Osmanlı’nın modern diplomasi ile tanışmasından itibaren imparatorluğun çöküşüne dek üç farklı ideoloji hakim olmuştur: Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük. Aslında bu üç düşünce akımından her birinin imparatorlukta etkili olmasının tek bir temel nedeni bulunmaktaydı: pragmatizm, yani dağılmakta olan imparatorluğu bir arada tutma ve bunalımı aşma ihtiyacı. Millet sistemini modern bir devlete dönüştürmek isteyen Osmanlı eliti Osmanlıcılık fikrini geliştirmiştir. Bu ideolojinin devletin toprak kaybetmesini engelleyemediği anlaşılınca İslamcılık ideolojisi hayata geçirilmeye çalışılmış, bunun da işe yaramadığı anlaşılınca Türkçülük ideolojisi Osmanlı’nın son döneminde ve genç Türkiye Cumhuriyeti’nde etkili olmuştur.
1980’li yılların sonunda SSCB’nin dağılma sürecine girmesi ile başlayan 1990’lı yılların sonuna kadar devam eden süreçte bu üç akımın bir bakıma devamı olduğu ileri sürülebilecek gelişmeler yaşanmıştır. İki kutuplu sistemin çöktüğü bir sırada yeni yön bulma ve kuramsal bunalımı aşma arayışları nedeniyle yeni-Osmanlıcı, İslamcı ve Türkçü ideolojilerin yeniden canlandığı ve denenmeye çalışıldığı görülmüşse de, kurumsal olarak derin bir deneyime sahip olan Türk dış politikası ideolojik değil, pragmatik, akılcı ve realist bir seyir izlemeyi sürdürmüştür.
Osmanlı devleti modern döneme girdiğinde varlığını güçlü devletler arasında güç dengesine oynamak ve mecbur kalmadıkça savaşmamak stratejisi üzerine inşa etmişti. Osmanlı devletinden miras aldığı toprak parçası ve insan unsuru üzerine kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti de bu stratejiyi sürdürmüştür. Son dönem Osmanlı dış politikası mevcudu koruma (statükoculuk) ve teknolojik ve askeri bakımdan ileri olan Batı’ya dönüş (Batıcılık) ilkeleri üzerine inşa edilmiştir. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikasında da bu iki ilke etkili olmaya devam etmiştir. Statükoculuk ve Batıcılık ne Osmanlı döneminde ne Cumhuriyet döneminde körü körüne bağlanılan ve hiç nitelik değiştirmeyen iki ilke değildir ve Türk dış politikasındaki değişim temelde bu iki ilkede görülen niteliksel değişiklikler üzerinden gerçekleşmektedir.
SSCB ile birlikte iki kutuplu sistemin çökmesi Türkiye’nin bir parçası olduğu Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya’da bölgesel çatışmaları hızlandırmıştır. Söz konusu çatışmaların tümü Türkiye’yi yakından ilgilendirmiş ve Türkiye kendini, hükümet temsilcilerinin ya da karar alıcıların siyasi eğilimleri ne olursa olsun, bir şekilde bu alanlara müdahale etmek zorunda hissetmiştir. Türkiye’nin Çeçenistan, Abhazya, Dağlık Karabağ, Bosna Hersek ve Kosova’da yaşanan krizlere seyirci kalamaması ve bir şekilde müdahil olması bunun en canlı kanıtıdır.
Küreselleşme sürecinin hızlanması, yani bilgi, para ve insan akışının daha önceki dönemlerde hiç görülmemiş bir biçimde hızlanması, ülkeleri daha dışa açık, daha dinamik ve ön alıcı bir dış politika izlemeye itmektedir.
Türkiye’de 2003 yılında dış politika yapımında akademisyen danışmanların bürokrasinin önüne geçmesi bu süreci hızlandırmıştır.
Ak Parti Dönemi
Ak Partili karar alıcıları ve parti tarafından uygulanan politikalar bazı muhalif çevrelerce tarihteki bu üç düşünce akımından ilkine atıfla yeni-Osmanlıcı olarak nitelenmiş ve söz konusu politikaların Türkiye’yi bir ‘Ortadoğu’ ülkesine dönüştüreceği ileri sürülmüştür. Oysa bu iddia, en basit ifadeyle, o günden bu güne küresel ve ulusal düzeyde yaşanan değişiklikleri ve cumhuriyet dönemi Türk dış politikası deneyimini görmezden gelmek demektir.
