettikleri misyona göre bir ekonomik pozisyon alıyorlar. En kolayı, bir şirket olabilir, bir hükümet olabilir, bir kurumsal yapı için çalışmak. Bu, finansman imkânlarını çok kolaylaştırıyor. Ama millî menfaatler gibi bir tanımla yola çıktığınız zaman, bu kaynağı çeşitlendirmeniz gerekiyor. Ben şuna prensip olarak hep inandım; bir kurumun tek başına bir kaynağa dayanması onun için orta ve uzun vadede her zaman risktir. Birincisi bir süre sonra bütün kararlarına ve özellikle bizim gibi ülkelerde iş planına karışılmaya başlanır. İkincisi de, kaynak kullanımı kırılgan hale gelir. Yani bir gün canı sıkılır otorite kişinin, kurumun; “kaynak vermiyorum“ dediği zaman bütün çalışmaları heba olur veya kuruluş kapanır. Türkiye’de bunun benzer örnekleri var. Reel olarak yaşaması da gerekiyor. Çünkü sabit kaynak, kurumları rehavete sürüklüyor ve “KİT“leştiriyor. Benim söylediğim “kaynağın çeşitlendirilmesi“ formülü en zor olanı ama en sağlıklı olanı. Biz nasıl yapıyoruz; kurucuların, üyelerin bağışları var, proje bazında ilgili hükümet kuruluşlarıyla çalışıyoruz, tarif edilen zemin içerisinde destek alıyoruz. Özel sektörden sponsorlarımız var.
Yurt dışı partnerlerimizle var olan yüklenimleri paylaşıyoruz (bu, yüklerimizi hafifletiyor). Kolay mı yapıyoruz? Hayır, zor yapıyoruz ama en doğru olanı yaptığımız kanaatindeyim. Çünkü finansal kaynağın hızını ve sabitliğini öncelerseniz ortaya çok nitelikli ve entelektüel bir ürün çıkmıyor. Bir de entelektüel derinlik çok önemli. Yani karar alıcılarının olaya yaklaşımları çok önemli.
Örneğin Japonya’da çalıştığımız bir kuruluşun yetkilisi; 32 milyon dolar bütçesi olduğunu, 16 milyon dolarının Japonya Dışişleri Bakanlığı tarafından fikir üretmelerine destek için verildiğini ama raporlarını okumaya Bakanlığın vakti bile olmadığını söylüyor. Ancak entelektüel bağımsızlıklarına zerre kadar karışmadıklarını, müdahale etmediklerini ifade ediyor. Bu biraz ülkenin de bakış açısıyla ve derinliğiyle ilgili. Sivil düşünce kuruluşları hükumetlerle, devlet kuruluşlarıyla işbirliği yaparlar ve bunda hiç bir sakınca yoktur, destek de alırlar. Ama kişisel tezim; tek bir kaynağa dayanmamaları gerektiğidir. Çünkü bu hem kurum için rehavet getirir hem de kurumun gelecekte var olmama, kapanma riskini artırır. Böyle bir çeşitlemeyle, yani hem kendi iç gelirleri, hem proje gelirleri, hem özel sektör sponsorlukları, hem yurt dışı partner iş birliğiyle bunun çeşitlendirilebileceğine inanıyorum.
Bir de daha da özelde bu, millî entelijansiya kavramına gider. Örneğin Amerika’da iki bin tane düşünce kuruluşu var. Bunların hepsini devlet mi destekliyor? Hayır, devletin destek verdiği kuruluşlar var ama genel olarak baktığınız zaman bu finansmanın % 80’ini özel sektör veya özel sektörün kurduğu vakıflar sağlıyor. Niye? Çünkü o ülkenin insanları, zenginleri, varlıklıları biliyor ki dünyada küresel güç olmanın bir bedeli var. Politika geliştirebilmek için bütün dünyayı takip etmek, bilmek zorunda. Onun için de düşünce kuruluşlarına ihtiyacı var ve bu ihtiyaç bu farkındalığı doğuruyor. Türkiye’de henüz böyle bir farkındalığın olduğunu söylemeyiz.
