Pakistan nükleer güç olmanın yanında Orta Asya, Ortadoğu ve Hint Okyanusu üçgeninde önemli bir bağlantı noktası olması itibariyle stratejik bakımdan son derece önemli bir konumda bulunmaktadır. Son yıllarda, Taliban’ın Afganistan ile birlikte Pakistan’da da etkili olmaya başlaması ve örgütün faaliyetlerinin uluslararası sistem bakımından tahammül edilemez boyutlara ulaşması ülkeyi dünya gündeminin üst sıralarına taşımıştır.
Taliban hareketinin Pakistan’daki etkinliğini kavrayabilmek için tarihi bakımdan önemli üç nokta göz önünde bulundurulmalıdır. İlk olarak, Pakistan’ın da 1948 yılına dek bir parçası olduğu Hindistan’da yaşayan Müslümanlar yaklaşık dört yüz yıl devam eden İngiliz sömürge yönetimine karşı en önemli muhalefet hareketini oluşturmuşlar ve evrensel bir siyasi İslâm söylemini ve kültürünü benimsemişlerdir. Bunda evrensel bir imparatorluğa karşı ancak evrensel bir muhalefet hareketi ile mücadele edilebileceği yönündeki inancın büyük etkisi vardır. İkincisi, Hindistan’dan ayrılması sürecinde Pakistan bir İslâm devleti olarak tasarlanmıştır. Yani Pakistan ile bugünkü Hindistan arasındaki ayırt edici unsur olarak İslâm tercih edilmiştir. Nitekim devletin adı “Pakistan İslâm Cumhuriyeti“dir. Son olarak, Afganistan 1979 yılında SSCB tarafından işgal edildiğinde, SSCB’ye karşı mücadeleyi yürütmek üzere Pakistan ve Afganistan’daki İslâmi kesimler başta ABD olmak üzere batılı ülkelerden ve Suudi Arabistan gibi İslâm ülkelerinden önemli destek görmüştür. Bu üç tarihi nokta günümüz Afganistan’ında ve Pakistan’ında son derece radikal ve reaksiyoner bir İslâm anlayışının gelişip yaygınlaşmasına zemin hazırlamıştır.
Tüm modern devletler de olduğu gibi, Pakistan da başlangıçta bir ulus devlet olarak tasarlanmıştır. Ulus devletin temel amacı belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan halkın ve bu halkı temsil eden devletin stratejik çıkarlarını gözetmek, korumak ve geliştirmektir. Ne var ki, Pakistan halkı İslâm kimliği üzerinden tanımlandığı ve bu halkın sahip olduğu İslâm anlayışı, örneğin İran’ın ve bir dereceye kadar Suudi Arabistan’ın aksine, evrensel olduğu için, yani tüm İslâm dünyasını bir arada tasavvur ettiği için, Pakistan devleti başından itibaren evrensellik ve ulusallık arasındaki gerilimle mücadele etmek zorunda kalmıştır. Nitekim bu gerilim Pakistan devletinin belkemiğini oluşturan orduya da yansımış ve ülke –uluslararası ortamın gerekliliklerini de yansıtacak şekilde- bazen Ziyaü’l-Hak gibi İslâmcı, bazen de Müşerref gibi laik ve ulusalcı generaller tarafından yönetilmiştir. Soğuk Savaş süresince Pakistan’ın en önemli stratejik kaygısı, başından itibaren ulusal düşman olarak gördüğü ve Keşmir sorunu nedeniyle bu düşmanlığın derinleştiği Hindistan ile başa çıkabilme kaygısı olmuştur. Pakistan’ın nükleer silah projeleri de tümüyle bu alanda Hindistan’ın gerisinde kalmama amacıyla yürütülmüştür. Bu bağlamda Pakistan ABD ve Çin ile stratejik ittifak ilişkileri içerisinde olmuştur. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, ABD ve Çin Hindistan ile yakınlaşma sürecine girince, Pakistan kendi jeostratejik konumunu güçlendirmek için Afganistan’daki etkisini artırmanın yollarını araştırmaya başlamıştır. Bunun en kestirme yolu Afganistan’daki dini kesimleri desteklemekti ki, Taliban’ın Afganistan’da iktidara gelmesinin temel nedeni Pakistan tarafından sağlanan bu destektir.