Daha önceki dönemlerde olduğu gibi, Ak Parti döneminde de Türk dış politikası mevcudu koruma ve muasır medeniyetler seviyesini yakalama/aşma (Batıcılık) stratejileri üzerinden yürütülmektedir. Emekli Büyükelçi ve Dışişleri Bakanı eski müsteşarı Özdem Sanberk’in de dediği gibi “bu stratejinin belli bir istikrar ve kalıcılık içinde uygulanabilmesinin temel nedeni, Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu yana Devletler Hukuku’na bağlılığından, gerçekçiliğinden ve köklü geleneklere bağlı ve kurumsallaşmasını tamamlamış bir Dışişleri Bakanlığı’na sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Ama belki en önemlisi Türkiye Cumhuriyeti’nin, dış politikasında, hegemonik amaçlı stratejilere hiçbir zaman itibar etmemesidir.“
Soğuk Savaş’ın ardından özelde ABD’yi, genelde Batı’yı dengeleyecek bir güç kalmaması, küreselleşmenin farklı boyutlar kazanması ve güç mücadelesinin ekonomik alana kayması gibi nedenlerden dolayı, bu gün 19. ve 20. yüzyıllardakine benzer bir güç dengesi oyunu ile dış politika yapmaktan ve ülke çıkarlarını bu şekilde sürdürmekten söz etmek mümkün değildir. Eğer Türk dış politikasında bir değişiklikten söz etmek gerekiyorsa, asıl değişiklik bu noktada gerçekleşmiştir. İki kutuplu sistemin ardından Türk dış politikasında görülen asıl değişiklik çok boyutlu bir diplomasi uygulamasına geçiş olarak ortaya çıkmıştır. Çok boyutlu diplomasiyi Türk dış politikası ile ilk tanıştıran eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal’dır. Türk dış politikasının geleneksel ilkesi olan dengecilik de Soğuk Savaş’ın ardından büyük güçler arasında bir denge arayışı olmaktan çıkarak Batı, Avrasya ve Ortadoğu bölgeleri arasında dengeli bir politika arayışına dönüşmüştür. 90’lı yılların ikinci yarısında sönükleşen bu yaklaşım, Ak Parti iktidarı ile birlikte çok daha canlı bir biçimde sürdürülmektedir.
<<>>
Bu yaklaşım çerçevesinde “Türkiye bir yandan bölgede ve dünyada kendi kontrolü dışında 11 Eylül olayı, Amerika’nın Afganistan’ı ve Irak’ı işgali gibi istikrarsızlık ve güvensizlik yaratan tehditlere barışçı ve yaratıcı diplomatik önlemlerle cevaplar getirirken, bir yandan da Kıbrıs sorununda çözümsüzlük sorumluluğunu Rum/Yunan cephesine kaydırıp Avrupa Birliği hedefine kilitlenerek katılma müzakerelerini açmayı başarmıştır.
Amerika ile bozulan ilişkileri tamir etmiş, Rusya Federasyonu ile de Karadeniz’de ve Kafkasya’da karşılıklı çıkarlara dayanan dürüst ilişkiler kurmuş, ticareti geliştirmiş ve enerji güvenliği alanında atılımlar gerçekleştirmiştir.“ İslami bir geleneğe dayanan Ak Parti Hükümetleri de 21. yüzyıl dinamiklerini doğru bir şekilde değerlendirerek ülkenin iç ve dış politikasını çağdaş ve modern dünya ile bütünleşme hedefine yöneltmiş, bölgesel ve küresel gelişmelerden kaynaklanan tehditlere rağmen özgürlüklerden taviz vermemiş, yeni özgürlükler paketleri açarak güvenlik sağlama hedefine odaklanmıştır. Bu nedenle, Türkiye’nin bölgeye bu ilgisini emperyal emelleri çağrıştıran yeni Osmanlıcılık kavramıyla özdeşleştirmek doğru değildir. Türkiye “Batıcılık“ ilkesi çerçevesinde reformlara ve demokratikleşmeye ağırlık verirken, “dengecilik“ politikaları çerçevesinde Ortadoğu ve İslam dünyasındaki etkinliğini artırmaya ve bu politikaların aslında batılı ülkelerin de çıkarlarına olduğunu onlara anlatmaya çalışmaktadır.