Bir ülkedeki milli burjuvazinin gücü millî entelijansiyanın gücünü belirler. Bizde somut yatırımları önceleyen; yani taşı, toprağı, betonu, binayı, laboratuvarı, demirbaşı önceleyen bir yatırım anlayışı özel sektörümüzde olduğu gibi, devletimizde de var. Dolayısıyla soyut ve sofistike olan alanların verimliliği ve önemi konusunda ciddi bir farkındalık yok. Türkiye’deki milli burjuvazi geliştikçe, millî entelijansiya ve bunun rafine kurumları olan düşünce kuruluşlarının da zaman içerisinde daha çok gelişeceğini düşünüyorum. Türkiye’deki burjuva diyebileceğimiz zengin sınıf ya çok hamasi, bundan otuz - kırk yıl öncesinden kalmış hayır işleriyle uğraşıyor, kaynaklarını oraya aktarıyor veya biraz “özentiyle“ birtakım Batılı kuruluşlarla yılda bir - iki defa program yaparak kendince bir üst ligde olduğunu göstermeye çalışıyor. Millî refleksleri geliştikçe, farkındalığı arttıkça, bu tür kurumlara olan ihtiyacı daha iyi anlayacaklar. Yoksa Türkiye’nin kaynak sorunu yok. Bu tür kuruluşlar için çok büyük kaynaklara da ihtiyaç yok. Türkiye’nin imkânları da buna yeterli. Bu bir farkındalık meselesi, biraz zaman alacak diye düşünüyorum. Millî burjuva eşittir millî entelijansiyadır ve bunun altını çiziyorum.
Ülkenin marka değerleri neler olabilir? Kültür adına, sanat adına, marka değerleri neler, kimler, hangi kurumlar olabilir?
Marka değerleri; kurumlar, kişiler ve soyut değerlerdir. Bunları oluşturan, o dörtlü formülün işlediği bir devlet sistemi zaten başlı başına bir markadır. Onun yol göstericiliği içerisinde, vizyonu içerisinde herkes kendi pozisyonunu alır. Bir de biz marka deyince salt endüstriyel bir şey anlıyoruz, bir ürün diye algılıyoruz. Markanın; bir ürün bile olsa, bir kültürü, bir ahlâki kurumsal altyapıyı yansıtması gerekir. Bu anlamda manevi ögelerle maddi ögelerin iyi harmanlandığı bir marka anlayışına ihtiyacımız var. Örneğin “marka şehir“ kavramı… Biz de çalışıyoruz, değişik illerde çalışmalar yaptık; 2023 içerisinde de bir alt başlık bu. İllerimize gittiğimiz zaman da anlaşılan şeyin ve yapılması gereken şeyin çok farklı olduğunu görüyoruz.
Maddi ve manevi bir değerler bütünü. Bir de aslında her ülkenin, her devletin her bir vatandaşını bir marka değeri olarak görüp yatırım yapması gerekiyor. Çünkü var olan hafızayı ve sermayeyi maddi ve manevi olarak devam ettirecek olan, insanlardır. Devletin, marka değeri olarak öngördüğü insan kaynağı içerisinde farklılığı olanları, daha girişimci olanları gözetecek, onların önünü açacak, onları destekleyecek mekanizmalar oluşturması gerekiyor. “Doğu’yla Batı’nın temel farkı, bir avuç insanın doğru yerde olup olmadığıdır“ diye söylenir. Batı’da çok başarılı ve güçlü olan birçok ülkenin aslında iyi bir rafine kadro tarafından yönetildiğini görüyoruz. Onun için rafine olmayı, özgün olmayı özendirecek, teşvik edecek bir marka anlayışına ihtiyacımız var.