Sonuç olarak, Taliban Afganistan’da Pakistan’ın ve bir ölçüde Suudi Arabistan’ın yardımları sayesinde 1996 yılında iktidara gelmiş ve El Kaide ile olan yakın ilişkilerini her geçen gün biraz daha derinleştirmiştir. Kuzey Pakistan’daki ve Afgansitan’daki coğrafi koşullar kadar, her iki örgütün de evrensel siyasi İslâm ideolojisine sahip olması bu işbirliğini kolaylaştıran unsurlardan biri olmuştur. 11 Eylül olaylarının ardından Usame bin Ladin’i koruduğu gerekçesiyle ABD operasyonları sonucu alaşağı edilen Taliban, Kuzeybatı Pakistan’daki medreselerden ve halklardan sağladığı mali destek ve insan kaynağı ile 2004 yılından itibaren Afganistan’da yeniden etkili olmaya başlamıştır. Öyle ki, 2007 yılına gelindiğinde Taliban Afganistan’ın %72’sini, ülkedeki NATO ve ABD kuvvetlerine rağmen kontrol etme gücüne erişmiştir. El Kaide’nin Kuzey Pakistan’daki vadileri ve Afganistan’ı kendisi için yoğunluklu eylem alanı olarak seçmesiyle birlikte durumun kontrolden çıkmakta olduğunu gören ABD rahatsız olmaya ve Pakistan’a Al Kaide ve Taliban’a karşı askeri operasyon yapması için baskı yapmaya başlamıştır. Ne var ki, belli bir aşamadan sonra başta Taliban olmak üzere Pakistan’daki İslâmi unsurlar güçlenmişler ve devlet tarafından kolaylıkla kontrol edilebilir olmaktan çıkmışlardır.
Afganistan ABD’nin Orta Asya’ya erişimi için bir köprübaşı niteliğindedir. Pakistan’ın Karaçi kentinden başlayan ve Afganistan’a doğru uzanan güzergâh bu gün için Taliban’ın kontrolüne geçmiş durumdadır. Eski Devlet Başkanı Müşerref Taliban ve El Kaide’ye karşı mücadele etmekteydi ama darbe ile iktidara gelmişti ve yıpranmıştı. Benazir Butto darbeciliğe karşı olduğu kadar Taliban ve El Kaide’ye de karşıydı. ABD Butto ile Müşerref tarafından oluşturulacak işbirliğinin makul bir çözüm olabileceğini düşündü ve Butto seçeneğini zorladı. Ama bu plân tutmamış hatta ters tepmiştir; Taliban’ın daha da güçlenmesine, halk nezdinde itibar kazanmasına neden olmuştur.
Taliban’la ilgili olarak ABD’nin önünde iki seçenek bulunmaktadır: ya Taliban’ı tamamen tasfiye etmek, en azından kontrol altına almak, ya da Taliban’la anlaşıp Karaçi-Orta Asya güzergâhını yeniden kontrol altına almak. ABD Taliban’la bir uzlaşıya varabilmek için her yolu denemektedir. Bir yandan geniş çaplı bir operasyonun yolda olduğu izlenimi vererek Taliban’ı korkutmaya, diğer yandan bazı koşulların kabul edilmesi halinde Taliban’la uzlaşabileceği, hatta Taliban’ın yeniden iktidara gelmesine göz yumabileceği mesajını vermeye çalışmaktadır. Swat Vadisi’ndeki farklı İslâmi gruplara farklı mesajlar vererek, bu kesimler ile Taliban’ın, hatta Taliban içerisindeki farklı grupların arasını açma yönünde girişimlerde bulunulduğu da gelen haberler arasındadır. Ne var ki, şu ana kadar sürdürülen çabalarla bu konuda hiçbir ilerleme kaydedilemediği anlaşılmaktadır. Taliban’ın nükleer silahları ele geçirmesi olasılığı ise durumu ABD açısından daha vahim hale getirmektedir. Bu noktada Orta Asya’ya doğrudan erişim için başka güzergâhların, yani Kafkasya’nın, devreye sokulması zorunluluğu doğmakta ve tam da bu nedenle Türkiye’nin Kafkasya politikaları, ABD’nin güney ve Orta Asya politikalarının odak noktasına oturmaktadır. Kafkasya’da son dönemde yaşanan olaylara ve Türkiye-Ermenistan, Türkiye Azerbaycan ilişkilerine bir de bu açıdan bakmakta fayda vardır.