Türkiye son dönemde Orta Doğu, Kafkaslar, Balkanlar ve Karadeniz bölgelerinde bütünleşmesinin yeniden sağlanmasını çatışmaların sona ermesini kendi dış politik çıkarları açısından önemli görmekte ve bu bölgelerin tümünde istikrarın sağlanması için büyük bir çaba sarf etmektedir. İki kutuplu sistemin hakim olduğu dönemde bu bölgelerde aktif bir dış politika izlenmesi mümkün değildi. İki kutuplu sistemin çöküşünden sonra Türk dış politikası farklı alanlarda inisiyatif alma durumu ile karşılaşmıştır. Çünkü Türkiye coğrafi bakımdan söz konusu bölgelerin bir parçasıdır. Ayrıca önceki yüzyıllarda söz konusu bölgelerden Türkiye yaşanan büyük göç dalgaları nedeniyle Türkiye demografik ve kültürel olarak da bölge ile ilgilenmek zorundaydı. Türkiye’nin jeostratejik bakımdan dünya enerji kaynakları ile AB arasında bir köprü konumunda bulunması, Soğuk Savaş’ın ardından küreselleşmenin ivme kazanmasıyla birlikte eski SSCB bölgesinin Batı ile yakın ekonomik ve siyasi ilişkiler geliştirmeye başlaması da Türkiye’yi söz konusu bölgelerde aktif bir dış politika izlemeye itmiştir. Ak Parti döneminde bu politikalar canlanarak sürmüştür. Önceki dönemle Ak Parti dönemi arasındaki en önemli fark, siyasetçilerle dışişleri bürokrasisi arasındaki iletişim kopukluğunun akademisyen danışmanlar tarafından kapatılması ve ağırlığın hükümet ve siyaset tarafına kaymış olmasıdır ki, bu durum karar alma mekanizmalarına daha önceki dönemlerde görülmemiş bir dinamizm kazandırmıştır.
Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından Türk dış politikası aksiyoner olmak ve yeni döneme uygun özgün politikalar üretmek durumunda kalmıştır. Bu özgünlük Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun kaleme aldığı “Stratejik Derinlik’te somutluk kazanmıştır. Bu eserde ortaya konulan teori Türkiye ve dünya gerçekliği ile örtüştüğünü kanıtlamıştır. Nitekim yazıldığı günden bu güne teoriye çeşitli çevrelerden küçümseyici pek çok eleştiri yöneltilmişse de, teorik, bilimsel ve siyasi düzlemde bu teorinin zayıf ya da geçersiz olduğunu ileri süren alternatif bir teori henüz ortaya konulamamıştır.
Türk dış politikasının geleneksel batıcı tutumunda Davutoğlu ile birlikte bir kırılma olduğu ileri sürülmektedir. Bu görüşe göre, Türkiye Batı merkezli dış politikasından taviz vermemeliydi ve diğer bölgelere, özellikle de Ortadoğu’ya dönük politikalar zaman ve enerji kaybından ibaretti. Bu görüş Ahmet Davutoğlu önceliğindeki Ortadoğu politikalarına kuşkuyla yaklaşmaktadır. Ama özellikle İsrail-Suriye Barış Süreci’nde Türkiye’nin oynadığı rolün ‘Batı’ tarafından takdirle karşılandığı görülünce kuşkular dağılmaya başlamıştır. Çünkü Ak Parti hükümeti ne ülkenin yönünü batıdan doğuya çevirme politikası gütmüş ne de modernleşme ve reform çabalarından ve projelerinden vazgeçmiştir.
Ahmet Davutoğlu’nun vizyonunda kendi yakın bölgesinde, Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkas ülkeleri ile ilişkilerini geliştiren ve bu bölgelerde daha etkin olan bir Türkiye’nin Batı nezdinde eli güçlenecek ve AB’ye giriş süreci de hızlanmış olacaktır. Çünkü demokratikleşme, modernleşme ve reform çabaları ne denli ileri düzeye erişmiş olursa olsun AB ülkelerinin Türkiye’yi birliğe almakla ilgili kuşkularını dağıtmak için yeterli olmayacaktır.