Bir de sizin yaptığınız çok önemli etkinlikler var; Meselâ Türkiye - Afrika STK Forumu, Azerbaycan Stratejik Vizyon Geliştirme Projeleri, Balkan Başkenti Edirne, Ekonomik Düşünce Forumu, Ermeni Mezalimi ve Tarihçesi, En Az Gelişmiş Ülkeler Stratejik Vizyon Geliştirme Çerçeve Programı, Jeopolitik ve Strateji Semineri. O kadar çok nitelikli işlere imza atıyorsunuz ki, sektör sektör ayrılmış, ülke ülke ayrılmış. Şimdi bakıyorum İzmir’de Ekonomi Üniversitesinden hocalar katkıda bulunuyor. Her yerden farklı konuların uzmanlarıyla çalışıyorsunuz. Sanki internet portalı yetmiyormuş gibi görüyorum. Çünkü bire bir dinlediğim zaman, olayın derinliğini daha iyi algılama imkânı buldum. Bir de kitaplarınız var. Bu kitapların mesela Türkiye’de daha çok tanıtılmasını gönülden arzu ederim. Çünkü kitaplara baktığımız zaman da, yine stratejiyle ilgili çok farklı kitaplar var. Mesela “Bir Büyükelçinin Düşünce Dünyası“, çok ilginç ve İngilizce-Türkçe şeklinde kitaplar. Sadece Türkçe ve Türkiye’de satılan kitaplar değil. Proje finansmanı kapsamında Proje Bankacılığı, Dönüşüm Sürecinde Sahra Altı Afrika, enteresan kitaplar var. Bu konularda bizi bilgilendirebilir misiniz?
Çalıştığımız alanlarla ilgili yayın sayısı şu anda 150’yi geçti. Stratejik raporlar ve kitaplar yayınlandı geçen 12 yıl içerisinde. Şu anda bantta ya da editörümüzün elinde olan, yayınlanma sürecinde yaklaşık 15 kitap var, 2 tane de stratejik rapor var. Örneğin, Savunma Sanayii'nin önümüzdeki 10-20 yıllık projeksiyonu için ciddi bir çalışmamız oldu. Onu önümüzdeki haftalar içerisinde kamuoyuna açıklayacağız.
Basında yeterince yer alıyor musunuz? Yoksa almak istemiyor musunuz?
Biz o konuda doğal davranıyoruz. Buna ayıracak çok vaktimiz de kaynağımız da yok. Bilinirliğin ve tanınırlığın doğal olmasını istiyoruz. Bir özeleştiri yapmak gerekirse, bizim medyamızın neyi öncelediği konuşulabilir, tartışılabilir. Yaklaşım düzeyi tartışılabilir. Bu anlamda konu ne kadar dikkat çekiyorsa, o kadar yer alıyor. Ama bizim medyanın özellikle dış politikayla ilgili bütün aktörleriyle biz zaten düzenli diyalog içerisindeyiz. Zaman zaman onları çeşitli programlarda ağırlıyoruz yurt dışı seyahatlerinde, yurt dışı toplantılarında. Ama medyamızın rafinelik oranı arttıkça, bu tür kurumlara ve konulara da ilgisinin artacağını düşünüyorum.
Türkiye’de popüler sanatçılara verilen değer, medyada kaç sütun santim veya kaç saniye yer aldığıyla ölçülüyor. Terazinin bu tarafına bir sanatçı koysak diğer tarafa da bu kadar değerli çalışmalar yapan, Türkiye'ye değer katan, ülke için sevgiyle çalışan bu kadar değerli bir ekibi barındıran TASAM’ı koysak, TASAM medyada ne kadar yer alıyor? Türkiye olarak başkaca yanlış yerlere mi bakıyoruz acaba?
Milli burjuvaziden millî entelijansiyaya gider, millî entelijansiyadan da medyaya gider. Yani öncelikleriniz neyse onu yansıtırsınız veya kendi gündeminizi içeride ne kadar belirleyebiliyorsanız, bu konuda ne kadar etki altında değilseniz ve özgün söyleyecek şeyleriniz varsa ona göre gündem oluşturursunuz.