Taliban ve müttefikleri –uyuşturucu tacirleri ve mafya dahil- ABD için ve bölge güvenliği bakımından ciddi bir tehdit oluşturmalarına rağmen, alternatif bir siyasi proje sunmaktan son derece uzaktırlar. Örneğin, İran benzeri bir kurumsal yönetim biçimi ortaya koymaları mümkün gözükmemektedir. Bu nedenle, kısa vadede önemli çıkışlar gerçekleştirseler de, uzun dönemde iktidarda kalmaları ve varlığını kendi kendine sürdüren bir devlet yönetimi modeli ortaya koymaları imkânı neredeyse yoktur. İdeoloji başka bir şeydir, devlet kurup yönetmek başka bir şeydir. Ne var ki, şu an için Pakistan’da olup bitenler bu ülkenin geleceğini tehdit etmektedir. Son olayların kontrol edilememesi durumunda, çatışan taraflardan hiçbirinin tahmin edemediği kötü sonuçlar ortaya çıkabilir.
Son olaylar ışığında bakıldığında Pakistan’ın son derece zor bir dönemden geçtiği anlaşılmaktadır. Durum o denli ağırdır ki, ülkenin parçalanabileceği görüşü bile sıklıkla dile getirilir olmuştur. İçerde ülkenin en büyük ve önemli eyaletini oluşturan Pencap eyaleti kendini Pakistan yönetiminden dışlanmış hissetmektedir. Dışarıda ise ABD Pakistan ile Afganistan’ı aynı kefeye koyma eğilimindedir ve durum Pakistan’ı uluslararası sistemden uzaklaştırmaktadır. Obama seçim çalışmaları sırasında, Pakistan’a saldırabileceklerini ilân etmiştir. Bu tehdit ve bundan kaynaklanan rahatsızlıklar halen devam etmektedir. Demokratikleşme Pakistan ordusu içerisinde var olan laik –şeriatçı ayrımını derinleştirme riskini birlikte getirmektedir. Bu bölgede yaşanacak istikrarsızlık uzun süre dünyanın başını ağrıtabilir. Son derece sınırlı bir devlet deneyimine ve yönetim yeteneğine sahip olan Zerdari, eşi Benazir Butto’nun ölümü nedeniyle başkanlık koltuğuna oturmuştur. Bu durumda, acil önlemlerin alınması ve Navaz Şerif’in de katıldığı geniş tabanlı bir ulusal birlik hükümeti kurulması gerektiği yönündeki görüşler ağırlık kazanmaktadır. Dışarıda ise, Pakistan’ın istikrarı ile ilgilenen ülkeler, burada istikrarın sağlanabilmesi için her türlü desteği, içerideki unsurları tedirgin etmeyecek biçimde, vermelidirler.
Pakistan’ın bütünlüğünün garantisi ordudur ve Pakistan ordusunun eğitiminde Türkiye başından beri büyük bir rol oynamıştır. Pakistan’daki olaylar bu açıdan da Türkiye için ayrıca önemlidir. Türkiye ile Pakistan uluslararası alanda birbirlerini destekleyen politikalar izlemişlerdir. Pakistan’da olup bitenler İslâm dünyasını, Orta Doğu’yu, Kafkasya’yı ve Orta Asya’daki düzeni doğrudan etkileme potansiyeline sahiptir ve bu nedenle Türkiye’yi de yakından ilgilendirmektedir.