Kuşkusuz bu çabalar son derece önemlidir ama Türkiye’nin AB nezdindeki konumunun güçlenmesi ve birliğe kabul edilmesi stratejik açıdan sahip olduğu önemle doğru orantılıdır. Çünkü Ortadoğu, dünyanın en sorunlu ama Türkiye’nin uluslararası sistemde ağırlığını koyabileceği en önemli alandır. Davutoğlu tarafından ortaya konan ‘komşularla sıfır sorun’ politikası ve Türkiye’nin Ortadoğu’ya ilişkin ‘soft power’ yaklaşımı Türkiye’nin bölgede ve giderek uluslararası alanda etkisinin ve öneminin artmasını sağlamıştır. Nitekim İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) Genel Sekreterliği’ne Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun seçilmesi, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyeliği, Türk güvenlik güçleri Afganistan ve Lübnan’a bunun en büyük kanıtıdır.
Ahmet Davutoğlu dış politikanın sadece bir parti meselesi değil, ulusal bir mesele olduğunu kabul etmektedir ve bu anlamda önemli dış politika konularında siyasi partiler arasında konsensüs sağlanması için büyük çaba sarf etmektedir. Nitekim Ahmet Davudoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı’na gelmesinin ardından tüm siyasi parti liderlerini ziyaret etmesi, kendi parti politikalarını anlatması ve alınan kararlara meşruiyet kazandıracak ve bunları denetleyecek tek merciin TBMM olduğunu vurgulaması bu açıdan önemlidir.
Batılı ülkelerin basın yayın organlarında ve akademik çevrelerde sadece Batı eksenli dış politikadan vazgeçen Türkiye’nin, stratejik bağımsızlıkta tüm Cumhuriyet döneminin zirvesine ulaştığı yönünde saptamalar yapılmaktadır. Türkiye’nin heyecan uyandıran diplomatik faaliyetleriyle ortaklarında ve komşularında kafa karışıklığı yarattığı, Türk dış politikasındaki hızlı değişimin ve ‘toplum ve siyasetteki derin dönüşümün’ Ankara’nın uluslararası vizyonunu değiştirdiği dile getirilmektedir. Bunun salt AKP’nin dini bağlarıyla açıklanmasının olayı ‘hafife almak’ olduğu, Türkiye’nin stratejik bağımsızlığına dair kavramsal çerçevesinin, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun ‘Stratejik Derinlik’ kitabında çizildiği vurgulanmakta, Batı’nın ise sağlanan dönüşümle ortaya çıkan bu yeni Türkiye’ye ‘alışmakta zorlanacağı’ tespiti yapılmaktadır.
İç politikada yaşanan değişikliklerin –demokratikleşme, kamu diplomasisinin ağırlık kazanması vb.- dış politika üzerinde hiç etkili olmadığını söylemek mümkün değildir. Ne var ki, dış politika uzmanlar aracılığıyla yürütülmek zorunda olduğundan ve diplomasinin seçkinci doğası nedeniyle, iç politika ile dış politika arasındaki etkileşim bundan önce olduğu gibi bundan sonra da sınırlı kalacaktır. Türk dış politikasını stratejik ve ekonomik çıkarları belirlemektedir. Din veya mezhep, duygusallık veya maceracılık ve ideoloji ya da kimlik Cumhuriyet dönemi dış politikasında hemen hiçbir zaman baskın unsur haline gelmemiştir. Gerçekçilik dış ilişkilerin yönetilmesinde baskın unsur olma özelliğini her zaman korumuştur. Çünkü Türkiye gibi uluslararası sistemin orta büyüklükteki ülkeleri için iç-dış politika etkileşiminde dış politika her zaman belirleyici olmaktadır. Bu nedenle, içerde güçlü ve istikrarlı olmak isteyen bir Türkiye, dışarıda dinamik, aksiyoner, inisiyatif alan, bölgesinde ve dünyada etkili bir aktör olmak durumundadır.