Örneğin Türkiye yaklaşık 60 yıldır AB’ye üye olmaya çalışan bir ülke. Fakat bugüne kadar getirebildiğimiz tartışma, “Bizi alacaklar mı, almayacaklar mı? Biz AB’ye yük olmayız, artı değer getiririz“ gibi bir alma verme tartışması. Oysa Türkiye’nin şu anda Türkiye - AB ilişkilerine de, AB’nin içinde bulunduğu ciddi sorunlara da, AB’nin geleceğiyle ilgili tartışmalara da, AB’nin Latin Amerika, Afrika, Asya, Pasifik gibi üçüncü taraflarla ilgili yaklaşımlarına ve çalışmalarına da katkı sunan bir ülke olması lâzım. Yani entelijansiyamızın, entelektüel dünyamızın buna da katkı sunabilmesi lâzım. Çünkü derinliğiniz ölçüsünde, katkınız ölçüsünde saygı görürsünüz. Avrupa’da Cenevre’de yapılan, Berlin’de, Münih’te yapılan çok önemli birtakım forumlar var. Bunların çoğunda Türkiye’nin bazen temsilcisi var, bazen yok. O temsilciler de dinlemeye gidiyorlar. Yani bir katkıları yok. O politikaların yapım sürecinde de ülke olarak bir katkımız yok. Dolayısıyla millî burjuvazi, millî entelijansiya, o da millî gündem ya da önceliklerin doğru tespit edilmesine bizi götürür. Öncelikleri doğru tespit edebildiğimiz ölçüde magazinden kurtulacağız, ya da magazin kompozisyonunu kendi mecrasına bırakacağız, o da hayatın bir parçası. Ama olması gerektiği yerde doğrudur.
2005 yılında, şu andaki Sayın Cumhurbaşkanımızın Başbakanlığı döneminde bir Afrika gezisi olmuştu. Ben de o geziye katılmıştım. O, tarihsel bir geziydi çünkü Türkiye 2005’le birlikte, yaklaşık 80-90 yıllık bir kopukluktan sonra Afrika’ya büyük bir ilgi gösterdi. İçeriğinden çok, Başbakan düzeyinde öyle bir gezinin başlatılmış olması tarihî bir öneme sahipti. O zaman Sayın Başbakan millî atletimiz Elvan Abeylegesse’nin evine nezaket ziyareti yaptı, bir kahvesini içti onu onurlandırmak için. Etiyopyalı kendisi, biliyorsunuz. Bütün gazetelerimizde manşet buydu ve Afrika’nın içeriğiyle ilgili çok ciddi şeyler yoktu. Elbette bu anlamda medyayı da çok suçlamamak lazım. Çünkü medyamızda da bu konuları bilen nitelikli insan kaynağı problemi ciddi düzeyde. Ama farkında olunursa bu açık çok çabuk kapatılır.
TASAM’ı ve sizin TASAM adına yaptığınız katkıları konuşurken geçmişe gidecek olursak, TASAM’ı hangi altyapıyla kurdunuz? Biraz da kendinizden bahseder misiniz?
Ben iflah olmaz bir idealistim. Ya da öyle düşünüyorum, öyle zannederek mutlu oluyorum. Çok erken yaşta hayata atıldım, 18 yaşımda. Benim lise diplomam bile son sınıfı dışarıdan bitirmedir. Üniversite de aynı şekilde. Akademik kişiliğim yok, iş hayatının içerisinde yoğruldum, yani profesyonel hayatın içerisinde. 1996 yılında böyle bir merkeze, bir düşünce kuruluşuna olan ihtiyacı kafamda kurgulamaya başlamıştım ama 2002 sonunda harekete geçmek mümkün oldu. İlk kuruluşunda, temelinde bizim emeğimiz, mütevazı birikimlerimiz var. Ama sonra zaman içerisinde kurumsallaşarak bugünlere geldi. Ama daha gitmesi gereken çok yol var. Çünkü yapılması gereken o kadar çok iş, o kadar büyük potansiyel var ki, yüzlerce TASAM’a ihtiyacımız var. TASAM’a olan iltifatlarınız için müteşekkirim ama bu iltifatlar bize daha çok şey yapmamız gerektiğini söylüyor.
Uluslararası ilişkiler mi okudunuz?
Evet.
TASAM’ın alt yapısında aslında bu eğitim var ama meslek hayatına çok erken atıldım derken örneğin ne yaptınız?
Hizmet sektöründe, yayıncılık sektöründe faaliyet gösteren kurumlarda yöneticilik yaptım. Entelektüel dünyayla çok kopuk değildim.
Bir de küçüklükten itibaren - orta ikinci sınıfta sanırım - birkaç yüz tane kitap okumuştum. Bana ilk defa böyle sorular soruluyor. Yani hep entelektüel dünyanın ve yeni ilişkilerin içerisinde oldum. Bunda belki biraz aslan burcu olmamın da katkısı var karakterimin gelişmesi açısından. Ama her zaman sıfırdan kurmak gibi bir kaderim oldu. İnşallah bu, ileride değişir.
Marka Doktoru olarak değerlendirmek gerekirse; “Sıfırdan kurmak gibi bir kaderim oldu.“ der Sayın Şensoy. Aslında bu kader olumlu anlamda çizilmiş bir kader, değil mi? Sıfırdan kurmak, herhalde marka olma yolunda atılacak en önemli adımlardan biri. Biz çalışacak, ücretli personel bulmakta Türkiye olarak zorlanıyoruz. Süleyman Şensoy, o kadar değerli insanları kendi çevresinde ışığıyla toplamış bir insan. TASAM çok büyük bir organizasyon aslında. O yüzden daha fazla tanımamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bir sanatçının popülaritesine bakıyorsunuz. Tamam da, derinlik, içerik falan yok. Ama TASAM’ın organizasyon yapısı ve hedeflerine bakıyorsunuz, inanılmaz derin. Ben o yüzden Süleyman Bey’i çok takdir ediyorum. Çünkü bu, kişilerin arkaplanı ötesinde vizyonla alakalı bir şey. Bir de sizin karşı takımlarınız da çok sağlam çıkıyor maça. Karşı taraftan Amerika’nın, Brezilya’nın düşünce kuruluşları ile oturup masada ülkelerin 50 yıllık projeksiyonlarını konuşuyorsunuz. Onların da kendi çıkarlarını savunan gruplar arasında çok sağlam ekipleri var.
Bunlar - benzetmek gerekirse - aslında millî maç gibi. Güneydeki ve doğudaki belirli ülkelerle maçta daha üstünüz. Ama örneğin Pasifikteki, Asya’daki kurumsal yapısı güçlü belirli ülkeler Kuzey Amerika, Batı Avrupa; buralarda da çok güçlü kurumlar var, aynı büyük futbol takımları gibi. Yetkin ve donanımlı çıkmanız gerekiyor ki Ülke’yi iyi temsil edesiniz. Bir de, insanlar farklı şeyler duymak istiyorlar; yani hem küresel sorunlara yönelik, hem bölgesel sorunlara yönelik, hem ikili ilişkilere yönelik. Özgün bir perspektif geliştirebiliyor musunuz ve bunu yaklaşımınızdaki samimiyetinizde hissettirebiliyor musunuz? Bunu yaptığınız zaman başarılı oluyorsunuz, yani ülkenizi iyi temsil etmiş oluyorsunuz.
Futbola ve futbol maçına benzettiniz kurduğunuz ilişkileri, öyle bir analoji kurdunuz.
Millî Maçlara...
Millî maçlara benzettik. Oyuncu ithal ediyor musunuz? Ya da ithal etmeniz gerekiyor mu?
Peygamberimizin (sav) Hadis-i Şerifi var “İlim Çin'de bile olsa gidip alınız“ diye. Dolayısıyla bunun bir küresel kısıtlaması yok, yani bölgesel bir sınırlaması da yok. Dünyanın neresinde bir değer varsa, buna ulaşabiliyorsanız bundan yararlanmanız gerekiyor. Ama bunu kendi duruşunuzdan taviz vermeden başarmanız gerekiyor. Çünkü gücün doğasında var; büyük olan küçük olanı çekiyor. Bazı konumlarda küçüksünüz, bazı konumlarda ortasınız, bazı konumlarda merkezsiniz; bu üçünde de kendi duruşunuzu koruyabiliyor olmanız gerekiyor ve sahip olduğunuz ülkenin devlet aklını ve millet hafızasını temsil edebiliyor olmanız gerekiyor.
Bu son söylediğinizin de sanırım altının çizilmesi gerekiyor. Hangi konuda hangi konumda olduğunuzu bilmek önemlidir. Bazı konularda daha az güçlü ama bazı konularda daha önde olabiliyorsunuz. Oysaki her konuda güçlüymüş gibi davranmak, herhalde yapılabilecek en büyük yanlış.
Bu, insanın yaratılışına da aykırı, dünyanın varoluşuna da aykırı. Bizi felakete götürüyor. Her insanın sıfatı var yaşarken. Her sıfatın da bir tezahürü var. Eş olmak ayrı, amca olmak, baba olmak, oğul olmak ayrı...
Hangi sıfatınız nerede ne gerektiriyorsa onu uygulamanız gerekiyor. Bazen sevgi dolu, bazen gerektiğinde biraz sert olmanız gerek, ama hepsinin ortasında da dengeli ve sağduyulu olmanız gerekiyor. Siz temsil ettiğiniz ülkenin, temsil ettiğiniz misyonun hafızasına sahip değilseniz, tepki de veremezsiniz. Yani Türk - Çin ilişkilerinin tarihini bilmiyorsanız, Çin’le ilgili politika geliştiremezsiniz. Avrupa’daki dengeleri, bunların tarihsel rekabetini bilmiyorsanız, mantıklı bir şey söyleyemezsiniz. İran aynı şekilde. Bunların arasındaki ilişkilerin simülasyonuna empati yapamıyorsanız, doğru bir şey söyleyemezsiniz. Salonda konuşma yaparken; kırk kişilik bir topluluk varsa otuz beşini memnun edip beşini kızdırabilirsiniz. Marifet kırkını da memnun edebilmektir ama kendi duruşunuzdan taviz vermeden.
O yüzden burası bir stratejik araştırma merkezi. Değil mi?
Evet.
Bu kadar bilgiyi doğru yorumlamak ve Ülke’nin avantajına kullanmak gerçekten beceri ister. Burada sistem olarak, başkan olarak sizin hep kalmanızı diliyoruz. Bu önemli.
Ben hep kalmayayım. Hep istiyorum ki kurumsallaşsın, yeni nesillere devredebilelim ama içeriği küçülmeden, alınan inisiyatifler zarar görmeden. Çünkü o zaman bütün bu yaptıklarımızın bir anlamı olacak. Yoksa kişilerle daim olan kurumlar ve projeler, elbette dönemi içerisinde faydalı. Ama sonra kaybolunca yazık oluyor. Hani, bizim 16 devleti yıkıp, bir anlamda 17.’sini kurmakla övündüğümüz gibi oluyor. Yani o 16 devletin de bir hafızası, geçmişi var. Ama devlet sayısı ne kadar azsa ve sürdürülebilirse, gücünüz ve merkeziyetiniz de o kadar iyi demektir. İngiltere’ye bakıyorsunuz; son 300 yıldır bütün dünyadaki temel değişime rağmen, İkinci Dünya Savaşı’na rağmen, Amerikan Çağı’na rağmen küresel rolünü oynayabiliyor. Bu, belli bir hafızayı ve devlet aklını sürdürebildiğini gösteriyor. Bu anlamda bizim de her ölçekte kurumsallaşmada, her ailede, devletimizde, her yapıda bu kurumsallığı ve sürdürülebilirliği gözetmemiz gerekiyor.
İnsan elbette bir gün ölecek, bu dünyadaki vakti bitecek. Önemli olan o mirası genetik olarak, jenerik olarak, referans olarak yeni nesillere aktarabiliyor olması. Örneğin Museviler dünyada ticarette çok etkin ve güçlü olarak biliniyorlar. Buradaki artıları nedir? Aile içindeki bu hafızayı ve birikimi yeni nesillere aktarabiliyor olmaları. Bizim de tarihsel olarak yönetim ve organizasyon konusunda ve askerlik konusunda çok güçlü birikimimiz var. Bu, diğer bütün disiplinlerle de ilintili. Bu, yönetim organizasyon becerisinin yönetimini bütün alanlara yansıtmamız gerekiyor.
Son olarak şunu söylemek isterim ki; “çok kültürlülüğün rekabetinden güçlü toplumlar doğar. Bu rekabetin yönetiminden de büyük devletler doğar.“ Bizim çok kültürlü, ama bu kültürlülüğü hukuk içerisinde, birlik içerisinde yönetebilen güçlü, zengin, öngörüsü ve gönlü geniş bir anlayışa doğru, daha güçlü bir anlayışa doğru evrilmemiz gerekiyor. TASAM bu sürece katkı yapan bir kuruluştur. Çok sayıda TASAM’a ihtiyacımız var.